LEE- Mimari Tasarım-Doktora
Bu koleksiyon için kalıcı URI
Gözat
Başlık ile LEE- Mimari Tasarım-Doktora'a göz atma
Sayfa başına sonuç
Sıralama Seçenekleri
-
ÖgeAfet sonrası geçici barınma amacıyla kullanılacak kamusal yapıların seçimi için bir model: Geçici İşlevsel dönüşüm (adaptive reuse)(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2022-09-19) İdemen, Ayşe Esra ; Şener, Sinan Mert ; 502032002 ; Mimari TasarımAfet, "bir toplumun veya topluluğun işleyişini ciddi biçimde bozan ve kendi kaynaklarını kullanarak baş edebilme kapasitesinin üzerinde bir can kaybı, maddi, ekonomik veya çevresel kayba neden olan ani ve yıkıcı bir olay"dır. Bir afet sonrası meydana gelebilecek en önemli ve en büyük toplumsal hasarlardan biri de barınma ve konut sorunudur. Bu anlamda, afet sonrası devlet eliyle gerçekleşen müdahale stratejilerine bakıldığında, bu sorunun çözümü, genellikle hızlı ve esnek barınma çözümlerine (çadır kentler, kamplar, prefabrikler vb.) dayanmaktadır. Bununla birlikte, afet mağdurlarının acil barınma ihtiyaçlarını karşılamak için kullanılan çeşitli çözüm modelleri arasında mevcut binaların geçici "İşlevsel Dönüşümü" de (İng. adaptive reuse, AR), hem düşük maliyetli hem de pratik bir çözüm olarak değerlendirilebilir. İlgili literatürde, mevcut yapıların toplu barınma amaçlı işlevsel dönüşümü, bir "geçici yerleşke" seçeneği veya tipolojisi olarak da adlandırılabilecek "kolektif merkezler" kategorisi altında sınıflandırılmaktadır. Türkiye Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı'nın (AFAD) Aralık 2013 yılında yayınlanan Türkiye Afet Müdahale Planı'nda (TAMP Bölüm 1.8 Varsayımlar) "yiyecek, içecek, giyecek, barınma ve benzeri acil yardım ihtiyaçlarının belirlenmesinde ve temininde acil yardım süresinin 15 günden daha fazla olabileceği" varsayımı yapılmaktadır. Bu anlamda, afet sonrası normal yaşama geçiş sürecinin kısaltılmasına ve barınma konusunda devlet ve sivil toplum kuruluşlarının yükünün hafifletilmesine katkıda bulunabilecek çözümlerin araştırılması önem kazanmaktadır. Bu öngörü ile bu çalışmada AFAD tarafından İstanbul il sınırları dışında kurulması planlanan konteyner kent ve çadır kent çözümlerine ek olarak, yapılaşmış şehir dokusu içindeki alternatif barınma kaynaklarının da kullanılabilirlik potansiyelinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Afet hallerinde pek çok acil durum işlevine ihtiyaç duyulmakla birlikte, karar vericiler için hızlı, ekonomik ve sürdürülebilir bir çözüm olarak özellikle geçici barınma işlevi ve yapılarda geçici işlevsel dönüşüm (İng. temporary adaptive reuse) konusu ele alınmıştır. İşlevsel dönüşüm mimaride "tarihsel olarak önemli binaları yıkımdan korumak için bir yöntem" olarak adlandırılırken, gayrimenkul alanında "bir arazi veya yapı için yeni bir kullanım bulmak adına kapasitesini, işlevini ve performansını değiştirmek için bakımın ötesinde ve üzerinde herhangi bir işlem" olarak tanımlanmaktadır. Bu anlamda geçici bir süre için toplu barınma merkezi olarak hizmet verecek binalara yapılacak ve afetzedelerin yararına, olası riskleri azaltmaya veya ortadan kaldırmaya yönelik herhangi bir müdahale, işlevsel dönüşüm ile yeniden kullanım altında sınıflandırılabilir. Afet halinde okullar, kışlalar, toplum merkezleri, belediye hizmet binaları, spor salonları, oteller, depolar, kullanılmış fabrikalar gibi mevcut yapılar acil durumda afetzedeleri bir arada barındırmak üzere kullanılacak birer seçenek olarak düşünülebilir. Bununla birlikte, bu gibi yapıların afet sonrası kullanıma uygunlukları tam olarak açıklığa kavuşmuş değildir. Bu alanda farklı kırılgan gruplara odaklanan AFAD, 2015 yılından bu yana kamu ve özel sektör yapılarına yönelik çeşitli çalışmalar yapıyor olsa da, bu yapıları sistematik olarak değerlendirecek kapsamlı bir bina değerlendirme modeli yalnız Türkiye'de değil, dünyada da mevcut değildir. Bu noktadan hareketle, bu çalışmada, Türkiye ve benzer afet riski altındaki ülkelerde de uygulanabilecek, pratik faydaları olması muhtemel "Geçici işlevsel dönüşüm potansiyeli (ARP) değerlendirme modeli" için bir çerçeve önerilmektedir. Afet sonrası yerinden olmuş kitleleri barındırmak için hızlı kararlar almak zorunda olan karar mercilerinin, sadece afet sonrasında değil aynı zamanda afet öncesi afete hazırlık aşamasında da böyle bir işlevsel dönüşüm modeli uygulamasından yararlanması muhtemeldir. Bu uzun vadeli süreçte mimarlara da önemli görevler düşmektedir. Bu tez çalışmasının birinci bölümünde çalışmanın amacı, yöntemi ve yapılan literatür çalışması üzerinde durulmuş; ikinci ve üçüncü bölümde, çalışma kapsamında gayrimenkul sektöründe kullanılan kar amaçlı geliştirilen uluslararası bina değerleme modelleri ile kamu yararı gözeten afet literatürü ve toplu barınma ile ilişkilendirilebilecek ilgili standartlar incelenmiş; dördüncü bölümde ölçütler ortaya konmuş, veto ölçütleri belirlenmiş; Çok kriterli karar verme (ÇKKV) yöntemlerinden AHP tanıtılarak, bu kriterlerin nasıl ağırlıklandırılabileceği üzerinde durulmuş; saha değerlendirme formları oluşturulmuş, modelin test edilmesi amacı ile barınma amaçlı kullanılabilecek 2 eğitim yapısı bu formlar aracılığı ile değerlendirilmiş; beşinci ve son bölümde karar vericiler için önerilen modelin kullanımı ve alt süreçlerine dair bir akış şeması tanıtılmış, modelin okul binalarına uygulanması neticesinde elde edilen bulgular ortaya konmuş ve sonuçlar tartışılmıştır. Bu çalışma ile afet öncesi süreçte yapıların acil ve geçici barınma halinde avantaj ve dezavantajlarının ortaya konması, varsa yapısal problemlerinin önceden belirlenmesi, muhtemel risklerin azaltılması ve bertaraf edilmesi hedeflenmiştir. Barınma problemi üzerinden kamu yapılarının afete cevap verebilirliğinin (resilience) artırılmasına dair bir model ve yöntem önerilmiş, normları ve yönetmelikleri esas alan değerlendirme kriterlerine dayalı tasarım yaklaşımı ve uygun yer seçimi ile kırılgan grupların maruz kalabileceği risklerin azaltılabileceğinin mümkün olduğunu ortaya koyan aydınlatıcı sonuçlar alınmıştır. Çalışma bulguları, okul, spor salonu, kültür merkezi, cami gibi çeşitli kamu yapılarının, bir afet veya acil durumda da kullanmaya elverişli esneklikte tasarlanmasını mümkün kılacak mevzuat değişikliklerine gidilmesi ve mevzuat içeriklerinin bu amaçla gözden geçirilmesi gerektiğine işaret etmektedir. Çalışma kapsamında ele alınan kriterler ve model önerisi, gerek afet sonrası barınma amaçlı hizmet vermesi planlanan mevcut binaların dönüştürülmesi, gerekse afet endişesi güden yeni tasarlanacak binalar için kolaylayıcı ve belirleyici bir bakış açısı sunmaktadır. Önerilen model, gelecekte kapsamlı bir proje dâhilinde geliştirilerek, çeşitli dijital araçlar aracılığı ile sivil toplum kuruluşları ve afet hallerinde yetkili karar verici mercilerin kullanabileceği bir veri tabanı, bir ara yüz ve uygulama ile bütünleştirilmek suretiyle daha erişilebilir ve yaygın kullanılır bir araç haline gelebilir. Bina değerlendirmelerinin disiplinler arası bir uğraş kapsamında uzmanlarca gerçekleştirilmesi gerekliliği, ilgili meslek alanlarından uzman yetiştirmek ve istihdam yaratmak adına da dolaylı bir fayda sağlayabilir. Bu çalışmanın hem ulusal hem de uluslararası düzeyde, afet öncesi ve afet sonrası süreçlerde, afete hazırlık ve afete cevap verebilirlik kapasitesinin güçlendirilmesine önemli katkıları olacağı umulmaktadır.
-
ÖgeAffordability and quality issues in social housing; a comparative study in selected European countries(Graduate School, 2022-02-17) Gharanfoli, Shilan ; Dülgeroğlu, Fazilet Yurdanur ; 502112010 ; Architectural DesignIn recent years, there has been an ever-greater demand for affordable housing in metropolitan regions. However, with rapid urbanization and population growth, housing people in decent conditions has become challenging. Access to affordable housing has become more critical, particularly in the global emergency posed by COVID-19. Despite all efforts to tackle housing shortages, the issue continuously increases. The quantity of housing is not the only issue; the quality of the living environment also plays an important role. Today, people's living conditions have changed, and social housing needs to accommodate a greater diversity. Social housing must be more inclusive and multigenerational to be sustained for a long time. This research examines the relationship between housing quality and affordability and the possibility of reconciling these seemingly contradictory concepts in social housing design. The study rethinks the role of architectural design principles and housing policies in transforming social housing. The study compares European attitudes toward social housing policies and implementations of their integration into global housing policies. It is based on multidimensional research that combines quality and affordability aspects. The literature review indicates that the attitude toward the concept of housing affordability has changed; it is not only assessed in terms of economic viability, but it extends to border issues related to housing quality, neighborhood quality, and quality of life. Lack of balance between quality and affordability will be economically and socially costly throughout the life-cycle of housing and directly impacts dwellers' life quality. While considering this balance, social housing design provides more potential for sustainable developments. The research also developed a social housing timeline model (1984–2018). A historical timeline of social housing provides a better perspective for creating a successful project. It examined the transformation of social housing in four selected European countries and five historical periods. The selected countries for research are the UK, the Netherlands, Austria, and France. They were chosen for analysis because they have a long history and the highest percentage of social housing in Europe. The timeline model presents the transformation of social housing from the 19th century to the present. The status of social housing has risen and fallen over time. Population, household size, ownership status, rents, the quality of indoor and outdoor public amenities, and crime rates have all changed, and these have affected social housing. Besides assessing its transformation as a whole process, the research also investigated sixteen projects from different countries and periods. In other words, the study indicates that changes and the extent of issues vary across projects and over time. It evaluated projects in the four countries during four periods, assessing transformations of concepts, practices, and policies throughout the history of social housing. In this sense, the thesis represents social housing transformation through those sixteen case studies in Europe. It examines the renovation of significant social housing projects, both completed and in development, at various urban scales, from the neighborhood and public spaces to blocks and residential units. Also, different periods of transformation and the main changes in housing design and policy that have affected social housing architecture are examined. For this purpose, the research developed a multicriteria framework to analyze the dynamic relationship between housing quality and affordability. The multicriteria set includes ten aspects: accessibility, identity, diversity, adaptability, density, privacy, safety, social interactions, energy efficiency, and cost-efficiency. The research applies this framework to case studies to explore aspects that enhance the design quality and housing affordability of renovated social housing. As a result, comparing case studies illustrates the success rate of social housing in terms of design principles and their contribution to designing more affordable housing. The case study analysis makes it possible to understand better each social housing regarding the defined set of criteria in terms of quality and affordability. Also, intervention methods used for the renovation of case studies are compared, and their effects on housing quality and affordability are investigated. The physical intervention strategies related to modifying existing units and adding new units help to improve housing diversity, adaptability, and density. The physical interventions related to renovating the facade offer several solutions and arrangements for promoting the physical identity. Enhancing the building's connection with its neighborhood through physical interventions promotes social interactions, enhances privacy, ensures safety for its tenants, and generates housing diversity and mixed-used developments. This research tries to bring together a remarkable selection of architectural case studies, from award-winning projects to thought-provoking speculation on housing redevelopment. It analyzes the transformation of social housing from the 1900s to the present and the complex social housing issues revolving around how authorities, in collaboration with architects and residents, can address profound social housing solutıons to create more high-quality and affordable housing. The findings from literature research and case study analysis are used to propose new social housing improvement strategies. This proposed framework includes physical, socio-cultural, and economic dimensions to improve housing quality, strengthen balanced communities, and create a more affordable housing. The proposed methods indicate that hybrid partnerships that create mixed-use projects are a new paradigm for successful social housing redevelopments. The future of social housing depends on partnerships, people-based design, and place-based planning that make mixed developments. According to the comparative analysis of selected countries and case studies, the redevelopment of most large-scale social housing projects has led to changes in tenure, typology, density, and delivery methods. The most significant shift in social housing is toward public-private partnerships, mixed-use development projects, sustainable architecture, and new forms of living. After many years of standard dwellings, some European countries began to experience a new era in social housing design. The research examined social housing from a new perspective to understand its aspects and interrelationships. In this sense, the research provided a holistic and transdisciplinary model based on planning, design, construction, social interaction, policy, and financing strategies. Indeed, the developed set of criteria for housing quality and affordability and the proposed integrated social housing model make it possible to redevelop social housing sustainability. This integrated social housing model can help designers, decision-makers, and university authorities better understand the relationship between housing quality and affordability to create sustainable social housing developments. It also provides opportunites. Further studies toward developing a more comprehensive and in-depth knowledge base are possible by adding new indicators to have a more detailed examination of sustainable social housing. Also, the study's findings are significant in transferring aspects to other contexts.
-
ÖgeCorrelations between composition attributes of architecture and music(Graduate School, 2021-02-17) Tayyebi, Seyed Farhad ; Demir, Yüksel ; 502132007 ; Architectural Design ; Mimari Tasarım"I call architecture frozen music" by Johann Wolfgang von Goethe vividly expresses the great linkage between architecture and music. The architects applying music in building design are increasing in numbers, and interrelated projects are getting progressively widespread. Interestingly, most of the interrelation between architecture and music, in various scales, are formed by some assumed correlated parameters regardless of the feeling arousal of the attribute to the listeners and observers, which are mostly based on the subjective artists' opinion or rooted in more-objective scientific issues. For instance, 'interval' in music has been arguably understood as 'proportion' in architecture; accordingly, the harmonic musical interval applied in architectural ratio with the hope of acquiring pleasant architectural proportion. But is there any correlation between the preferences of satisfactory musical intervals and their transformation into architectural proportions? From this perspective, this research aims to explore the correlations between the preferences of architectural and musical attributes from the subjective people's point of view rather than the artist's opinion or merely through an objective perspective. Thus, this study aims to answer the following questions. • Is there any correlation between the preferred architectural and musical attributes of people? What are the most frequently correlated attributes? • More specifically, on a small scale, which musical instruments preferences correlate with architectural material preferences? On a large scale, which musical attribute preferences correlate with architectural attributes preferences in general? At first, a pilot study has been conducted to examine the methodology through exploring the correlation between architectural attributes and musical attributes across limited demographic classes (S. F. Tayyebi & Demir, 2020). By learning from it, two other studies find an answer to the questions. The first study, as a small-scale investigation, has explored the preference correlations between the attributes related to architecture material and musical instruments. Another study, as a large-scale investigation, has scrutinized the correlation between the general attribute preferences of architecture and music across a wide range of demographic classes. Despite some tiny differences, the methodologies of the three papers have an identical structure. The methodology has three phases presented in Figure 4.1. The first phase provides a clear list of the considered attributes, based on two studies conducted during the dissertation progress (S. F. Tayyebi & Demir, 2019) (S. F. Tayyebi et al., 2020), though they can also be seen as part of the limitations of the dissertation. After examining eight different methods and discovering the most reliable method to extract the personal preferences of architectural attributes (Tayyebi & Demir, 2020), a survey is then prepared and distributed worldwide on the QuestionPro platform to collect the individual's demographic information, the musical attribute preferences, and architectural attribute satisfaction. In the second phase, the participants' responses were analyzed, and the unreliable responses were filtered to provide a complete set of attribute preferences of valid participants. Finally, in the third phase, Pearson's correlation coefficient analysis examined the correlations between every single attribute within different demographic categories. The outcomes of the analysis were then filtered by the correlation p-value, to skip the statistically invalid correlations. The second and third studies also integrated with Bonferroni correction, as a second filtering technique, to skim off the utmost reliable correlations. Clustering method has also applied to the third study to summarize the correlated attributes provide a holistic understanding of the correlation trends. As the first outcome, all the studies confirm the importance of demographic classes in the correlations exploration between the preferences of architectural and musical attributes. Not only the trace of age and gender apparently exists in the discovered correlations, the large-scale study considering the participants' education shows that even education more than age and gender impacts on the discovered correlations. It reinforces the importance of the three demographics. Along the same line, some demographic classes, attribute categories, and the attributes themselves reflect higher number of correlations. For example, females more than males, material color and material qualities more than material reflection and texture, symmetry more than indentation and stress, and genre more than psychological attributes of music show correlation. Furthermore, within genre category, rap and jazz, and within the psychological attributes of music, sophisticated and poetic/deep have higher number of correlation and thus may reflect better the preferences of some attributes in another field. Regarding the aim of the paper, Pearson's analysis results of the two main studies in small and large scale are indeed the outcome of the study, and thus presented in appendices. For example, the first study, concerning architectural material and musical instrument correlations, shows that preferences of cello for mature females reflect higher satisfaction for brick, full of texture materials, aluminum, reflective, and light-colored material. The results of the large-scale study show male musicians, mature musicians, and even architect-musicians who are interested in sophisticated music tend to prefer sophisticated architectural forms. Rock follower musicians are less satisfied with complicated architectural forms. Preferences for sad music for female architects tend to have a preference for horizontality in building forms. The outcomes of the large-scale study, exploring a large number of correlations, are also clustered to provide a holistic understanding of the correlations. On its basis, those who prefer Complicated music seems to have more positive opinions about Complicated architectural forms. There are strong correlations, albeit very few in number, that shows those who like Dance music seem to prefer Rhythmic and complicated buildings. Among the Mellow music followers, in general, Simple architectural forms were found more satisfactory. Joyful music followers seem to tend towards regular patterns in architecture. Those who enjoy Rap have a preference for either regular or irregular patterns that exude a sense of repetition in the formal structure. Finally, this explorative study confirms the existence of numerous correlations between architectural and musical attributes, thereby proving the potentials of applying the resulting insights into future building design and further investigations.
-
ÖgeDevelopment of BIM learning scenarios for architectural education( 2020) Hatidza, Çapkın ; Çolakoğlu, Meryem Birgül ; 630324 ; Mimari Tasarım Bilim DalıNowadays, tending towards the adoption of digital technologies and building information modeling (BIM), architectural education is going through transformation. BIM is a digital model-based technology linked with a database of project information which is led by the idea to reintegrate design, construction, and project management, reducing project delivery time and overall costs (AIA, 2007). BIM represents a large innovation in architecture, engineering, construction and operation (AECO) industry with significant upside potential, but it also represents, as most innovations do, a disruption to established culture and associated modes of practice and education. The inclusion of BIM in architecture, as well as engineering and construction academic curricula has gathered significant pace over recent years. The patterns of this inclusion vary significantly from country to country having different approaches, strategies, methods, and challenges associated with professional and academic environment. While schools in some contries have structured approaches to adopting BIM in education and develop methods for its improvement, in countries like Turkey, many architecture educators still ask: 'What is BIM and why do we need it?'. In past two decades, there has been a visible increase of publications in the area of BIM teaching in architectural education and signs that it is becoming a growing field of research. However, there is a lack of agreement among scholars and educators on how should it be done. While some see it as an opportunity to improve the existing education, others consider it a threat to the creative development of students and the disruption of long-established models of educating architects. In addition, there is a lack of agreement on whether BIM should be approached in architectural curricula as a tool/skill issue, a new form of design practice or a professional organizational method. As a consequence, the question of how and when to introduce BIM into architectural education remains to be opened and exploring innovative approaches is needed. Furthermore, this issue has not been studied with a significant level of depth locally. In order to improve the current practice in Turkey and better respond to the emerging requirements, there is an urgent need to raise the BIM awareness and knowledge in local AEC firms and schools. To address this need and to contribute to the aforementioned discussion, this thesis explores the ways of introducing BIM in architectural education with a specific focus on Turkey. In doing so, this study accomplished the following objectives: it provided an overview of global and local perspectives on BIM in architecture education; it conducted a multi-level case study to develop and test three BIM learning scenarios; assessed the case study results and discussed their contribution to the future development of a model for BIM adoption in architectural education in Turkey. This thesis proposes different 'BIM learning scenarios' for architecture schools without developed BIM tradition. The BIM learning scenario represents a flexible structure organized within the agenda of four basic questions: why (objectives), what (contents), how (methods), and who (management). It proposes a strategy for introducing BIM in architectural education which is defined by the means of an exchange of experience between the academic world and practice. It also prioritizes self-learning and student-centered approach which are one of the key requirements of 21st century curricula. To accomplish the main research goals, this study used a mixed-method research approach that combined quantitative and qualitative methods, such as literature review, survey, focus groups, interviews, and case study. The exploratory nature of the study necessitated a flexible research approach. Thus, action research strategy was adopted to design the research development process. Following the logic of action research, the development process of the case study was designed in three consecutive levels. This study provides valuable insights into the local perspectives on BIM which is generally lacking in the research literature. Data collected from observations, surveys, and interviews with local practitioners and educators can inform future initiatives for planning BIM in architectural education. The three BIM learning scenarios, developed and tested in this study, represent flexible structures for organizing objectives, contents, methods, and people involved in the learning process. They propose a strategy for introducing BIM in architectural education which is defined by the means of an exchange of experience between the academic world and practice to simulate professional practice in the university. This made the basis for creating a new culture in education which promises that the divergence between what is taught in architecture schools and what is practiced in real life can begin to transform into convergence through collaboration between education and practice. A practical implication of the research findings is the development of a strategy for BIM integration into the architectural curricula of the ITU Faculty of Architecture graduate program which is planned for the future. We hope that this will establish the basis for the formation and development of a new educational model for architectural education in which BIM will have the central role.
-
ÖgeEmploying Grids: A Discursive Account of Spatial and Performative Skills(Graduate School, 2022-08-08) Gürpınar Cürgen, Hatice Cansu ; Kahvecioğlu, Hüseyin ; 502142017 ; Architectural DesignAs a net thrown into the space, a curtain drawn to the eye, a method coded into the mind, grids are omnipresent and repetitive in every stage of spatial design and order. Grids are forms of repetition and are also repeatedly related to the most immanent discussions of architectural theory, as in originality, modernity, rationality, autonomy, typology, functionality, and temporality. This study focuses on grids' repetitive and operative employments and diverging roles in architectural and spatial design projects. Grids as concepts are problematised in this approach, generating interest due to blurring boundaries in their roles as both a design tool and a designed outcome. Grids are associated with a wide range of attributions, adjectives, and performative qualities for their design roles. Based on the findings of the preliminary genealogical study of what the word "grid" refers to, the research interest is directed towards grids' relation and contribution to the production of architectural knowledge. How do they become performative, thus operative in design processes and within a larger context of cultural, political, and social practices? Aiming to explore the interrelations of varying performances and skills of grids when they are employed in different stages of designing and maintaining spaces, the methodical trajectory of this research follows the principles of the grounded theory approach, starting by cultivating examples of spatial grids under various rubrics. I examine the literature throughout the second chapter in order to analyse it under the emergent categories in the following chapters. An extensive survey in geology and history of settlements, art and representation history, scientific and technological engagements, graphic design, philosophy, and architectural design guided the emergent categorisation of grids' operational capacities. Drawing upon two strands of their skill sets, the hard and soft skills, the third and fourth chapters aim to determine these emergent and divergent roles and attributions assigned to grids in designing and governing spaces. Accordingly, the hard skills cover an array of grids, operating in different stages of the design and envisioning spaces; they are employed for projection, composition, calculation, compilation, contemplation, and emancipation. Whereas the soft skills are concentrated on spatial conditions envisioned and created by the grids, the chapter focuses on their regulative, administrative, and captive roles, through which a particular spatial organisation is exercised. Critically engaging with grids through their spatial implications and theoretical reflections, I cross-read and position grids' agency in producing and affecting architectural knowledge and spaces in the last chapter. Examining spatial gridding practises in dialogue with power/knowledge structures, this dissertation discusses how and through which technologies the grid has become an available apparatus for forming and disciplining architectural thinking and its praxis. As a part of its findings, this study suggests evaluating grids as dispositifs, xx particularly in formations and validations of Western architectural conceptions and their dissemination.
-
Ögeİlişkisel bir şey olarak mimari temsil(Fen Bilimleri Enstitüsü, 2020) Asar, Hande ; Dursun Çebi, Pelin ; 645126 ; Mimari Tasarım Bilim DalıBu tez çalışmasında, "mimari temsil, sözünü tüketmiş bir 'nesne' olmanın ötesinde, öznenin sürekli etkileşime geçebildiği ilişkisel bir 'şey' olarak nasıl tartışılabilir?" sorusunun izi sürülmektedir. Bir nesne olarak mimari temsil, kendi bilgisi bağlamında varlık alanını korur. Onun bir 'şey' haline dönüşmesi ise, özne ile etkileşime geçtiği ya da öznenin dünyasında bir şeyleri tetiklediği noktada gerçekleşir. Böylesi bir etkileşim farklı bilgi katmanlarını bir araya getirerek üretici ve yaratıcı bir tartışma alanı üretir. Bu yaratıcı alan mekan ya da mekan düşüncesi bağlamında kişisel bir dili ve alternatif tasarlama biçimlerini açığa çıkarır. Bu dil çalışma kapsamında 'katmanlı temsiller' olarak ifade edilmiştir. Çünkü her biri farklı bilgiler içeren şeylerin üst üste getirilmesiyle oluşturulan katmanlı temsiller başka türlü bir bilgi, algılama boyutu, mekansal düşünce ya da hissiyat üretirler. Hatta bazen katmanlaşma için mekanın kendisine dair bir temsil de söz konusu olmayabilir. Bu noktada katmanlaşma hissiyat ile de gerçekleşebilir. Böylesi bir katmanlaşma yaklaşımı ise tez çalışmasının çıkış noktasını oluşturur. Mimari temsilde katmanlaşma tasarım düşüncesi ve tasarlama eylemi arasındaki ilişkiden beslenir. Bahsi geçen ilişki özne ve nesnenin birbirine yaklaşmasına olanak sağlar. Bu yakınlaşma ile mimari temsil 'nesne' konumundan sıyrılarak 'şey' olmaya doğru yol alır. Dolayısıyla tez çalışması mimari temsilin ilişki kurulabilecek bir 'şey' olarak ele alınmasının onu katmanlaştıracağı ve bu katmanlaşmalar aracılığıyla da özne ve nesnenin sürekli diyaloğa girmesiyle açığa çıkan 'şeyleşmelerin' tartışılabileceği hipotezine dayanmaktadır. Çalışma kapsamında ele alınış şekliyle 'şeyleşme', dışımızda olanlar ile kurduğumuz ilişki biçimlerine dair bir yaklaşım olarak ifade edilebilir. Bu yaklaşım ise özne ve şey arasındaki ilişkisellik olarak 'şeyleşme'ye işaret eder. Dolayısıyla 'şeyleşme', mimari temsilin kişisel bir dil kazanması ve mekansal kavrayışlarımızı beslemesi anlamında mimari temsil üzerinden yaratıcı bir alan oluşturma potansiyeline sahiptir. Bu potansiyel mimari temsil aracılığıyla mimarın özgün anlatısını nasıl oluşturabileceğini sorgulayabilmek adına değerlidir. Böyle bir aralıktan beslenen tez çalışması, mimari temsilde katmanlaşma aracılığıyla şeyleşmeleri sorgulamayı hedeflemektedir. Bu sorgulama sonunda ise mimar(özne) olarak şeylerle kurduğumuz temas biçimleri, mimari temsil(şey) yaklaşımları ve mekansal kavrayışlarımız tartışılmaktadır. Mimari temsili katmanlaşmalar üzerinden ele alan bu tez çalışması en temelde ilişkilere odaklanır. Dolayısıyla çalışma kapsamında faydalanılan tüm teorik yaklaşımlar arasında ikili bir düşünce sistemi ve bir okuma biçimi oluşturulmuştur. İkili okuma ifadesinin düşünsel altyapısı her bir tarafın birbirini beslediği ve birbirinden beslendiği bir ilişki biçimi anlamında bir 'buzdağı örneği' ile benzerlik kurularak ifade edilebilir. Dolayısıyla söz konusu kurgu yapısı gereği 'hem... hem de...' ilişkisine işaret eder ve bu ilişki ara-bölgeleri açığa çıkarır. Ara-bölgeler ise Deleuze ve Guattari'nin (1987) 'arada olma' kavramından faydalanılarak tartışılmıştır. Bu noktada çalışma kapsamında kurgulanan ikilik ve ara-bölge ifadeleri açılabilir. İlk olarak mimari temsili oluşturan tasarım düşüncesi ve tasarlama eylemi arasında ikili bir ilişkiden söz edilebilir. Düşünce ve eylem ikiliğinden beslenen mimari temsilin açığa çıkması ise özne ve nesne arasındaki ilişkiye işaret eder. Bu ilişki özne ve nesne ikiliğini oluşturur. Ancak çalışmada mimari temsilin 'şey' olarak ele alınışı söz konusu ikiliği 'özne ve şey' ikiliğine dönüştürür. Bu ikilik de kendi içinde yeniden katmanlaşır ve özne ve şeye dair yeni ikiliklerin oluşturulmasını sağlar. Buradan hareketle tez çalışması kapsamında özne, açık bilgi ve örtük bilgi ikiliği; şey ise temsili teoriler ve temsil edilemeyenlerin teorileri ikiliği aracılığıyla tartışılır. Böylesi bir kurgu tüm bu ikilikler arasındaki ilişkilerden açığa çıkan ara-bölgeler ile özelleşmeye başlar. Dolayısıyla özne ve şey ara-bölgesi 'şeyleşmeyi'; açık bilgi ve örtük bilgi ara-bölgesi 'kişisel bilgiyi'; temsili teoriler ve temsil edilemeyenlerin teorileri ara-bölgesi ise 'nesne-şeyi' açığa çıkarır. Teorik kurguyu anlatan tüm bu ikili okumalar aynı zamanda tez çalışmasının metodolojisini oluştururlar. Altı bölüm olarak kurgulanan tezin giriş (birinci) bölümünde araştırmanın problemi, hipotezi, amacı ve yöntemi açıklanmıştır. İkinci bölümde tez çalışmasının kavram setini oluşturan 'özne, nesne, şey, şeyleşme' kavramları ve bu kavramların birbirleri ile nasıl ilişkilendirildikleri tartışılmıştır. Bunun için Heidegger'in (1971; 1977) 'çerçeveleme, yakınlaşma, şey, hypokeimenon' kavramlarından ve özne-nesne ilişkisini tartıştığı metinlerinden, ayrıca Harman'ın (2020) 'Nesne Yönelimli Ontoloji' felsefesinden faydalanılmıştır. Bu bağlamda özne ve nesne ilişkisi 'çerçeveleme' kavramı, özne ve 'şey' ilişkisi 'yakınlaşma' kavramı, 'şeyleşme' ise özne ve şey arasında kurulan ilişki üzerinden tartışılmıştır. Tüm bu kavramlar ve aralarında kurulan ilişkiler tez çalışmasının üst kavram seti olarak kullanılmıştır. Üçüncü bölümde çalışmanın kuramsal yaklaşımı, oluşturulan ikilikler ve ara-bölgeler üzerinden ifade edilmiştir. Katmanlaşma aracılığıyla şeyleşmenin tartışıldığı bu bölümde katmanlaşmanın inşası ikilikler üzerinden, şeyleşmenin oluşumu ara-bölgeler üzerinden ele alınmıştır. Mimari temsilde katmanlaşma mimarın söylemine eğilen, o söylemi somutlaştıran, görünen ve duyumsanan arasındaki ilişkiden beslenen, başka türlü bir bilgi, algılama boyutu, mekansal düşünce ya da hissiyat ürettiren yaratıcı bir alan olarak ifade edilmiştir. Mimari temsilin şeyleşmesi ise her eylem anında içinde çözümlenemeyen bir taraf bırakan, anlık değişimlere gebe, özne ve nesne arasında farklı karşılaşma biçimlerini türeten ve hem öznenin hem de nesnenin karşılıklı olarak birbirinin farkına varmasını sağlayan bir ilişkisellik olarak değerlendirilmiştir. Dördüncü bölümde bir önceki bölümde tartışılan kuramsal yaklaşımlardan faydalanılarak mimari temsil örneklerini tartışabilmek üzere teorik bir model kurgulanmıştır. Model 'kavramsal ikilikler' ve 'şeyleşme tipleri' olmak üzere iki veri setinden oluşmaktadır. Kavramsal ikilikler her bir örneğin nasıl katmanlaştığına, şeyleşme tipleri ise bu katmanlaşmalar aracılığıyla temsilin nasıl şeyleştiğine dair bir okuma yapabilmek için kullanılmıştır. Beşinci bölümde tezin argümanının pratikteki karşılıklarını tartışabilmek üzere model aracılığıyla seçili mimari temsil örnekleri üzerinden bir okuma denenmiştir. Bu okuma sonucunda açığa çıkarılan kavramsal ikilik(ler) ve şeyleşme tip(ler)i arasında kurulan ilişkiler temsil nesnesinin 'şey'e dönüşme yolculuğuna (şeyleşme hali) dair bir deneme olarak ifade edilmiştir. Çünkü özne ve nesne etkileşime geçerek birbirlerine yaklaştıkları ve şeyleşmeleri açığa çıkardıkları an'(lar)ın içinde kendilerine değişip, dönüşebilen bir aralık bulurlar. Şeyleşmeler ise 'hem yol hem de yolculuğu' aynı an'da açığa çıkaran bir ortam kurarlar. Dolayısıyla şeyleşme potansiyellerine dair söz konusu aralıklar tez çalışması kapsamında 'tasarım kaçış çizgileri' (Deleuze ve Guattari'nin (1987) 'kaçış çizgileri' kavramından faydalanılarak) olarak ifade edilmiştir. Bu bakışın öznenin sürekli etkileşime geçebildiği ilişkisel bir 'şey' olarak mimari temsili tartışmaya olanak sağlayabileceği düşünülmektedir. Son olarak altıncı bölümde araştırmanın sonuçlarının özne ve nesnenin birbirine yakınlaşması ve bir ilişki kurması bağlamında mimar(özne) kavrayışına katkısı, kendi bilgisini üreten ve tartışma alanını kuran mimari temsil(şey) kavrayışına katkısı ve algısal sınırlarımızı zorlayan mekansal kavrayışlara katkısı üzerinden bir değerlendirme yapılmıştır. Sonuç olarak mimari temsil ilişkiler ve bu ilişkilerin yarattıkları ortamlar üzerinden ele alındığında, farklı bakış açılarının, kavrayışların ya da farkındalıkların yolunu açar. Tüm bu olasılıklar ise tasarımın yaratıcı yönüne işaret eder. Nitekim bu olasılıklardan biri olarak değerlendirilebilecek bu çalışma, mimari temsilde katmanlaşma aracılığıyla şeyleşmeleri açığa çıkararak bahsi geçen yaratıcı alana dair bir bakış açısı sunar. Bu bağlamda tez 'şeyleşme'yi bir potansiyel olarak ele alır, onu 'hem yol hem de yolculuk' olarak değerlendirir ve nihayetinde 'tasarım kaçış çizgilerini' tartışmaya açar. Bir açık kaynak olarak sunulan bu 'tasarım kaçış çizgileri' ise şey'ler ile karşılaşma ve etkileşime geçme biçimlerimize dair kişisel bir okuma ve bir izlek olarak ifade edilir. Böylece mimari temsil, farklı bakış açıları üzerinden, kendisine özgün bir aralık bulur ve özne ve nesne ilişkisi bağlamında her seferinde yeni bir söz söyleyebilmemize katkı sağlar.
-
ÖgeMimari çizimin görünmeyen içeriği ve eylemselliği( 2020) Tanrıverdi Çetin, Çağın ; Dülgeroğlu, Fazilet Yurdanur ; 629139 ; Mimari Tasarım Bilim DalıBu araştırmanın konusu mimari tasarım alanında çizim ile ilgilidir. Çizim, tasarım süreci boyunca düşünceler ve üretimler arasında bağlaç görevi görüp sürece yön veren, dönüştürücü ve yaratıcı etkileri olan bir pratiktir. En eski iletişim araçlarından biri olan çizim, bedensel ve zihinsel bir etkinlik olarak çizerin kendiyle de bir diyalog zemini kurmasını sağlar. Ayrıca, fiziksel gerçeklikten beslendiği gibi, gerçekleşmesi mümkün olmayan sanal dünyalar tasarlamayı mümkün kılarak yaratıcılığı besler. Mimarlık araştırmalarında önemli bir yer tutan çizim, mimarlığın zanaatkarlıktan ayrı bir disiplin olarak kabul görmesinde anahtar role sahip olup yüzyıllardır mimarlık kavrayışı ve üretim biçimleriyle etkileşim halinde dönüşmektedir. Mimari çizimin tarihsel sürecine bakıldığında, çizimin optik sistemler ve onların ürettiği araçların belirlediği düşünce setleri doğrultusunda nesneleştiği gözlenmektedir. Son yıllarda ise, görsel bir nesne olarak çizim paradigmasından, eylem olarak çizim paradigmasına geçiş olduğu düşünülmektedir. Tasarım sürecinde pasif ve koşullanan yapısıyla nesneleşmiş çizimin araçsallığı, aktif ve koşullayan bir role dönüşmüştür. Bu dönüşüm tezi yönlendiren, "mimari çizimin görselliği ve eylemselliği arasında bir ilişki kurulabilir mi?" sorusunu doğurmuştur. Çizim, görünen ve görünmeyen katmanlar içerir. Görünen katmanlar çizimin fiziksel karşılığı olup görünmeyen katmanların etkisine açıktır. Çizimin görünmeyen içeriği ise gizli, silinmiş izler, yardımcı veya ikincil çizgiler olarak tanımlanabilir. Bir forma bürünerek görünür hale gelen çizim, sabitlenmiş, terk edilmiştir. Bitmişlik, sürekli değişen, dönüşen koşullardan uzaklaşarak çizimin nesneleşmesine sebep olur, ki bu durum çizimin katlarını örterek yüzeyselleşmesine yol açar. Bu bağlamda tez, çizimin eylemsel bir oluşum olduğu savını ortaya koyarak bu eylemselliği çizimin görünmeyen içeriğiyle ilişkilendirmektedir. Eylemsel bir oluşum olarak çizimin görsel dökümanlar üzerinden tanımlanması kendi içinde bir tutarsızlık içermektedir. Bu sebeple tezin amacı, mimari çizimin göz merkezci yapısını eleştirerek, eylemsel niteliğini açığa çıkarmanın yollarını araştırmaktır. Çalışmanın hedefi ise, mimari tasarımda olası yeni çizim kavrayışlarının izini sürerek, çizimin anlamı ve potansiyelini günümüz olanaklarıyla değerlendirmektir. Tezin, mimari çizimin görünen unsurları dışında kalan içeriğine yoğunlaşması noktasında, Stan Allen'ın, mimarlıkta nesne-süreç, görünen-görünmeyen ilişkilerinin yeniden tanımlanmasına olanak sağlayan "alan kuramı" kuramsal temel oluşturmuştur. Bütünü oluşturan parçaların ilişkileriyle ilgilenen alan kuramı aracılığıyla, tasarımcı ve çizim arasındaki ilişkinin çizgisel anlamda dışavurumu olarak, arka planda kalan, ikincil olan, yardımcı çizgiler veya varsayılan çizgiler olarak kavramsallaştırılabilecek çizim unsurlarının, bir başka deyişle çizimin görünen bileşenlerinin arasında-dışında-arkasında kalan unsurların çizimdeki kurucu etkisi araştırmaya değer bulunmaktadır. Tezin yöntemi, tasarım disiplininin doğrusal olarak birbirini izleyen ilerlemeci bir yapıda olmadığı düşüncesini de göz önüne alarak, Horst Rittel'in öncülüğünü yaptığı tartışmacı yaklaşım olarak belirlenmiştir. Bu yaklaşımda tasarım düşüncesinin, "kötü" (wicked) doğası gereği, eşsiz ve karmaşık olduğu, kesin bir şekilde formüle edilemeyeceği savunulur ve ortaya konulan savın sorgulanması için tartışmaya açılması gerekir (Rittel & Webber, 1973). Buna göre araştırma, tartışmaya dayanan bir süreç olarak görülerek, mantıksal muhakeme, gözlemlerin yorumlanması ve konuya ilişkin yapılan diğer bilimsel çalışmaların oluşturduğu kanıtlama üçgeninden yararlanır (Metcalfe & Powell, 2000). Çizimi kuram ve pratik arasında konumlandıran çalışma, tasarım içeren kuramsal araştırma (design inclusive research) süreci olarak ele alınmıştır. Mimari tasarım sürecine ilişkin olarak, çizim pratiği üzerine kuramsal bir araştırma yapma noktasında bu yaklaşımın katkı sağlayacağı düşünülmektedir. Buradan yola çıkarak, konuyla ilgili yapılan yazın taraması ve tez kapsamında çizim üzerine yapılan deneysel çalışmaların yorumlanması aracılığıyla, mimari çizimin eylemsel niteliğini açığa çıkarmanın yolları araştırılmakta; günümüz olanaklarıyla çizim kavramı yeniden ele alınmaktadır. Mimari çizime ilişkin yazın incelendiğinde, görme biçimiyle yapma biçiminin çift yönlü bir etkileşim içerisinde olduğu görülmüştür. Bu sebeple ele alınan çalışma, çizimi "yazmak", "görmek" ve "yapmak" olmak üzere üç eksende ele almıştır. Çizimi "yazmak", onun görsel bir dilden alınıp yazılı bir dilin koşullarına çevrilmesi girişimi olarak, çizimi metinselliğin koşullarında yeniden üretmek demektir. Çizimi "görmek", çizimin nasıl ele alındığını / anlamlandığını belirlerken, çizimi "yapmak" ise, çalışmanın odağını çizimin nesnesinden sürecine yöneltmektedir. Çizim sürecinde "yapmak" eylemi, çizim düzleminde vücut bulup nesneleşmiş ve dondurulmuş bir düşüncenin, içsel ilişkilerini açığa çıkararak onu canlı, değişime açık, düşünsel derinliği olan bir varlığa dönüştürür. Bu açıdan çizim, eylem ile ilgili olup, düşünme ve yapma arasında bütünleştirici bir lehim olarak iş görür. Eylemler arasındaki her arakesit yeni bir ilişki açığa çıkarır. Çizimi diri tutan, sürekli güncelleyen, oluş halinde bir varlığa dönüştüren, bu ilişkiler olmaktadır. Bu sorgulamalar aracılığıyla, çizimin eylemselliğinin tüm bedensel duyular gibi, görselliği de ilgilendirdiği, ancak "eylem olarak çizimin" görünenden / gösterilenden fazlasını içeren bir potansiyeli olduğu sonucuna varılmıştır. Çizim, noktalar ve çizgiler gibi çizim düzlemindeki izler aracılığıyla vücut buluyor olsa da, bu unsurlar çizim sürecinin yalnızca bir bölümüne işaret eder. Çizimin görünmeyen içeriği, farklı zihinsel yapılanmaları, gerçeklikleri, çağrışımları ve henüz cisimleşmemiş tezahürleri açığa çıkarır. Bu yönüyle, mimari çizim aracılığıyla görünmeyeni fark etmeye çalışmak başlı başına eleştirel bir eylemdir. Bu bağlamda, günümüz koşullarında mimari çizimin görünen-görünmeyen ilişkilerinin yeniden ele alınması, mimari çizim alanında yaratıcı sonuçlar açığa çıkarabilir.
-
ÖgeMimari temsilde eleştiri oluş farklanmalarını sorunsallaştırmak(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2022-12-07) Mortaş, Mustafa ; Çebi Dursun, Pelin ; 502162009 ; Mimari TasarımDünya görüşleri, dünyayı ve evreni görme halleri farklılıklar gösterdikçe, çağlar boyunca mimari temsilin özne, nesne, imge, bilinç, düşünce, yargı ve eleştiri gibi kavramlarla olan ilişkisellikleri de farklılıklar gösterdiler. Mimari temsilin inşa edilme amacı güden baskın pratikleri aynı temsil kodlarını yapılarına aktarırlarken, inşa edilmeye yönelik olmayan mimari temsil ortamı kendi sözlükleriyle farklı mekansallıklara işaret ettiler. Bu tez iddiasını mimari temsilin inşa edilmeye yönelik olmayan alanındaki bu farklılıklar içinde/boyunca kuruyor. Bu alanda edimsel, edimselleşme ve virtüel kavramlarının mimari temsildeki anlamları ile görsel hallerini/olaylarını eleştiri, oluş ve fark bağlamlarında tartışıyor. Tezin tartışma strüktürünü ören yöntemsel yaklaşım, Deleuzecü oluş ve fark felsefesi ile Braidottici insan sonrası eleştirel kuram arakesitinde kurgulanıyor. Tez, üst başlığının içeriğini parçalarına ayırarak bu parçalardan kritik kavramsal kelimeler çıkarıyor. Tezin araştırdığı mimari temsil dönemleri boyunca içerikleri çıkarımlanan kelimeler, o dönemde açığa çıkan ve kavranan özne, kriz, ortam, reaksiyon ve eleştiri olarak ele alınabilirler. Eş zamanlılıkta bu çıkarımlar boyunca sorunsallaştırmaya tabi tutulan kavramlar ise nesne, imge, mimari temsil ve virtüel/edimsel olarak düşünülebilirler. Tezin üst başlığını parçalarına ayırarak çıkarımlama ve sorunsallaştırma pratiklerini açığa çıkardığım tüm bu kavramsal kelimeleri ise, oluş ve fark mefhumlarının mimari temsildeki çeşitlenen hallerinin izlerini sürmek adına tartışıyorum. Bu anlamda tez içeriğinde dört farklı özne kurulumu ile dört farklı epokhal ontolojik krize yer veriyorum. Klasik öznede mimari temsili nesneleştirme edimselliğini, öznenin imgeyi bilinç içi araçsallaştırması bağlamında izdüşüm ve perspektif pratikleriyle çıkarımlıyorum. Nesneyi bilinci içerisinde psişik bir şey olarak konumlandıran klasik öznenin mimari temsilde yargı veren ve yöneten eleştirel dualitesini, başı ve sonu belirlenebilir edimsel alanda tartışıyorum. Klasik öznenin imge, nesne ve mimari temsilde yargı veren, tek odaklı dualistik araçsallığının birinci epokhal ontolojik krizi doğurduğunu keşfediyorum. Birinci epokhal ontolojik krizin kritik reaksiyonunu bir modernlik itirazı bağlamında fenomenolojik yönelimsellikle anlamlandırarak tez çalışmasında mimari temsil ve imgeyi bilincin dışında bir tür edim olarak kavramaya geçiyorum. İkinci özne kurulumu olan yönelimsel öznede epokhe kavramının eleştirelliği eleştiri oluşa açtığını, mimari temsil nesnesini bilincin dışında bir bilinçlilik türüne dönüştürdüğünü savunuyorum. Yönelimsel öznenin inşa edilmeye yönelik olmayan mimari temsil alanında, montajın çok odaklı bitimsiz gezinti kurgusunda edimselin virtüelleşmesini, aksonometrik avangardın saydamlaşma ve yönelim kaybı atmosferinde edimselleşmenin virtüelleşmesini, sürreal imgenin ise bilinçaltı arzularda öznenin nesneleşmesi, nesnenin de özneleşmesi bulanıklığında virtüel-edimsel karışmasını karşılayabileceklerini iddia ediyorum. Fenomenolojik öznenin edimselliği terk ettiği mimari temsil alanında oluşun izlerini daha çok farklılaşma izleğiyle çıkarımlıyorum. İkinci Dünya Savaşı sonlarına doğru mimari temsil ve özne kurulumunda da radikal kopuşlar ve parçalanmalar açığa çıkmasıyla birlikte üçüncü özne hali olan postmodern özne ve onun eleştirel mimari temsil alanını açımlamaya yöneliyorum. Bu alanda çıkarımlanan ikinci epokhal ontolojik krizin reaksiyonunu modernlikten radikal bir kopuş bağlamında postizmlerin dekonstrüktivist anti-şehir ütopyaları ile tartışıyorum. Anti-şehir ütopyalarının kolektif bir sosyal bilinçlilikle mimari temsilde eleştiri oluşu değil, eleştirel geleneği devam ettirdiklerini, böylelikle temsilde edimselleşmenin edimseli arzulamaya geri dönmüş olabileceğini iddia ediyorum. Bu bağlamda postmodern özne ve onun anti-şehir edimselliği, oluş meselesinden koptukları için tezin çalışma alanına girmiyor. Seksenli yılların ortalarına gelindiğinde ise inşa edilmeye yönelik olmayan mimari temsil ortamında radikal bir kırılmanın vuku bulduğunu savunuyorum. Bu kırılmanın, seksenli yılların ortalarında başlayan enformasyon ve görüntünün hızlı dolaşımı ile birlikte mimarlık kuramının sonunun gelmeye başladığını haber eden hiperepokhal ontolojik krize karşı bir reaksiyon olabileceğini açığa çıkarıyorum. Lebbeus Woods mimarlığı ile çıkarımladığım bu radikal kırılma, mimari temsilde eleştiri oluşun virtüel olay farklanmalarını tetikleyen insan sonrası bir alana geçişi kurguluyor. Tezin iddiasına göre bu dönemde baskın bir insan merkezli eleştirellik, parametrisizm ve eleştirel sonrası sonuç odaklılığı savunmasıyla yeni bir tür krize sebebiyet veriyor. Bu krize epokhal-ötesi ontolojik kriz ismini veriyorum. Böylelikle tez, dördüncü özne hali olan insan sonrası oluş ile epokhal-ötesi ontolojik krizin reaksiyonu bağlamında montaj-oluş, organsız-beden oluş ve protez-oluş olaylarının mimari temsildeki virtüel farklanmalarını sorunsallaştırma alanında genişleyerek açımlanıyor. Tez, inşa edilmeye yönelik olmayan mimari temsil alanındaki insan sonrası oluşun virtüelliğinde farklılaşmanın hiçbir haliyle yer alamayacağını, temsilde olay farklanmalarının açığa çıkıp duruyor olduğunu iddia ediyor. Bu iddia, Woods mimarlığını yanına alarak, yirmibirinci yüzyıldaki iki örnek olay olan Bryan Cantley ve Ryota Matsumoto temsilleri ile kapma-oluşun yaratıcılığı bağlamında sorunsallaştırılarak virtüel farklanma kavramında tartışmaya açılıyor. Oluş farklanmaları ve insan sonrası düşüncedeki kuramsal kavrayışların, hayallemeye, tarihselci doğrusallıktan kaçmaya ve kavramsal eleştiri oluş temsilleri yaratmaya imkan tanıdığı savunularak, Cantley'nin mechudzu veya eşiksel-sonrası bulanma gibi kavram yaratımları makinik-prostetik kapma-oluş atmosferlerinde tartışılıyor. Cantley'nin atmosferindeki oluş farklanmaları, olayın içinde kalarak, protez ve organsız bedenin olanaklarıyla gerçekleşenlerin aralarına ve çatlaklarına sızarak, aşinalığımızın tersyüz edilmesi ve yersizyurtsuzlaşma aracılığıyla araştırılıyor. Ryota Matsumoto'nun mimari temsil atmosferi ise, kentsel biyoteknolojik ve morfogenetik oluş farklanmalarının virtüel alanda kalan yaratıcı olayları etrafında ve boyunca çıkarımlanıyor. Bu temsil alanında mimarın klasik özne alışkanlıklarını benimsemeyişi, teknolojiden teknoloji aracılığıyla çıkan bir insan sonrası alanın eleştirelliğini olumlaması, edimselleşmenin farklılaşan sonlu olumlamaları yerine virtüelliğin farklanan saf olumlamalarındaki kapma-oluşlarında yaratıcılığa uğruyor olduğu açığa çıkarılıyor. Tez, inşa edilmeye yönelik olmayan mimari temsil alanında edimselleşmenin farklılaşmaları pratiklerinde yaratıcılıktan bahsedilemeyeceğini, yaratıcılığın bilindik öznesiz virtüel olay farklanmalarındaki montaj-oluş, organsız beden-oluş ve protez-oluşlardaki kapma-oluş dinamiklerinde açığa çıkabileceğini, bunun da özne ile hiçbir ilgisinin bulunmadığını iddia ediyor. Çalışmanın kendi yönetimsel kodları ve geleneksel konformizmiyle güvenli sularda gezinen bilinçli mimarlık öğrencisi ve mimar personasının temsil dilindeki felsefi/politik aktarımını yeniden gözden geçirmesi ve sorunsallaştırmasına olanak tanıyacağını düşünüyorum. Daha da kritik olanı, yaratıcılık olduğu düşünülen mimari temsildeki edimselleşme farklılaşmalarının kendisini edimselin olumsuzuna doğru hazırlıyor olduğunun; bunun yaratıcılık ve farklanma ile ilgisinin olmadığının anlaşılması gerekliliğini mimari temsilde eleştiri oluş farklanmaları bağlamında gündeme getirme niyeti taşıyorum.
-
ÖgeMimarlıkta otantiklik teknolojileri kartografisi: Teknik aracılar, özneleşmeler ve mimarlık kültürü(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2023-04-10) Balcı, Hüseyin Furkan ; Uz, Funda ; 502162011 ; Mimari TasarımOtantiklik, mimarlık kuram, eleştiri ve tarihyazımı içerisinde sıklıkla başvurulan bir kavrayış türünü cisimleştirir. Mimari nesneyi kendinden başka bir şey olmaya zorlayan kurumların, makinelerin, kitapların, mimari biçimler hafızasının ve bunun gibi pek çok şeyin ötesine geçme arzusu, bugün bile, mimarlık kuramları içerisinde varlığını güçlü bir biçimde sürdürür. Ele alınan olgunun doğasının, canlılığının, yaşamının hakiki prensiplerine başvuran ve bu olgunun yeniden anlaşılmasını hedefleyen strateji, mimarlık düşüncesinde hala üretkenliğini korur. Bu çalışma, mimarlık bilgi alanları içerisinde görünür hale gelmiş farklı otantiklik kavrayışlarına dair, bu kavrayışların medya teknolojileri ile kurduğu ilişkileri merkezde tutan bir perspektiften, bir kartografi üretme girişimidir. Araştırma, "otantiklik teknolojileri" kavramını eleştirel bir araç olarak önerir ve bu kavramı mimarlık kuramı, tarih ve eleştirisi içinde, mimari nesnenin hakiki bir biçimde kendisi olarak üretilmesinde, ifade kazanmasında ve aktarılabilmesinde işlev gören, söylemsel ve teknolojik bileşenler ile işleyen bir dizi operasyon olarak tanımlar. Bu operasyonlar aracılığı ile, mimari nesnenin kendinden daha geniş bir dizi hakikat ile bağlantısı kurulur. Bu bağlantı kültürel hafıza ve bu hafızanın parçası olarak barındırdığı mimari biçimler arasında yeni değer hiyerarşileri örgütler. Bu çalışma kapsamında, otantiklik teknolojilerine başvuran altı kuramsal hat değerlendirilmeye alınır ve bu hatların birbirileri ile kurdukları süreklilikler/süreksizlikler işaret edilir. Bu hatlar Marc-Antoine Laugier'in, Augustus Welby Northmore Pugin'in, Eugene Emmanuel Viollet-le-Duc'ün, Hendrik Petrus Berlage'ın, Archizoom'un, Superstudio'nun mimarlık söylemleri ve mimarlıkta kuram-sonrasına yönelik tartışmalar üzerinden geçer. Bu kuramsal teşebbüslerin otantiklik teknolojilerini işlevsel kılma biçimlerine dair eleştirel bir değerlendirme yapılır. Bu kuramların hafızaya, doğadaki ve yaşamdaki işleyişlere başvurma biçimi sorunsallaştırılır ve mimarinin bu işleyişler ile kurduğu bağlantılara odaklanılır. Araştırma, mimarlık bilgi alanları içinde işe koşulan otantiklik teknolojilerine kartografik bir yöntem çerçevesinde temas eder. Bu temelde, bütüncül bir tarihsel anlatı ya da bir gelişim çizgisi ortaya konulduğu iddiası üstlenilmez. Hedeflenen, otantiklik teknolojileri kavramının yüklendiği zeminde, mimarlıkta hakikati dürüst bir biçimde ifade etmeye yönelen kanonların, kullandıkları medya teknolojilerinin failliği vurgusunu akılda tutan, eleştirel bir okumasıdır. Bu çerçevede başka eleştirel değerlendirmelere ve yeniden sınıflandırmalara açık, bir çeşit envanter ortaya koyulması hedeflenir. Bu tekniklerin ve teknolojilerin birbirileri ile kurdukları birtakım süreklilikler ve süreksizlikler işaret edilmeye çalışılır. Araştırma metninin birinci bölümde, otantiklik teknolojileri kavramının kuramsal öncülleri işaret edilir. Mimarlıktaki otantiklik arzusuna yönelik bu türden bir sorgulamaya dair güncel bir aciliyet üreten; doğanın, yaşamın, evrenin medya teknolojileri tabanında yeniden tanımlanmasına yönelik, tarihsel bir bağlam açıklanmaya çalışılır. Bu tarihsel bağlam gerek eleştirel kuramlarla gerekse de mimarlık disiplini içerisindeki bir dizi üretimle yakın ilişkiler kurmuştur. İkinci bölüm, otantiklik arzusunun, Marshall Berman'ın, Lionel Trilling'in ve Friedrich Kittler'in çalışmaları üzerinden tarihsel, toplumsal ve medya teknolojik inşasını ele alır. Erken Aydınlanma döneminde, öznenin doğa ile kurduğu ilişkinin kavranma biçiminde meydana gelen önemli bir dönüşüm işaret edilir. Otantiklik, özneden ayrışık bir varoluşa sahip olan toplumun hatalı, bozulmuş, çürümüş, mekanikleşmiş bileşenlerinden öteye geçmeye, tüm bunların altında yatan, maskelenmiş, saklanmış gerçekleri açığa çıkarmaya muktedir, birleştirici bir öznelik türünün inşası ile ilişkilendirilir. Bu çerçevede, vaka incelemelerini oluşturan üçüncü bölümde tartışmaya açılan ilk otantiklik teknolojisine, doğayı, mimarlığın kompozisyonunda barındırması gereken çeşitli ideaları açığa çıkaran kaynak olarak değerlendiren Marc-Antoine Laugier'in mimarlık kuramı içerisinde rastlanır. Laugier'in gereksinimler temelleninde şekillenen mimarlık kuramı, Erken Aydınlanmanın enformasyonel yapılanmasında gerçekleşen dönüşümlerle birlikte değerlendirilir. Mimarlığın geri döndürülmesi gereken bir altın çağ temasının, metinsel hafızanın saklanmasına yönelik sorunlarla ilişkisine dair bir dizi eleştirel okuma gerçekleştirilir. Ele alınan ikinci otantiklik teknolojisi ise Augustus W. N. Pugin'in görülebilir bir dürüstlük temelinde anlamaya çalıştığı Katolik Hristiyan Mimarlığı kuramsal girişimlerdir. Pugin, yayımladığı bir dizi kitap ile hakiki bir mimarlığın en son 15. yüzyıl İngilteresinde gerçekleştiğini, 15. yüzyıldan itibaren mimarlığın hakiki bir biçimde kendisi olma, olduğu gibi görünme prensibini bir kenara bıraktığını ve 19. yüzyıl'da İngiltere mimarlığının içinde bulunduğu tüm buhranın harmonik bir toplumun çeşitli sebeplerle terk edilmesinden kaynaklandığını ifade eder. Üçüncü otantiklik teknolojisi, Eugene Emmanuel Viollet-le-Duc ve Hendrik Petrus Berlage hattında takip edilebilen, evrensel bir geometrik üsluba sahip doğa kavrayışında temellenir. Buna göre doğadaki nesneler, mikro düzeydeki kristallerden, büyük jeolojik biçimlenmelere kadar; tüm evrene yayılmış geometrik bir matris içerisinde cisimlenirler. Bu prensip evrenseldir ve bir bakıma tüm mimarlık tarihine çeşitli biçimlerde nüfuz etmiş, mimarlığın farklı coğrafyalarda organik bir biçimde serpilip gelişmesinde rol oynamıştır. Dördüncü otantiklik teknolojisi, Lous Sullivan'ın 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında, Amerika Birleşik Devletleri bağlamında ortaya koyduğu mimarlık kuramı içerisinde teşhis edilir. Sullivan, amnezik bir biçimde doğaya dönüldüğünde; biçim ve işlev arasında bir karşılıklılık olduğunu teşhis eder; mimarlık ortamını ele geçirmiş olan çeşitli sorunlar, bu bağlantının yitirilmesinden kaynaklanmaktadır. Beşinci otantiklik teknolojisi, Archizoom ve Superstudio'nun radikal mimarlığında teşhis edilir. İki grup da, eleştirel kuramla ilişkili olarak, 19. yüzyıldan itibaren kentleri örgütlemeye çalışan altyapı sistemlerini kullanarak, kapitalizm ve yabancılaşma sorununu bir oyun alanı haline dönüştürür. Teşhis edilen altıncı otantiklik teknolojisi, hayatın ve canlılığın enformasyonel bir kavranışına başvurarak kuramın mimarlık kültürü içerisindeki yerini sorunsallaştıran kuram-sonrası tartışmalarıdır. Bu tartışmalar, kuramı hayatın önceden tanımlanmış, indirgenmiş bir hali ile olmakla suçlar; mimarlık pratiğinin artık bu türde bir araca olanak veremeyecek kadar hızlı bir biçimde değişen bir ağ içerisinde harekete geçtiğini vurgular. Çalışmanın dördüncü bölümünde, mimarlıkta, tüm bu kuvvetli otantiklik kurgularının üretkenliğine rağmen başkası olmaktan çekinmeyen girişimler, inotantiklik, tematize edilmeye çalışılır. Araştırma bu bölgenin zaten mimarlık bilgi alanı içerisinde, sıklıkla operasyonel bir araç olarak kullanılmakta olduğunu teşhis eder ve bu aracın üretken bir biçimde kullanıldığı çeşitli durumlara yönelik bir tartışma yürütür. Zira inotantiklik, kimliğe, müellifliğe ve benzeri kavramlara yönelik kapsamlı bir dizi sorgulamanın da zemini haline dönüşür. Bu bölüm içerisinde değerlendirilen, Alejandro Zaera-Polo'nun "Hokusai Dalgası" stratejisi, Frank Gehry'nin 1980'lerden 1990'ların ortasına kadar araştırdığı ikonografik mimarlıklar, Superstudio'nun "Barnum Jr.'un Muhteşem ve Harika Şehri" gibi girişimler üzerinden, mimarlığın ahlâki sorumluluklarına rağmen, "başkası olma" temasının mimarlıkta üretken bir biçimde nasıl harekete geçirilebileceği tartışmaya açılır. Sonuç bölümünde ise mimarlığın araştırma süreçlerini yürütmesi için, kendini bir otantiklik argümanına yaslamasının zaruri olmadığı vurgulanır. Ancak yine de, tam da yukarıda sıralanan bu stratejilerin farklı alanlardaki üretkenliği göz önünde bulundurulursa, kasıtlı bir antagonizma kurmaya yönelik bileşenler barındıran otantiklik teknolojilerinin, mimari araştırmayı sürdürmeyi sağlayacak bir mimari anlatı aracı olarak ehlileştirmenin olası olduğu tartışılır. Yani hem otantiklik argümanlarının hem de çeşitli başkası olma performanslarının, mimari projeyi çeşitli derecelerde meşrulaştıracak, daha geniş çevrelere ve ekolojilere bağlayacak aygıtlar olarak kullanılabileceği belirtilir.
-
ÖgeMüşterek bir mimarlık imkanı: Herkes İçin Mimarlık Derneği(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2022-07-25) Gündoğdu, İbrahim Emre ; Kahvecioğlu Paker, Nurbin ; 502122011 ; Mimari TasarımBu tez çalışması 2000'ler çevresinde mimarlık sahnesinde sesleri daha çok duyulmaya başlayan ve geçmiş örneklerden farklı olarak daha fazla devamlılık kazanmaya başlar gözüken alternatif kolektif mimarlık pratiklerini incelemektedir. İncelemenin ana örneği tez yazarının da aktif bir parçası olarak konuya içeriden baktığı Herkes İçin Mimarlık Derneği'dir. Bu içeriden bakışı dengeleyen bir unsur olmanın yanı sıra, tezin kuramsal çerçevesini de oturtan kavram ise müşterekler olmuştur. Müşterekler, alternatif kolektif mimarlık pratiklerinin küresel çaptaki alternatif hareketlere bağlanarak amaçlarını daha kapsamlı sorgulamalarını sağlayan ve yapılarını güçlendirebilecek bir kavram olarak öne çıkmaktadır. Bu pratikler dönüşümünü amaçladıkları hakim üretim ve yaşam biçimleri üzerinde anlamlı bir şekilde etki edebilmek için mimarlık alanı içine sıkışmamalı ve çok farklı biçim ve zamansallıklarda olabilecek olsa da süreklilik arz eden tutum ve politikalara sahip olmalıdırlar. Tez çalışması bu tutum ve politikalar için olası yolları araştırmaya çalışıp, ele aldığı örnekler itibarıyla pratiklerin mevcut durumlarını ve geleceğe yönelik imkanlarını sorgulamaktadır. Tezin kuramsal çerçevesinin oluşturan müşterekler kavramı tarihsel durumundan başlayarak ele alınmaya başlanmıştır ancak, tarihsel boyutundan öte özellikle 1990'lar ile birlikte müşterekler siyasetinin ivmelenen 'alter-küreselleşme' hareketleri için nasıl besleyici bir fikirsel altlık oluşturduğu ön plana çıkarılmıştır. Müştereklerin hem tarihsel hem güncel ele alınışında kaynaklar meselesi ön plana çıkmaktadır. Bu kaynaklar sadece maddi kaynaklar ile sınırlı kalmayıp, müştereklerin oluşturulması gereken yapılar olduğu da düşünüldüğünde 'gayrimaddi emek' ya da başka türlerde tanımlanabilecek geniş bir yelpazede çeşitlenmektedir. Kaynakların çeşitliliği üzerinden ele alınış tezin müştereklere ve mimarlık alanına bakarken kullandığı ana hatlardan biri olmuştur. Hakim neoliberal politikalarının nasıl tanımlandığı ve buna karşı pozisyonların nasıl alındığına bakılırken de, neoliberal politikalara mimarlık alanına yansımalarına dair eleştiriler ve müşterekler tartışmasını mimarlık alanına doğru çeken söylemler, kuramsal çerçevenin mimarlık alanı ile birleşmesini sağlayan bir geçiş oluşturmaktadır. Kuramsal çerçevenin ana bileşeni olarak müşterekler yer alırken, mimarlık alanına doğru çerçeve genişlediğinde, alanın içindeki katılımcılık tartışmalarının geçmişinden başlanarak bugüne gelinen bir yol izlenmiştir. Katılımcı mimarlık tartışmaları, 20. yüzyıldaki sürecinde ilk etapta başarısızlıkla sonuçlanmış örnekler veren, akabinde gelen 'star mimar' özneler dönemini engelleyememiş çabalar olarak görülebilir. Ancak bu tekil öznelliklerin mimarlık alanı ile sosyal ve çevresel açılardan Dünya için zararlı olduğu görüldüğünden beri mimarlık alanı birlikte üretimlere doğru yönünü çevirmiştir. Günümüzde ana akım mimarlık içinde de birlikte üretmek, hatta bazen katılımcılık kullanılabilir yöntemler olabilmekteyken; alternatif kolektif pratikler, mimarlığın kimler için, kimlerle, nasıl, neler ile yapıldığı konusunda ana akımdan farklılaşan saiklerle yol almaktadır ve kendileri doğrudan dile getirmediğinde bile dönüşüme yönelik politik angajmanlarla hareket etmektedirler. Tez çalışması bu kimi zaman örtük politik angajmanları müşterekler siyaseti üzerinden değerlendirmeye çalışmıştır. Müşterekler ve devamında katılımcı mimarlık tartışmaları üzerinden kurulan kavramsal çerçeveden sonra tezin ana değerlendirme örneğine geçmeden önce, kavramsal çerçeveyi örneklerle desteklemek adına kaynak, eğitim ve organizasyon başlıklarında Dünya ve Türkiye'den 12 alternatif pratik değerlendirilmiştir. Herkes İçin Mimarlık Derneği bir önceki bölümde yapılan kategorizasyon içerisindeki aynı konulara değinilecek şekilde söylem, yapı ve eylem başlıkları altında, tezin kuramsal çerçevesi açısından ve diğer benzer örneklerle de kıyaslanarak incelenmiştir. Söylem başlığında derneğin ürettiği metinlerden faydalanılırken, yapı başlığındaki incelemeler üyeler, katılımcılar ve kullanıcıları içerecek biçimde dernek işlerine dahil olan bileşenlere ayrı ayrı bakılarak yapılmıştır. Eylem başlığındaki örnekler ise, tezin kuramsal çerçevesiyle birlikte değerlendirilmesi anlamlı bulunan, zaman içerisinde derneği söylem, yapı ve eylemleri üzerinde etkili olduğu düşünülen işler arasından seçilmiştir. Derneğin incelenmesinde tez yazarının 10 yıllık periyoddaki deneyimi, incelemeleri ve araştırmalarından yola çıkılırken, karşılaştırma örneklerinde de yazılı, görsel kaynak kullanımının yanı sıra tez yazarının bu pratiklerle doğrudan temasları bulunmuştur. Kavramsal çerçeve ve alternatif kolektif mimarlık pratiklerinin bu çerçeve uyarınca değerlendirilmesinden sonra sonuç bölümünde öncelikle Herkes İçin Mimarlık Derneği müşterekler açısından ele alınmış, ardından mimarlık müştereklerinin yapıları için öneriler ile tez sonlandırılmıştır. Herkes İçin Mimarlık katılımcılık söylemini kurulduğu günden bu yana, anlamını kaybetmeyecek şekilde kullanmamaya belirgin bir hassasiyet gösterek dile getirmiş ancak yine söylemlerinde kendini doğrudan bir müşterek olarak tanımlamamıştır. Bundan sonraki süreçte derneğin müşterek tanımını kullanıp kullanmaması en kritik mesele olarak görülmemekle birlikte, mimarlık üretimini mimarlık alanı içine sıkışmadan, toplumsal meseleleri dert edinen bir şekilde yapmayı başlangıçtan itibaren ifade eden ve uygulamaya çalışan bu yapı için, müşterekler siyasetinin ve yapılarının farkında olmak ve bu yönde hareket etmek, amaçlarını kuramsal ve pratik açılardan sağlamlaştıracaktır. Alternatif kolektif pratiklerin ise mimarlık alanı içerisinde katılımcı söylemleri tekrar, ancak anlamlarını açarak ve uygulama sahalarını genişleterek geliştirdikleri görülmüştür. Mesleki sorumluluk kaygılarıyla eşdeğer biçimde mesleki tahakküm kurmamayı amaç edinen bu pratikler için, bazılarının söylem ve eylemlerinde de gözlemlenen, farklı pozisyonları yatay hiyerarşik düzlemlerde bir araya getiren 'şenlikli' üretim biçimlerinde çalışmak müşterekliğe giden yolda önemli gözükmektedir. Bu üretim biçimleri mimarları yine bir çok farklı durumu içerisinde bulundurabilecek, kendi içinde ve mimarlık alanı dışıyla da ortaklaştıran imkanlar sağlayan 'tasarımcı-inşacı' kimliklere doğru yaklaştırmaktadır. Tez çalışması son sözü olarak, bu kimliklerle oluşan ve sürdürülen müştereklerin, çevrenin, toplulukların, sosyal ve ekonomik hayatın giderek artan krizlerle boğuştuğu bir çağda, bu sorunlara karşı verilen mücadelelere dahiliyetler ve yeni bir Dünya yaratmak için gerekli olduğunu dile getirmektedir.
-
ÖgeOrijinalkopya bir mimarlığa doğru: Mimarlıkta bir yüzer gösteren(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2022-09-23) Söhmen Tunay, Zeynep Gül ; Uz, Funda ; 502122024 ; Mimari TasarımBaşta sanat ve mimarlık olmak üzere tüm yaratıcı pratikler için "orijinallik" merkez bir kavramdır. Bilginin çoğalması ve yaygınlaşması ile üretimin zaman içinde dönüşen, bazen özelleşmiş, bazen anonimleşmiş interdisipliner kurgusu, orijinallik tartışmalarının ivmesini değiştirmiştir. Bu tartışmalar, edebiyat, çağdaş sanat, tasarım, müzik, yazılım vb. birçok yaratıcı pratikte yapıların/yapıtların belirli hiyerarşik algılara yerleştirilmesine aracılık etmişlerdir. Mimarlık, özellikle orijinal ya da kopya olma tanımlamaları ile sınırları sürekli yeniden çizilerek bu tartışmaların merkezinde yer almıştır. Bugün mimarlıkta şu sorularla karşı karşıyayızdır; orijinallik mevhumunu, günümüzün değişen koşulları ışığında, bundan yüz yıl önce olduğu gibi "orijinal" ve "kopyanın" katı semantik sınırlarına inanarak yapmak ne derece geçerlidir? Dilsel sınırların etkisi altında var olan mimarlık kültürümüzde, orijinal ve kopyayı, dilimize geçtikleri dillerdeki semantik sınırlarıyla tartışmak hiç mümkün olmuş mudur? Bu tez çalışmasında, bir ikili karşıtlıktan doğmuş karar-verilemez bir öğe olan "orijinalkopyayı" oluşturan kavramların metafizik karşıtlıklarını ortaya çıkararak mimarlık düşüncesine içkin değerini sorgulamak ve iki anlamlılığa indirgenemeyecek bir saçılma ile semantik ufku hakkında fikir edinmek amaçlanmaktadır. Bu semantik kapsamından yola çıkılarak mimarlıkta değişken anlamlara sahip orijinalkopyanın bir "yüzer gösteren/imleyen"(floating signifier) olarak mimarlığın anlamına nasıl dahil olduğunun açıklanması amaçlanmaktadır. Yüzer gösterenler, hiçbir gerçek nesneye işaret etmeyen ve üzerinde anlaşmaya varılmış bir anlamı olmayan bir sözcük, göstergebilim ve söylem analizinde üzerinde ortak bir kanıya varılmış göndergesi olmayan gösterenlerdir. Orijinalkopyayı bir yüzer gösteren olarak ele alabilmek öncelikli olarak Derrida'nın yapısöküm felsefesi ve orijinalkopya kavramı arasında kurulmuş bağlantıların mevcudiyetinin göstergesidir. Mimarlıkta orijinalkopya gibi bir terimin doğuşunun, mimarlıkta yapısökümün tezahürüyle doğrudan ilişkili olduğu düşünülmektedir. Yapısöküm bir olgunun içine dışarıdan eklemlenebilecek herhangi bir teori değildir. Metnin içinde var olur. Orijinalkopyanın mimarlıkta yapısöküm ile olan bağını keşfetmek, araştırma kurgusunu şekillendiği süreçte önemli bir rol oynamıştır. Araştırma kurgusunun ilk aşaması orijinal ve kopya arasındaki ilklik ikincillik hiyerarşilerinin tarihsel bir boyutta inşasında rol oynayan sözlüklerde verili anlamlarının karşılaştırmalı bir okumasını kapsamaktadır. Ancak, metinlerde anlam bağlam ile ilişkili olarak kurulurken anlam bağlamın içinde inşa edilmektedir. Derrida'ya göre hiçbir anlam tanımlanabilir değildir. Her gösteren diğer bir gösterene işaret eder, metin her tekrarında başka metinlere açılırken, anlam da bir metinden diğerine, bir bağlamdan diğerine ertelenecektir. Bu nedenle orijinalkopya gibi bir kavramın semantik katmanları üzerine yapılacak bir çalışmanın, yalnızca, anlamı bir gösterenden diğerine sabitleyen temel kaynaklar olan sözlüklere dayalı bir araştırma sonucunda ortaya koyulması imkânsızdır. Bu nedenle ikinci bir aşama olarak, tez çalışmasında orijinalkopyanın ve onu önceleyen neolojizmlerin izlerini sürmek, anlamsal saçılmalarını ortaya koymak amacıyla mimarlıkta çok özel bir metin türü olan manifestolarda yer alan "orijinal" ve "kopya" üzerine söylemlerin eleştirel bir çözümlemesine gidilmiştir. Türkçede kullandığımız terimler yabancı dillerden dilimize geçmiş olsalar da kaynak dildeki anlamlarıyla aynıymış gibi ele alınırlar. Bu çevirinin sonucunda bir farklılaşma beklenmez. Bu durum belirli bir mimarlık terimine dilimizde icat edilmiş yerli sözcükler için de aynı şekilde gerçekleşir. Original ve özgün, imitation ve taklit aynı kabul edilir. Tezin sorunsalı iki önemli soruyu önümüze sermektedir. İlk olarak, mimarlıkta orijinalin ve kopyanın semantik sınırları ve birini diğerine üstün kılan karşıtlık ilişkisi her daim var olmuş mudur? Yoksa orijinal ve kopya hep karşıtına dönüşmeye açık bir antagonizmanın mı ürünü olmuşlardır? İkinci soru ise, dilimizde orijinalkopyanın mimarlık ve sanat alanında kapsadığı semantik alan İngilizcedeki ile aynı mıdır? Bu aradaki çeviride neler kaybedilmekte ve kazanılmaktadır? Bu noktadan sonra tez çalışmasının araştırma kurgusunun şekillenmesinde önemli rol oynayan orijinalkopya sözcüğünün dil bilgisel özellikleri tezin ikinci bölümünde incelenmiştir. Orijinalkopya'nın bir neolojizm ve bir oksimoron olmasından ileri gelen karakteri yapısökümcü felsefe ışığında bir neografizm ve bir "yüzer gösteren" olarak yorumlanmıştır. Bu kavramlar bu bölümde açıklanmıştır. Orijinalkopyanın temelde bir yapısöküm olarak okunması tez sürecinde araştıma kurgusunda önemli dönüşüm yaratmıştır. Araştırma kurgusu kapsamında Derrida'nın ilklik ikincillik, karar verilemezlik, saçılma, köken ve différance kavramları üzerinden değerlendirildiğinden yapısöküm düşüncesine ait kavramsal altyapıya yer verilmiştir. Bu bölüm içerisinde söylem analizine felsefi yaklaşım ve Derrida'nın söylem araştırmalarını bıraktığı noktadan itibaren tezde nasıl ele alınacağı üzerinde durulmuştur. Tezin üçüncü bölümünde orijinal ve kopya sözcüklerinin tarihe dayalı sözlük araştırmasına yer verilmiştir. Sözlük birimler, madde karşılıklarında çoklukla ötekini de dâhil etmişlerdir. Orijinal sözcüğü günümüzde on sekizinci yüzyılda geldiği anlamları taşımamaktadır. Benzer bir şekilde kopya da İngilizce de bolluk anlamından daha güncel "türev olma" anlamında doğru geçiş yaşamıştır. Zaman içinde yaşanan bu değişiklik sözcüğün anlamını bir çeşit çokluktan "orijinalliğin kıt ve nadir olması" anlamına doğru ilerletmiştir. Sözcüğün pozitif bir anlam barındıran ilk halinden, tüm değerini orijinalinden türemiş olmasından alan ikinci anlamına doğru geçtiği görülür. Günümüzde kopya sözcüğü anlamını orijinal bir kopyayı da kapsayacak şekilde genişletmiş görünmektedir. Sözlük araştırmalarıyla bağlantılı olarak yalnızca orijinal sözcüğü değil "origin"(köken) ve "originality"(orijinallik) sözcükleri de sözlük araştırması kapsamında incelenmiştir. Aynı şekilde kopya sözcüğünün "imitation" ve "mimesis" kavramlarıyla olan bağı göz önünde bulundurularak, araştırmada yalnızca "copy" değil "imitation" ve "mimesis" kavramları da dikkate alınmıştır. Orijinal ve kopya arasında bulunduğu var sayılan ilklik ikincillik hiyerarşisi, iki sözcüğün sözde karşıt anlamlardan ibaret olmadığı, birbirlerinin anlamlarını tarih boyunca içerdikleri gözlemlenerek açık edilmiştir. Tezin beşinci bölümünde mimarlık manifestosuna ve onun yapısöküme dayalı karakterine yer verilmiştir. Hem bir yıkım hem bir yeniden doğuş niteliğinde olan manifestolar yapısı gereği önce yıktığı hâkim düşünceye bir ağıtı sonra da bir devrimi haber veren tezatı ve coşkuyu aynı anda barındıran metinlerdir. Manifestolar, "orijinal" ve "kopya" sözcükleriyle, geçmişte üretilmiş olan ile bir hesaplaşma içerisindeyken, bir "yeni"yi ortaya koyan araçlar olmaları yönünden yakın ilişkiler içerisindedirler. Tezin bu kısmında "orijinal" ve "kopya" sözcüklerinin, mimarlığın geleneğine karşı duran, onu yeniden inşa eden metinler olarak kabul edilen mimarlık manifestolarındaki anlamları incelenmektedir. Mimarlık manifestolarında belirli bir fikri daha az sözle ortaya koymak amaçlı sık sık karşıt sözcüklerin bir arada kullanımlarına veya yeni birleşik neolojizmlerin icat edilmesine başvurulur. Manifestonun biçimselliği, üslubu ve başvurduğu kelimeler, o dönemin medya araçlarının kültürel bir temsili ve sonucudur. Eğer postmodern dönem Modernizmin despotik dilinin bir tezahürü olan mimarlık manifestosunun sonunu, mecaz, kinaye ve taklit ile hazırlamışsa, dijital dönem de her türlü imi "kopyalayıp-yapıştırdığı" paylaşımlar, anonim üretimler ve serbest dolaşan imgelerle getirmiş, eylem ve manifesto arasındaki her türlü hiyerarşinin ortadan kalkmasının bir sonucu olarak bildiğimiz anlamda manifestonun sonunu getirmiştir. "Yeni" olmayan bir manifesto nasıl oksimoronsa "çokluk" içinde bir manifesto oksimoron bir algı yaratır. Bu nedenle mimarlık manifestoları bu çalışma kapsamında söylem analizi için yalnızca bir kaynak değil aynı zamanda mimarlık üretiminde günümüzde orijinalkopyanın sanat ve mimarlıkta tezahürüne yönelik bir örnek olarak ele alınmaktadır. Söylem analizi sonucunda, bu iki kilit kavramın anlamlarının geçtiğimiz yüzyıldan bu yana nasıl tersyüz olduğu görülmüş, bu değişim bir grafik olarak görselleştirilmiştir. "Yapısökümcü mimarlık" (deconstructivist architecture) mimarlığa yeni bir bakış açısı getiren, klasik düzenin ya da modernizmin anlamsal kurallarını yerle bir eden örnekleriyle mimarlık tarihinin belirli bir dönemiyle kısıtlı kalmıştır. Ancak "yapısökümcü mimarlık" başlığının dışına çıkıldığında, mimarlıkta yapısökümcü bir mantığa sahip yaklaşımların hiç sonlanmamış olduğu görülür. Mimarlık kendi kökenlerini ve orijinallik mevhumunu sorguladığı örnekler vermeye artarak devam etmiştir. Yapısökümcü özelliklerinden ötürü söylemek mümkündür ki, günümüzde üretilen kopya manifestolar dekonstrüktivist mimarlığın kendisinden çok daha yapısökümcü söylem ve eylemlerdir. Mimarlıkta yapısöküm düşüncesi, mimarlığın diline "nakil"(graft), "arada kalmışlık" (in-betweenness), "orijinal-olmayan göstergeler"(unoriginal signs) gibi kökenin yerine boşluğu koyan, kökenden sapmaya, herhangi bir noktanın bir orijin noktası olabileceğine, temsilin başlatıcı gücüne dayanan yaratıcı neolojizmlere ihtiyaç duymuş ve dilde günümüzde yer alan bir yüzer gösteren, "orijinalkopya" gibi bir kavramın doğuşunun yolunu açmıştır. Tezin altıncı bölümünde "orijinalkopya bir mimarlığa doğru: mimarlıkta bir yüzer gösteren" manifestosuna yer verilmektedir. Tez sonucunda mimarlıkta orijinal ve kopyanın varsayılan anlamlarının metafizik varlığı gözler önüne serilmiş, yirminci yüzyılın başından bu yana mimarlıkta orijinal ve kopyaya dair anlamların nasıl tepetaklak olduğu, iç içe geçmiş olduğuna ilşkin yorumlara yer verilmiştir.
-
ÖgePlânlı konut yerleşimlerinde açık mekân kurgusu ile ilişkili yaşantı potansiyellerinin incelenmesi: Ataköy örneği(Graduate School, 2021-08-25) Mangut, Burak ; Özsoy, Ahsen ; 502162003 ; Mimari TasarımEndüstri Devrimi ile başlayan süreçte artan nüfus yoğunluğu ve kullanım çeşitliliği sorunlarını barındıran kentsel alanlar, kitlelerin barınma ihtiyacına cevap verecek yeni konut çevrelerinin üretimine ihtiyaç duymuştur. Geleneksel üretimlerin sahip olduğu çok katmanlı yapılanmanın aksine; plânlı konut yerleşimlerinin üretiminde yerleşim düzeni, kümelenme sistemi, dolaşım ağı gibi kullanım sürecini etkileyecek kararların en baştan alınması gerekmiştir. Bu süreçte, tasarlanan mekânsal ilişkiler ağının aynı zamanda içerisinde barındırdığı toplumsal kümelenmeye ilişkin sosyal ilişkileri de tariflediği görülmektedir. Fiziksel, sosyal ve kültürel anlamlarda çeşitlilikler barındıran bu yapılanmalar, kullanıcıların birbirleriyle olan etkileşimleri ve iletişimleri üzerinden toplumsal yapının gelişimini desteklemekte ve yerleşim kültürünün oluşumunu sağlamaktadır. Bu kapsamda, kullanıcıların birbirleriyle en doğal yollardan ilişki kurabilecekleri zemini meydana getiren açık mekânlar, sağladıkları kentsel yaşantı potansiyelleri etkisinde ortak yaşantının temelini oluşturmaktadır. Bu doğrultuda, düzenin amacı yalnızca fiziksel parçaların bir araya gelmesi ile oluşturulan kümelenmeden öte; mekânsal olarak tanımlanmış bir alanı paylaşan bireyler arasında toplumsal ilişkiler bütünü oluşturma çabası olarak ifade edilebilmektedir. Plânlı konut yerleşimleri, sahip oldukları açık mekân kurgularına bağlı olarak yaşantı potansiyellerini ve ortak yaşantının organizasyonunu biçimlendirmektedir. Oluşturulan düzenin; sosyal yapının ve insan davranışlarının şekillenmesinde önemli bir etken olduğu görülmektedir. Bu süreçte, yapıyı meydana getiren birimlerin oran ilişkileri ve buna bağlı gelişen yoğunluk durumları, düzeni etkileyen unsurlardan birini meydana getirmekte iken; birimler arası ilişkiler ve bu örüntülere bağlı olarak gelişen sosyal yapı diğer boyutu meydana getirmektedir. Çalışmanın temel amacı, plânlı konut yerleşimlerindeki çeşitli yoğunluk durumları ve mekânsal düzenlemeler ile sosyal organizasyonun zenginliği arasındaki bağıntıyı anlamaya çalışmaktır. Bu kapsamda, plânlı konut yerleşimlerindeki açık mekân organizasyonu ile ilişkili yaşantı potansiyelleri, çevreyi oluşturan iki alt bileşen üzerinden 'fiziksel' ve 'toplumsal' yapı üzerinden irdelenmektedir. Fiziksel mekânın insan davranışlarının şekillenmesinde önemli bir etken olduğu görüşü, çalışmanın temel değişkenlerini de belirlemektedir. Fiziksel çevreyi meydana getiren örüntü kurguları ve konut birimlerinin oluşturduğu kümelenme sistemleri ile birlikte değişken olarak konut birimi miktarına ve yoğunluk durumlarına bağlı olarak farklılaşan ve aynılaşan yerleşim düzenlerinin incelenmesi, çalışmanın faaliyet alanlarından birini meydana getirmektedir. Yerleşimlerdeki ortak yaşantının biçimlenişini etkileyen mekânsal ve toplumsal etkileşimlerin incelenmesi ise çalışmanın bir diğer sorunsal boyutunu ortaya koymaktadır. Tez çalışması kapsamında öncelikle plânlı konut yerleşimlerinin boyut ve kapsamını belirleyen bir değişken olarak yoğunluk ve ilişkili mekânsal etkileşimleri tartışılmıştır. Kavrama ilişkin değerler ve değişkenlerin tanımlanmış; uluslararası ve ulusal literatürdeki karşılıkları incelenmiştir. Açık mekânların etkin bir biçimde tariflenmesini sağlayacak yoğunluk değişkenleri değerlendirilmiş ve farklılaşan yoğunluk değerlerine bağlı olarak yerleşim düzeni ilişkileri incelenmiştir. Ölçüm yöntemi haricinde kavramın sahip olduğu potansiyeller göz önünde bulundurularak kullanıcıların yoğunluk algılarını meydana getiren kurulumlar incelenerek kavramın kentsel yaşantı potansiyelleri üzerindeki etkileri araştırılmıştır. Tez çalışmasının üçüncü bölümünde, mekânsal örgütlenme ilişkileri çerçevesinde konut çevrelerindeki yerleşim düzenleri analiz edilmiştir. Konut birimlerinin bir araya gelerek oluşturduğu eklemlenme mantıkları tanımlanmış, kümelenme sistemini ortaya koyan yerleşim düzeni ile komşuluk örüntüleri arasındaki ilişkiler ele alınmıştır. Bu kapsamda, plânlı konut yerleşimlerindeki birimler arası örüntü ilişkilerinin yerleşim düzenini yapılandırıcı gücü irdelenmiştir. Kümelenme sistemine bağlı olarak açık mekânların organizasyonu ve kullanıcıların yerleşimdeki konumları kurgulanmakta iken; bu sistem içerisinde kullanıcıların hareket kabiliyetlerinin ve diğer kullanıcılarla kurdukları ilişkilerin anlaşılabilmesi için erişim prensipleri incelenmiştir. Kullanıcının yerleşim içerisinde konut birimine nasıl eriştiği ve komşuluk örüntüleri sonucu tanımlanan fiziksel ve sosyal çevreye ilişkin yaklaşımları 'dolaşım ağı' kapsamında araştırılmıştır. Tariflenen bütün doğrultusunda kullanıcıların kamusal ve özel yaşantı çevrelerinin etkileşimleri incelenerek sosyal yapının biçimlenişini etkileyen yerleşim düzeni kaynaklı mekânsal ilişkiler değerlendirilmiştir. Tezin dördüncü bölümünde, konut yerleşimlerindeki gündelik yaşantı pratikleri etkisinde mekânsal ve toplumsal etkileşimlerin kurulumları araştırılmıştır. Açık mekânlardaki temel insan davranışları irdelenerek alansal davranış pratiğinin örgütlenmesine ilişkin incelemeler gerçekleştirilmiştir. Kavramın literatürdeki yeri ve gelişimi değerlendirilmiş, konut yerleşimlerindeki davranışsal boyut ile birincil ve ikincil kullanım çevrelerinin kurulumu araştırılmıştır. Yerleşimlerdeki gruplar ile kullanım süreçlerine bağlı olarak ortak yaşantı kurguları ve sahiplenme düzeyleri ele alınmış, sosyo-mekânsal düzeni etkileyen unsurlar irdelenmiştir. Tez çalışmasının beşinci bölümünde konut yerleşimlerindeki açık mekân kurgusu ile ilişkili yaşantı potansiyellerinin değerlendirilebilmesi için oluşturulan kavramsal model, çoklu araştırma metodlarını kapsayan bir alan çalışması üzerinden değerlendirilmiştir. Emlâk Kredi Bankası bünyesinde üretilen, ulusal bağlamda irdelendiğinde mimari, mekânsal ve toplumsal anlamlarda önemli bir örnek ortaya koyan Ataköy Plânlı Konut Yerleşimleri, bu kapsamda ele alınmıştır. Öncelikle alan çalışmasının amacı ve yöntemi aktarılmış, yerleşim seçimine ilişkin unsurlar tartışılarak Ataköy'ün literatürdeki yeri ve incelemenin çalışmaya sağlayacağı faydalar irdelenmiştir. Yerleşim bütününü oluşturan mahalleler incelenerek mekânsal karakteristiklerin analizi kapsamında yerleşim düzeni, açık mekân kurgusu ve kullanım ilişkileri ile üretim süreçlerindeki değerler aktarılmaya çalışılmıştır. Gerçekleştirilen incelemeler ile mahallelere ilişkin verilerin analiz ve sentezi yapılmış, alan çalışmasının uygulanması için mahallelerin ve alt bölgelerin taşıdığı değerler ele alınmıştır. Yerleşim içerisinde seçilen bölgeler çalışma kapsamında irdelenen kavram setleri üzerinden çalışılmıştır. Bölgelerdeki yoğunluğa temel oluşturan sayısal veriler incelenmiş, doğal ve sistemli gözlemler yoluyla kullanım süreçleri ile yapılı çevreyi meydana getiren mekânsal ve toplumsal boyutlar anlaşılmaya çalışılmıştır. Aynı alandan çoklu araştırma metodları kullanılarak elde edilen farklı verilerin bir arada örgütlenmesi amacıyla temelde kullanıcı davranışlarını anlamayı hedefleyen davranış haritalaması gerçekleştirilmiştir. Gerçekleştirilen inceleme ile mekânsal örüntüler ve sergilenen davranış biçimlerinin üst üste çakıştırılmış, alt bölgelerdeki kullanıcı davranışları ve sahiplenme düzeyleri tespit edilmiştir. Çalışmanın sonraki aşamasında bölgelerde ikâmet eden kullanıcıları odak grubuna alan anket çalışması gerçekleştirilmiştir. Kullanıcıların yerleşime olan tepkilerinin ve etkileşim boyutlarının ölçülmesini hedefleyen anket çalışması kapsamında kullanıcılara açık ve kapalı uçlu sorulardan oluşan karma sorular sorulmuştur. Elde edilen veriler değerlendirilerek tez çalışması kapsamında önemli olan bağıntıların kurulması sağlanmıştır. Tez çalışmasının sonuç ve değerlendirme bölümünde alan çalışmasından elde edilen sonuçlar, kuramsal veriden çıkarımlar ile birlikte değerlendirilmiştir. Sonuçların genel olarak araştırma hipotezini doğrulayacak biçimde olduğu görülmektedir. Çalışma kapsamında kurulan kuramsal çerçeve ve gerçekleştirilen alan çalışmasından elde edilen sonuçlar, açık mekân kurgularının plânlı konut yerleşimlerindeki mekânsal ve toplumsal yapıların biçimlenmesine etki ettiğini göstermektedir. Çalışmanın önemli bulgularından biri; sayısal ve algısal yoğunluk değerleri, yerleşim düzeni, komşuluk örüntüleri ve dolaşım ağı biçimlenişleri arasında bütüncül bir ilişki olduğudur. Mekânsal ve sosyal yaşantının zenginliğinin sağlanabilmesinin; bu değerlerin etkileşimli bir biçimde ele alınması ile mümkün olduğu anlaşılmaktadır. Mekânsal örgütlenme ilkelerinin fiziksel çevre ile birlikte, sosyo-mekânsal düzenin kurulumunu etkileyerek ortak kullanım alanlarındaki gündelik yaşantıyı, alansal davranış pratiklerini ve sosyal ilişki ağlarını biçimlendirdiği izlenmektedir. Plânlı konut yerleşimlerinin üretimlerindeki en önemli amaçlardan biri, kullanıcıların dengeli bir insan-çevre organizasyonu içerisinde yaşayabilecekleri konut çevrelerinin üretilmesidir. Tez çalışması, açık mekânların bu olguya sağladığı katkıların incelenmesi ve ulusal bağlamda önemli bir örnek oluşturan Ataköy Plânlı Konut Yerleşimleri'nin bu bakış açısıyla değerlendirilmesini amaçlamaktadır.
-
ÖgeReclaiming autonomy: Architectural design's core and engagement of researchers and practitioners (Iranian case)(Graduate School, 2021-09-02) Kharazmi Nezhad, Alireza ; Erem, Nesip Ömer ; 502122015 ; Architectural DesignArchitecture is an ambiguous discipline. Although Alberti emphasized the autonomy of architecture in his prominent treatise, various scientific paradigms defined an interdisciplinary character for architecture in the postmodern era. Defining the marginal responsibilities for architecture as its intrinsic duties in the postmodern period led to the attenuation of the autonomy of architecture and architects' critical power in human society. Nonetheless, again, the importance of architecture autonomy was raised in the late 1990s. At that time, a transdisciplinary approach to knowledge production had already emerged in academia, primarily underscoring the disciplinary perfection and then the fusion of the disciplines to deal with the world's ongoing complexities. This approach provided an exceptional opportunity for architecture in the 2000s to turn back to itself and be prepared for generating a new type of knowledge. However, the prerequisite of that in architecture was to strengthen its internal disciplinary forces. According to very recent studies, combining theory and practice with powerful institutional support can strengthen architecture and reclaim its autonomy. Concerning the centrality of design in architecture, a similar investigation has been conducted on architectural design in the current thesis. Here, the attempt has been made to identify the discipline-specific and autonomous theoretical core for architectural design by searching the body of the existing literature. Also, the contribution of expert Academic Researchers (ARs) and expert Professional Practitioners (PPs) is examined through a case study in Iran. ARs and PPs, here, are the agents who are most capable of contributing to disciplinary development. This research, thus, seeks to answer: 'what is the theoretical content of architecture's core in relation to architectural design, and how do architectural researchers and professional practitioners help the shaping this theoretical content and contribute to the disciplinary autonomy?'. Accordingly, this study, first, aims to identify the main themes that have been fundamental in architectural design theory (i.e., the themes in the core of architectural design). Then, the research's objective is to find out the theoretical stance of ARs and PPs in architectural design, their commonalities and differences, and their role and engagement in the core of architectural design. The research began with a review of the existing literature. Based on the theoretical framework of the study, three trajectories in the disciplinary development of architectural design were identified, which were hypothesized as the theoretical core of architectural design. These trajectories are Architecture Culture, Design Thinking, and Knowledge Production in Architecture. These trajectories are the leading resources in the present thesis, and, in addition to the core, the case study is organized based on them. Due to the expanded territory of the research, there has not been a unified methodology for the investigation. Gathering the data and their analysis was performed with two sets of methodologies for the core and the case. In both sets, an assistant software, namely NVivo, was used to facilitate the research process and increase the precision. The analysis method was also adopted from the 'thematic content analysis' with regard to the objectives. In relation to the core, first, based on specific criteria, the relevant written materials (e.g., treatises, books, journal papers, etc.) were collected. All materials were then imported to NVivo and analyzed, and the most emphatic words were extracted. Eventually, the obtained list was processed, and the included themes in each trajectory emerged. In relation to the case, two sets of criteria were initially formulated to select the AR and PP participants. Then, an experiment was designed to gather data from the case. The experiment has three major sections: in-depth interview, design session, and document review. The first two sections were planned to be conducted in a single interview session. And the last one, which pertains to the participants' own documents, was dealt with via email. Once the required data were gathered from the case, the analysis started transcribing the interview protocols. They were then imported to NVivo, coded based on the thematic content analysis instructions, and finally, were analyzed to bring the relevant themes into sight. It should be stated that three ARs and three PPs participated in this study. The participants are outstanding experts in their fields, and they are recognized figures in Iran. In the core, the analysis of almost 92000 pages from the literature revealed fifteen themes in Architecture Culture and ten themes in either Design Thinking and Knowledge Production in Architecture. For instance, in Architecture Culture, 'novelty and newness' is the first and foremost theme representing a massive desire for pure innovative creation and touching the unexperienced forms, methods, meaning, etc. In Design Thinking, 'novelty and newness' is in the first place to show the importance of innovation in its associated models, methods, visual experiences, products, etc. Also, Knowledge Production in Architecture highlights either relationship or integration of 'design and research' as its most prominent engagement. One should notice that these themes are not newly invented themes, but they are extracted from the vast body of theories that have pushed the discipline forward over the centuries. These themes provided a new definition for the trinary in this study. In the case, the analysis gave out a set of themes for each participant, including their interview themes and design task themes and sketches. Also, the analysis of their documents (books, papers, reports, etc.) revealed ten themes for each participant. Finally, all achieved themes were aggregated, merged (in case of repetition), and organized into two groups of ARs and PPs. Indeed, these overall themes could clearly reflect the main thinking patterns and contents in each group. The study results showed that the architectural design's core includes the basic and internal themes through which the theory integrated architectural design ideas can come to emerge. These themes extracted from the three aforementioned trajectories imply various characteristics with regard to their own context. The included themes in Design Thinking and Knowledge Production in Architecture highlight objectivity concerning their scientific nature. However, in Architecture Culture, the themes strikingly render the subjectivity and abstract nature of design. Since the involved themes in Architecture Culture have a moderating role, they can intrigue discipline-specific theories for architectural design ideas due to their relevancy to history and theory of architecture. However, Design Thinking and Knowledge Production in Architecture can support architectural design ideas in more practical and material aspects. Based on the results, Iranian ARs and PPs, due to their drastic discrepancies in their aims, thoughts, and tendencies, negatively affect the core of architectural design. This study's details revealed that ARs mainly focus on 'developing' architectural design ideas, while PPs are concentrated on 'generating' architectural design ideas. ARs are very focused on buildings, using concrete ideas; PPs, however, try to focus on architectural design, using abstract ideas. The results reflect the problem that, on the one hand, academia does not pay attention to architectural ideas in a correct way, and consequently, the architectural ideas cannot be investigated and developed in academia. On the other hand, PPs, due to the lack of academia's support, are in a bewildering situation and cannot generate their own design ideas and theories in a very effective way. Also, it can be concluded that disregarding the subjective and abstract topics in the academic research projects and concretizing the ideas, methods, and thinking modes in academia have not been fully congruent with architectural design's nature. Accordingly, by providing discipline-specific theories, methods, and knowledge, academia could positively impact the disciplinary evolution, enrichment, and autonomy and, here, on the architectural design core. Moreover, PPs can contribute to disciplinary development in a controlled and effective way in such a condition. These results have been acquired through a case study in Iran, and applying this research's methods to other contexts may bring about new outcomes.
-
ÖgeTasarımda orijinallik mitlerini çözümleyici bir model önerisi(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2023-04-27) Vatansever Kara, Elçin ; Kahvecioğlu Paker, Nurbin ; 502072014 ; Mimari TasarımOrijinallik kavramı; mimarlık, tasarım ve ilişkili disiplinlerde tartışmalı bir kavramdır. Bir tasarımın benzersiz, özgün ve başka tasarımlardan ayrıksı olma durumu, günümüzde yaratıcılıkla ilişkili olarak arzulanan bir olgudur. Orijinallik, tasarım sürecinde yaratıcılığı teşvik ederken, tasarımcıya da bir çeşit özgürlük alanını açar. Özgün tasarımlar, önceki tasarım kalıplarından farklı olarak, yeni fikirlerin ve yaklaşımların kullanılmasıyla karakterize edilir. Ancak orijinallik her zaman mutlak bir kavram olmamıştır. Sanattan felsefeye, bilimden tasarıma kadar bir çok disiplinde, zaman içerisinde farklı anlamlar yüklenmiş ve tartışmaların odak noktası olmuştur. Orijinalliğin modern bir fenomen olduğundan bahsedebiliriz, zira klasik gelenekte taklit sanatı hem uygulanmış hem de teorileştirilmiştir. Gelenekler iletimi, nesilden nesile aktarımı ifade eder; uygulanması için gerekli kuralları, taklit edilmek üzere olan modeller aracılığıyla iletiriz. Çünkü bir modelin iyi bir şekilde taklit edilebilmesi, tam olarak anlaşılması ve az ya da daha fazla yaratıcı bir şekilde yeniden üretilebilmesi için tekniğin öğrenilmesi gerekmektedir. Dolayısıyla gelenekler; taklit, kopya ya da yeniden üretimi öğrenmenin doğal bir parçası, süreci olarak görmektedir. Dahası, tarihsel olarak bakıldığında, bu türden bir üretim sanat, tasarım ya da mimarlık alanlarında bir stilin, dilin oluşmasını, yayılmasını da sağlayan şeydir. Eskiler; taklit ve yaratım sürecini ayrılmaz bir bütün olarak görmüş, bununla ilgili pek çok felsefik spekülasyonlar, çeşitli teoriler üretmiş ve yaratıcı taklidi bir öğretim modeli olarak uygulamıştır. Ancak zaman içerisinde, orijinalliğin idealleştirilmesinin bir sonucu olarak, taklidin yaratıcı potansiyeli ve bir öğrenme biçimi olarak saygın görülen konumu giderek itibarsızlaşmıştır. Orijinallik / özgünlük kavramı tarihi görece yakın zamana aittir. Kökeni latince -oriri, originem-den gelen ve kaynak, başlangıç gibi içkin bir biçimde geriye dönük anlamlara sahip orijin, 14. yüzyıldan beri var olsa da, bu kelimeden türeyen orijinal ve orijinallik kavramları zaman içerisinde farklı şeyleri ifade etmeye başlamıştır. Orijinal kelimesi zaman içerisinde, bir tarafta orijin ile bağlantılı olarak retrospektif anlamlarını korurken, diğer taraftan yeni, diğerleri gibi olmayan, özgün gibi anlamlar yüklenmeye başlamıştır. Orijinallik ise tamamen modern bir fenomen olarak, idealleştirilmiş bir yeniliği ve özgünlüğü tariflemek üzere kullanılan bir kavram haline gelmiştir. Orijinallik; sıfır noktasını hemen, şimdi, kendisi üretmektedir. Dolayısıyla bu anlamda, geçmişe dönük olan klasik geleneklere zıt bir kavramdır. Orijinal kelimesinin birbirinden farklı ve zıt anlamlar yüklenebilmesi, orijinal kavramı ile birlikte kendisine eş ve zıt anlamları olan diğer kavramları ele alış biçimlerimizi değiştirirken, özellikle tasarım, mimarlık, sanat, estetik gibi alanlarda idealleştirilmiş bir arayış olma durumu ile birlikte bakıldığında, orijinallik ekseninde olan tüm kavramları tartışmaya açık hale getirmektedir. Orijinallik ve kopya/ taklit kavramları çerçevesinde tartışılan tanımlamalar ve yan kavramlar farklı söylem alanlarında yer alsalar dahi, birbirlerine değişen koşullar yaratmakta ve birbirlerini ilişkisel olarak dönüştürmektedir. Bu koşulların ve dönüşümün izleri, kelimelerin anlamları üzerinde kendini göstermektedir. Dilde anlamsal olarak meydana gelen ve düşünme biçimlerimize yansıyan bu değişimleri görsel olarak temsil edebilme işi ise zordur. Tez çalışması, bu anlamda tarihsel olarak anlamsal salınım gösteren bu kavramlara odaklanacaktır. Modern bir kavram olan orijinallik kavramı, bir dizi niteliksel ve niceliksel değişim ve dönüşüm nedeniyle zihniyetimizi şekillendiren modern mitlerden biri haline gelmiştir. Mitler, bir ideolojiyi ve bir değerler bütününü doğal bir durum olarak yansıtırken, toplumsal olarak inşa edilen bu durumun insan üretimi ve dolayısıyla da yapay (artificial) olduğunu gizlemektedir. Bu nedenle, bugün orijinallik ve kopya gibi kavramlara nasıl yaklaştığımızı açıklığa kavuşturmak için bu sosyal olarak inşa edilmiş anlatıları deşifre etmek çok önemlidir. Orijinallik ekseninde, tasarımın kendisinin ve tasarımcı kavramının zamanla mitolojikleşmeye başlaması, hem ürünün hem de üreticisinin anlamlarındaki değişimi beraberinde getirmektedir.
-
ÖgeThe effects of environmental factors on social interaction in outdoor spaces: The multiple case of children's villages(Graduate School, 2022-02-01) Kara, Ecem ; Özkan Yıldız, Dilek ; 502142011 ; Architectural DesignFamily with its changing structure in today's world is still the unique natural environment of children's development. The family is the main institution that the first socialization occurs in a person's lifetime. As effecting the subsequent steps of socialization and the whole social development, the first stage of the socializing process takes an important role in a person's lifetime. Therefore, the absence of the family in the early years of childhood, causes problems in various aspects, particularly in the social and psychological development of the children. For the children without parental care, who are mentioned as children in need of protection (CNP) in this study, the relationship system which ordinarily occurs in a family, generally occurs between other actors (such as the attendants, volunteers and other CNP etc.) and takes place in children's villages instead of a family environment, in Turkey conditions. For this reason, analyzing the children's villages in terms of social interaction becomes crucial for these children's social development; as the main context of basic social relations of CNP. In this study, an answer is searched for the question: "How do environmental factors affect the social interaction of children in need of protection (CNP) in outdoor spaces in village-type settlements?" The study fills a significant research gap by focusing on CNPs, as a special user group that has not been studied extensively; and associating the phenomenon of social interaction with CNP, which is predominantly studied with adults in the literature. Also, focusing on the outdoor living conditions of CNP in a specific village-type settlement is another unique dimension of this study. It is important to analyze the children's villages as the mainstream care environment of CNP in Turkey in terms of the social interaction phenomenon; since these villages are expected to recoup the basic intrafamilial social relations. In this context, a historical search for the CNP care strategies was realized to contextualize the actual strategies. The conceptual framework of the study is structured based on previous works about social interaction and the factors effective on the interaction behavior. The holistic approach of the study including various environmental factors based on an extensive literature review is a noteworthy contribution to the research field. Ecological Psychology, in which behavior is handled interactively with both the social and physical context inherently and therefore the situation is examined in its natural environment, is considered as the base for the research approach. In this study, an elaborated observation technique was suggested to determine social interaction levels based on multiple observable indicators, as another important contribution. The technique was tested firstly on the pilot study in Bolluca Children's Village, and then in two study areas; Adana and Bursa Sırameşeler Children's Village's. The visual and written materials were reviewed for gathering spatial data; and the behaviors of CNP living in these children's villages were systematically observed. The relation between the spatial findings and the observational findings were analyzed in all case areas, the results of studies were obtained and discussed in comparative analysis. The results showed that it is important for CNP care institutions to provide opportunities similar to those provided by a family environment. Context and selection of the living environment is important for ensuring both security and social interaction with other socio-demographic groups; and thus, social inclusion of CNP. A pedestrianized large site and green low-density living environment is a supportive strategy for triggering social interaction behavior in outdoor living spaces. As for the layout pattern of the residential area, several strategies are found beneficial for triggering social interaction in the residential area; spreading residential functions throughout the settlement to multiple small-scale buildings instead of gathering into a single large-scale building; clustering these buildings and designing common shared spaces in between; specializing and furnishing spaces for playing and/or sitting functions; creating semi-public and semi-private spaces between the public and private spaces for disintegrating these spaces, and thus, creating a gradual transition. As for the population density and the structural density, a clear relation was not encountered. However, in the case areas that were found successful in terms of social interaction, the highest number of persons and buildings per area was calculated. The evaluation of the factors at singular-space scale revealed that all factors that are analyzed had a substantial effect on social interaction in the outdoor living spaces of CNP. A high level of visual connectedness and a high proximity to play contributed to higher social interaction levels. However, a high proximity to residential buildings contributed more to low and medium interaction levels, unless these effects are managed and directed by enhancing spatial hierarchy and functioning the common shared spaces with several playing and sitting furnishings. Also, it is revealed that the hardscaped and furnished spaces hosted more social interaction than the natural spaces, and higher quality furnishings promotes this effect. Furnishing spaces with seating units, especially arranging the controllable ones, and providing an increased level of enclosure in a space by top and/or side protections also contributed to social interaction. The spaces designed primarily for social functions are more beneficial for triggering social interaction, including the spaces designed for playing, sitting and gathering functions. Low functional connectedness and high functional variety in a space were found beneficial for high interaction levels. Further research that focuses on different user group(s), or utilizes various case studies with different characteristics and/or different contexts is required to support the conclusions of study. In addition, further contribution to the subject can be made by follow-up researches proposing methodologies based on different data gathering techniques. The subject of study can also be expanded with studies in which the effects of personal and socio-environmental factors are discussed, or the studies that lead to a comparison based on these factors such as a comparison between different age/gender groups or CNP and other children undeprived of a family environment etc. Nevertheless, this study is remarkable for revealing the potential of environmental factors to support the social interaction and the healthy development of these future adults for both their good and the good of society as a whole.
-
ÖgeTüketim kültürü değişimi bağlamında işlevini yitiren/ölü alışveriş merkezlerinin değerlendirilmesi(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2022-10-04) Velibaşoğlu, Eda ; Gökmen Pulat, Gülçin ; 502952110 ; Mimari TasarımKentsel mekânlarda yaşanan değişimlerle beraber zaman içinde mekanlar işlevlerini yitirmekte, bazan boş kalmakta, bazen yerel yönetimler ya da sahipleri tarafından yeniden işlevlendirilerek kente ve topluma kazandırma yoluna gidilmektedir. Bu gelişmeler mimari literatürde yeni kavramların ortaya çıkmasına neden olmakta, kuramcılar tarafından yer ile mekân arasındaki kavramsal farklılıklar ile "kayıp mekân (lost space)", "yok-yer(non-place)" ve "a(r)tıkmekân(junkspace)" gibi yeni kavramlar ortaya atılmaktadır. Örneğin Trancik (1986) "kayıp mekân" kavramını geliştirmiştir, çevrelerine ve kullanıcılarına olumlu yönde katkı sağlamayan ve zamanla kent ve kentsel yaşantı için sorunlu alanlara dönüşebilecek tercih edilmeyen, toplumsal anlamlarını ve kullanım değerleri ile işlevselliklerini yitirmiş, yeniden tasarlanması gereken diğer bir ifade ile karşıt (anti) mekânlar için kullanmaktadır. Auge (2016) "Yok-yer (non-place)" kavramını insanın yerle olan ilişkisini yok olması üzerinden ifade etmektedir. 1990'lı yıllardan sonra mimar Koolhaas tarafından kullanılan "a(r)tıkmekân(junkspace)" kavramı sürekli değişmektedir ve her zaman bir oluş halindedir. Burada belirtilmek istenen bu eski binalara yapılan ekler değil, yerinde yeniden inşa etme düşüncesi, aynı mekân içinde yapılan değişikliklerdir. Bunun yanında Koolhaas bütün dünyayı içinde sıkışıp kaldığımız bir alışveriş merkezine benzetmekte ve mekânsal sürekliliği bu yapılardaki yapısal değişiklikler üzerinden ele almaktadır. Alışveriş merkezleri 2007-2008 yıllarındaki küresel kriz öncesinde belirli bir doygunluğa ulaşmıştır, bu durumun bir nedeni de sanal alışveriş miktarının artmasıdır. Dünyada yaşanan teknolojik gelişmeler, cep telefonu ve bilgisayarın yaygınlaşması, internet kullanımının hızla artmasıyla gündelik yaşamda alışverişin internet üzerinden yapılması gündeme gelmiş ve hızla yayılmıştır. Şirketler sanal alışveriş yapmanın kira, su, elektrik, eleman vb. giderleri minimize ettiğini fark ederek bu yönde yatırım yapmaya ve gelişmeye başlamışlardır. Kullanıcı da zaman kaybetmeden ihtiyaç duyduğu ürünleri internet üzerinden araştırmakta, en uygun fiyatlı ürünü sipariş vermektedir. Bu durumda her iki taraf için de kazanç söz konusu olmaktadır. Bugün dünyada alışverişin %20,4' ü internet üzerinden yapılmaktadır. Ancak bu durum alışveriş merkezlerindeki günlük satış miktarını olumsuz etkilemiş, bu yapıların işlerliğinin azalmasına yol açmıştır. Bu süreçte işlevini yitirmeye başlayan ve "ölü alışveriş merkezi (deadmall)" olarak adlandırılan alışveriş merkezlerinin geleceği bir süredir tüm dünyada tartışılmakta ve bu yapıların canlandırılarak yeniden kullanıma kazandırılması için çalışmalar yapılmaktadır. 2020 yılında tüm dünyada yaşanan Covid 19 pandemi salgını kişilerin davranış ve yaşam biçimlerinde ciddi değişikliklere neden olmuştur. Yaşanan toplumsal, sosyal, ticari ve mekânsal değişimler alışveriş merkezlerini de etkilemiş, getirilen kısıtlamalar ve kapanma süreçleri alışveriş merkezlerinin işlevini yitirme/ölme hızını da arttırmıştır. Bu tezin amacı günümüzün ana tüketim mekânlarından olan alışveriş merkezlerinin işlevini yitirmeye/ölmeye başlamaları sorununu toplumda yaşanan değişimler üzerinden inceleyerek, bu yapıların zaman içinde geçirdiği mekânsal ve işlevsel değişimleri analiz etmek ve bu mekânların geleceğe yönelik olası potansiyellerini değerlendirmektir. Çalışmanın ikinci bölümünü oluşturan kavramsal çerçevede işlevini yitirme/ölüm kavramları ele alınmakta, alışveriş mekânlarını ortaya çıkaran tüketim kültürü ve tüketim ile değişen mekân kavramları ile alışveriş merkezlerinde yaşanan değişimler ekonomik, sosyal ve mekânsal dinamikler üzerinden irdelenmektedir. Oldenburg (1999) Aries'in 1977 yılında kullandığı "üçüncü yer" kavramını kişilerin sosyalleştiği, enformel kamusal yaşamın temel ortamları olarak ifade etmektedir. Kentsel dinamiklerin ve değişimlerin toplumda alışveriş davranışlarına ve alışveriş mekânlarına yansımaları değerlendirilmektedir. Tezin üçüncü bölümünde tüm dünyada alışveriş merkezleri için kullanılan değerlendirme kriterleri ele alınmaktadır. Uluslararası Alışveriş Merkezleri Konseyi (ICSC) değerlendirme kriterlerini dört ana etken üzerinden belirlemektedir. Bu etkenler; alışveriş merkezlerindeki mağazaların boşluk oranına göre değerlendirilmesi, alışveriş merkezlerinin ziyaretçi sayılarına göre değerlendirilmesi, tüketim alışkanlıklarında yaşanan değişimler üzerinden ve tüketici deneyimi olarak sıralanmaktadır. Bu kriterlere göre, alışveriş merkezlerindeki mağazaların boşluk oranları %40 veya daha yüksek oranlara sahip olanlar "işlevini yitiren/ölü" olarak kabul edilmektedir. Uluslararası Alışveriş Merkezleri Konseyi (ICSC) ise mağaza kullanım oranlarına bakarak, yüksek boş mağaza oranına veya düşük tüketici trafik/ziyaret düzeyine sahip olan, belirli bir biçimde zaman içinde köhneleşen alışveriş merkezlerini "ölü alışveriş merkezi" olarak tanımlamaktadır. Tezde ölü alışveriş merkezi olarak sınıflandırılan yapılarda uygulanan projeler dünyada ve Türkiye'de yapılan örnek çalışmalar üzerinden incelenmekte ve detaylandırılmaktadır. Tezin dördüncü bölümünde, alan çalışması kapsamında, İstanbul 'da halen faaliyet gösteren dört alışveriş merkezi incelenmiştir. Tez sürecinde bu dört alışveriş merkezi ile ilgili 2007, 2018 ve 2022 yıllarında alanda gözlem ve tespitler yapılmış, bu tarihlerde gerçekleştirilen mekânsal değişimler incelenmiş, mağaza karmalarındaki farklılıklar kaydedilmiştir. Mağaza birim gruplarındaki değişiklik oranları sayısal verilerle ortaya konmuş, mağaza boşluk oranlarına göre sınıflandırmaları yapılmıştır. Bu analizler kapsamında ve alışveriş merkezinin açılışından günümüze devam eden süreçte nasıl kullanılamaz hale geldiği tespit edilmeye çalışılmış, eski canlılığına kavuşturmak üzere yönetimlerince yapılan değişimlere ve ek işlevlendirmelere bakarak toplumun gündelik yaşamındaki davranışlarında ortaya çıkan değişimler tartışılmıştır. Tüm toplumlarda ve kültürlerde yaşam ve ölüm kavramı birlikte ele alınır, genellikle din faktörünün etkisiyle, ölümün farklı bir başlangıç içerdiği düşüncesi hakimdir. Kentlerde de işlevlerini yitiren, boşaltılan ve ölüme/yıkıma terkedilen yapıların kente yeniden kazandırılması amacıyla farklı yaklaşımlar sergilendiği görülür. Bu yaklaşımların amacı kent ve ülke için ekonomik bir değer taşıyan yapı ya da yapıları kente yeniden kazandırılmasıdır, Literatür incelendiğinde ölü alışveriş merkezlerinin de benzer bir yaklaşımla ele alındığı, kente önemli ekonomik katkıları olan bu yapıların yeniden kent toplumuna ve ekonomisine kazandırılması için farklı potansiyellerinin değerlendirilmesi yoluna gidildiği görülmektedir. Özellikle son dönemlerde tüm dünyada yaşanan Covid-19 pandemisi sürecinde ve sonrasında gerçekleştirilen alışveriş merkezi tasarımlarında açık alan kullanımının ön planda tutulduğu, ana cadde kavramının yapılan çalışmalara eklenerek tasarımların açık hava alışveriş merkezlerine doğru kaymaya başladığı izlenmektedir. Salgın süreci ile başlayan ve sonrasında devam eden yeme-içme mekânları, çocuk oyun alanları vb. gibi sosyal alanların tamamen dış ortama taşınması tutumunun süreceği düşünülmektedir. Gelecekte alışveriş merkezlerinin deneyim faktörünün ön plana çıktığı, eğlence ve sosyalleşme odaklı yaşam merkezlerine dönüşeceği, bireylerin kendilerini bu yaşam merkezleri üzerinden ifade edecekleri ileri sürülmektedir. Bu merkezlerdeki deneyim teknoloji odaklı olacağı gibi, son yıllarda öne çıkan sağlıklı yaşam konusuna bağlı olarak, organik ürünlerin ön planda olduğu sağlık odaklı yapılar olacağı da düşünülmektedir. Geçmişten bugüne alışveriş merkezlerinde temel eylem olan alışveriş eyleminin farklı ek işlevlerle desteklenerek yapıların sürekliliğinin sağlandığı görülmüştür, bu durumun gelişerek süreceği düşünülmektedir. Yapılan yenileme veya dönüşüm çalışmaları ile işlevini yitiren/ölü yapılar kullanıma ve kente yeniden kazandırılması konusu kent yönetimlerinin, yatırımcıların, meslek adamların ve akademisyenlerin karşısında çözülmesi gereken bir sorun olarak durmaktadır. Kent ekonomisi ve sosyal yaşamında önemli yer tutan bu tür büyük ölçekli yapıların kente yeniden kazandırılması konusunun iyi bir biçimde çözülebilmesi için konuya dahil olan tüm aktörlerin birlikte çalışmasının ve kente uygun çözümlerin üretilmesinin gerektiği düşünülmektedir.
-
ÖgeA visual method of analysis for user modifications in Climat de France(Fen Bilimleri Enstitüsü, 2020) Rezoug, Amina ; Özkar Kabakçıoğlu, Mine ; 652794 ; Mimarlık Ana Bilim DalıArchitecture is first shaped in relation to certain intentions and motivations of the designer and then appropriated by the user according to the needs and practices. This thesis proposes a visual computational methodology for analysing residents' modifications in the modernist mass housing project of Climat de France. It inquires into the user context of its inhabitants and the design context of the architect and authorities' intentions. The problem of modern housing has been a demanding issue in architecture since the industrial revolution. Modern architecture addressed this problem with mass housing, to provide access to hygiene and functional dwelling. This modernisation disseminated around the world with the idea of universal human needs, however, it was European ideas that disseminated and left little for plurality and diversity. European colonies in Africa were seen as vast lands to explore the modernist housing experiment and test its extents regardless of the different cultures, geographies and climates. A global movement of modernist functionalism was adapted to implement the idealized dwelling. Algeria, an important colony of France had been introduced to modernist housing through a program called "the housing battle" during the last years of the French occupation. Mass housing projects known as the grand ensembles were not only implemented as ideological tools to modernize the Muslim local population but also as political tools to repress the growing resistance against colonialism. This dissertation focuses on Climat de France, a monumental modernist project constructed within the housing battle program that has been the background of many conflicts and transformations since its realisation. Originally built as evolutif housing, this project offers very tight layouts with minimal fittings that fall short to satisfy the basic needs of the crowded Algerian families. Climat de France as many other projects implemented in the same period have been transformed by its residents during the years in order to adapt the space to their needs and lifestyles. The inadequate living conditions in the grand ensembles that are still inhabited by their first residents have been a persuading social issue in the Algerian agenda and demolishing certain settlements was adopted as a solution by the local authorities. This dissertation offers a visual and computational analysis of the residents' modifications in Climat de France in order to expose the use of space and its temporality in relation to the socio-cultural factors of its users. Climat de France is an important case besides its architectural value as a colonial modernist project, with all the residents' modifications it holds additional value as an inhabited space. It showcases an important example of how design intentions have been invalidated by the residents in their use of space and making it their own. Home making is an extensive field of study in social science, I refer to this literature in order to ground residents' modifications with the concepts of self expression and making oneself home. I distinguish the design context and the user context in order to identify the duality of Climat de France and explore their interrelation in shaping each other. Iintroduce the user context in order to understand the use of space and the temporality of domestic spaces as manifested in residents' modifications. There is much to learn from the continuity and discontinuity of the socio-cultural acts and idealized forms, especially from the point of view of sustainable environments and reuse of the existing structures. In the case of reuse and renovation of the existing ensembles, the user context holds an important potential that should not be disregarded. The exploration of residents' modifications and their space making patterns does not only help us understand the temporality of inhabited spaces but also holds the potential to develop new perspectives and methodologies for renovating the existing architectural heritage in relation with the user context. As methodology, a visual computational approach is adopted in documenting and analysing the residents' modifications. Grounded on anthropological field research, the documented residents' modifications are abstracted into two-dimensional drawings enhanced with textual labels that specify their context and reason of use. The highly modified façades that are the subject of this dissertation showcase a variety of modifications realised by the residents through different periods of time, reflecting different temporalities. Each modification on the South-West façade is documented and fragmented into visual rules of its making process. Visual rules of different dwelling activities are introduced and identified on the façade in order to achieve a holistic picture of residents' modifications. Further, the visual rules for each apartment and their corresponding textual labels have been analyzed and compared for the whole façade in order to interpret the embodied experience behind residents' modifications beyond their formal properties. The analysis reflects the building deficiencies residents endure and how they address them individually or collectively with the limited resources they have. The dissertation offers two main contributions: firstly, the formal method that enhances visual rules with socio-cultural information, and secondly, a visual computational approach anthropological field research to increase its capacity and extend its impact in field research. A future automation of the proposed methodology can contribute to establish a descriptive theory of space use and residents' space making within existing buildings. The formal representation of the user context can bridge the gap between the idealized design forms and the inhabited spaces.
-
ÖgeWomen's use of space in Tehran modern houses constructed between 1960-1980(Graduate School, 2021-02-16) Davodipad, Sepideh ; Özsoy, Ahsen ; 502092018 ; Architectural Design ; Mimari TasarımThe main objective of this thesis is the exploration and detailed examination of the women's use of space in modern dwellings constructed between the years 1960-1980 in Tehran, Iran, by considering political, economic and socio-cultural dynamics. The research is based on theories of the use of space, gender and domesticity which are supported by studies in culture, spatial behavior and modernity. Furthermore, factors such as the social, economic and political transformation of the country were studied. In addition, Iran's modern architecture and domestic life evolution were investigated to achieve an image of modern Iran and its residential situation in the period in question. Finally, cases of modern domesticity and women users were studied and analyzed to develop the discussion and the results. Iran's modernization process began from the late nineteenth century and early twentieth century with political and economic reforms that were followed by socio-spatial reforms. The state's policy of modernization intensified following the White Revolution of the 1960s and the economic boom of the 1970s. Tehran was the capital of the modernization and a ground pattern for socio-spatial transformation in the country. The images of modern living spaces and modern society with a focus on women as agents of change and discontinuity were imported from the west. Modern socio-spatial ideas were in confrontation with the traditional and the local ways of life, but these ideas transformed and adapted the status quo. Although the imported patterns of the modernism are similar in non-western countries, Iran had a radical approach to it as a result of the state's top-down modernity policies. Modern domesticity was idealized, and the image of the modern woman emerged as a result of the state's modernization aspiration and the social opportunities with a growing number of middle-class educated women with financial independence. The concepts of "modern home, life, and woman" were promoted by Euro-American models. The state dominated economical and international structures had significant roles in socio-spatial reforms in Iran. The constitutional revolution (1906) was seen as the propulsion engine of the socio-cultural reforms in the early century. The pace of the reforms was accelerated after WWII due to social, political and economic transformations. The outcome of the reforms was a modern society made up of educated and useful individuals which was placed at the center of socio-political identity. The modern reforms lead to the modern taste and lifestyle. The core of the new lifestyle and new cultural practices manifested themselves in domestic life and in other fields. The years between 1920-1980 (first and second Pahlavi period) witnessed many reforms and changes in housing and residential neighborhoods. The government's housing policies affected the building process. Extending social life in houses to the public, producing a modern middle-class as a result of educational reforms constituted new steps to change and transformation. Economic transformation as a result of the oil industry and the relevant events such as its extraction, raising the prices, and its nationalization all affected the housing sector. Many residential neighborhoods were constructed with the cooperation of foreign architectural firms and consultants. Moreover, constructing residential neighborhoods in oil cities by 1920, the establishment of home-economics schools by President Truman's Point 4 program, introducing home appliances (imported-montage-local), post-WWII modernization, the oil boom and increase in the ability of consumers to buy goods, resulted in new concepts of taste, beauty, gender, class, consumption, religious and national identity taking shape in the domestic realm. Modernization became the government's first plan for the country and the capital. The accelerated urbanization and industrialization were followed by the social changes such as the growth of the young generation, the growth rate in the urban middle-class families, and the rise of immigration to big cities. Moreover, the oil industry and the economic growth resulting from it supported the state's plans. Consequently, the construction of residential complexes and towers accelerated in this period to address the needs of the new and educated middle-class families. Modern domestic life and women as an integral part of the modernization process became a focal point of the government. Public and private boundaries broke down, gender roles and duties inside and outside home were redefined. New domestic spaces replaced traditional gender-based spatial divisions. The housekeeping taught to women through different programs came to be rationalized, standardized and sanitized. The instructions focused on minimizing the women's use of energy in order to enable them to carry out more tasks related to home, family and society. They were educated as modern mothers and wives of the home and at the same time participated in the public economic and socio-cultural activities of the nation. The research question focused on the women's use of space in Tehran modern houses constructed in the last two decades of the Pahlavi period (1960-1980); their everyday life, modification, and alteration of the space. The study had a historic approach to both the domestic evolution and the women's use of space. Therefore, the impact of political, social, and economic circumstances and their consequences in housing and women's family, social, and private life was considered. The modern history of Iran is divided into four periods including pre-Pahlavi, first and second Pahlavi, post-revolutionary. Iran's modernization process accelerated in the 1960s and 1970s due to economic and social changes. Housing construction developed with people flooding from small cities and villages to Tehran. Low and high-rise apartments, row houses, and residential complexes were planned by the state and private sector to cope with the housing problem. Modern housing improved the standard of living for the vast majority of the population. However, being modern in a traditional society with strict cultural values took another shape. Spaces were modern but users did not know how to reconcile past and present, modern and traditional, Iranian and foreign. There was coexistence between religious, traditional, and modern ways of life. In this framework, analyzing women's use of space includes studies of the effects of the modernization, adoption, and adaptation process and how political, economic, and socio-cultural systems influence that process and how women used and modified space during that time. In this sense, the role of the state, different western programs, and the press aimed to shape the new image of women inside and outside the home. The focus of this study was on the everyday life of women and spatial connections. The methodology of this research was a qualitative method and narrative inquiry that includes archival research, memories, photographs, and in-depth interviews. Twenty women aged 38-72 from six different settlements participated in the study. These settlements were constructed during the process of modernization of the capital between the years 1960-1980 and promoted new and modern lifestyles for the newly emerged modern middle-class. The participants were asked through an in-depth interview to tell the story related to their home. The interviews took 60-120 minutes and were conducted in two different periods, October 2016, and November 2017. The data was analyzed through narrative content analysis using Atlas. ti 8.0 qualitative software package. The stories are interpreted through exploring codes, writing comments and comparing them. Searching common subjects in the narratives led to the identification of themes and sub-themes. The results showed that the factors that affected the use of space and adjustments were manifold with several links between socio-cultural norms, women's everyday life, and use of space. Some of these connections represented demographic and economic sources, whereas others had physical, environmental, and socio-political sources. These were categorized into three domains, in accordance with user profile, dwelling unit, and settlement. Use and alterations of space in the user profile domain are internal and were related to the demographic and economic issues of the households such as changes in the life stages of the family and their economic situations. These included changes in age or structure of the family. The economic condition of the family is significant in the use and alterations in space in two aspects: the current situation and women's contribution to the economy of the family. Overload of different uses or rooms without use, and allocating some parts of the living room, kitchen, or bedrooms for doing outside work are some of the main changes in special organization and modifications. In the dwelling unit domain, study results show that women's everyday life, time-space activities and socio-cultural norms have a direct impact on the use of spaces. The different families show different uses and adaptations in the same domestic space resulting from their way of life. Modern homes aimed to liberate women from participating in society and public life. In reality, the everyday life of women, and socio-spatial divisions had separated the women from the outside world. Dwelling units changed to a place for integrating different activities related to housework and wage work. Furthermore, socio-cultural concepts such as privacy, cleaning, and traditions gave meaning to the use of space. Segregation of the domestic spaces using curtains, decorative walls, or furniture had emphasized the significance of private/public, back/front, presentable/unpresentable, pure/ impure (najis) spaces of the home. The settlement domain included external factors that affected women's use of space such as the characteristics of the surrounding neighborhood or socio-political factors. These are constraints or extensions of the domestic space to the public and vice versa. For example, results show how women domesticate the public spaces, or how the public spaces of the settlement provide more uses for women's activities, such as bicycle riding or walking dogs and parties that normally are unacceptable in the society. Moreover, the physical characteristics of the settlements such as accessibility to bazaar, family, security, comfort, fame, gardens, and children's playing grounds are significant in making them desirable or undesirable living spaces for women. Transformations in social and political values affected the use of space most of the time. These included losing previous functionality, replacing it with new ones, residential dissatisfaction and emerging preservative/secular, public/private life dichotomies. In this framework, analyzing women's use of space through the concepts of gender and domestic life provides further studies of the effects of the modernization, adoption and adaptation process and how political, economic and socio-cultural systems influenced that process and how women used and modified space during that time. Using qualitative and narrative research methodology, the focus of this study was on the everyday life of women and their spatial connections. Investigating the post WWII domestic life from women users' point of view provide further sensitivity to architectural design and evolution. The study of gender and space relationship represent new perspectives in housing quality and residential satisfaction