LEE- Mimari Tasarım-Doktora

Bu koleksiyon için kalıcı URI

Gözat

Son Başvurular

Şimdi gösteriliyor 1 - 5 / 32
  • Öge
    Heterotopya çerçevesi ile ötekine açık bir kamusal mekan araştırması ve metin okuma önerisi
    (Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2024-12-10) Tekinalp Buğra, Seda ; Şentürer, Ayşe ; 502112023 ; Mimari Tasarım
    Bu tez çalışması, günümüz kent koşullarında kamusal mekan kullanımını, toplumsal ana akımın dışında kalan ya da farklılaşan ötekilerin -insanlar, insan olmayan varlıklar, nesneler ve dijital dünya gibi geniş bir çeşitlilikte tanımlanabilecek figürlerin- varoluş biçimlerini heterotopya kavramı üzerinden eleştirel yaklaşımla inceliyor. Çalışmanın amacı, kamusal mekanlarda modern mimarlık ve kentleşme süreçlerinin çoğunluk odaklı, evrensel ve homojenleştirici yaklaşımlarını eleştirerek, farklı kimlikler ve toplulukların bir arada var olabileceği, esnek ve kapsayıcı mekanların yeniden düşünülmesine yönelik alternatif bir kent okuma yöntemi geliştirmektir. Kent, sadece fiziki bir mekan olarak değil, aynı zamanda sosyal, kültürel ve politik güç dinamiklerinin yansıdığı bir alan olarak ele alınır. Kent okuması, bu dinamiklerin nasıl işlediğini ve kamusal mekanların farklı topluluklar için ne ölçüde kapsayıcı olduğu ya da onları görünmez kıldığını anlamayı amaçlar. Bu bağlamda tez, kamusal mekanların yeniden okunmasını sağlayacak özgün bir yöntem sunmayı hedeflemektedir. Bu yöntem, heterotopya kavramına dair bir metin okuması üzerinden geliştirilmiştir. Özellikle 1970'lerden itibaren sosyal, kültürel ve mimari değişimlerle birlikte, modern sonrası dönemde 'öteki' kavramı sosyoloji, mimarlık, medya çalışmaları ve felsefe gibi farklı disiplinlerde önemli bir tartışma konusu haline gelmiştir. Bu gelişmeler, modernist yapıların ve modernite deneyiminin tek değerlilikten çok değerliliğe ve çeşitliliğe doğru evrilmesine zemin hazırlamış, kent ve mimarlık tartışmalarında önemli bir kırılma noktası yaratmıştır. Böylece, yerel-küresel, özel-kamusal gibi ikili karşıtlıklar yerini daha heterojen, çoğulcu bir anlayışa bırakmıştır. Bu düşünsel ortamda Üçüncü Mekan, eşik mekan, gevşek mekan gibi kültürel melezlenmelere imkan sağlayan kavramlar türetilmiştir. Bu kavramlar arasında Foucault'un ürettiği "heterotopya" kavramı, mekanı doğrudan referans alması sebebiyle diğer kavramlardan ayrışarak tez çalışmasının temelini oluşturmuş ve kapsam ile yöntem açısından öne çıkmıştır. Foucault'un tanımını muğlak bıraktığı heterotopya kavramı mimarlık ve ilişkili disiplinlerde ilk günden bu yana çokça tartışılmış, farklı şekillerde yorumlanmış ve uygulanmıştır. Foucault'dan sonra, birçok düşünür heterotopya kavramını özgün bakış açıları ve yorumlarla daha da geliştirmiştir. Foucault'nun erken dönem kavramsallaştırmasından günümüzdeki mekansal pratikler ve kentsel müdahaleler üzerine olan söylemlere kadar, heterotopyanın çok katmanlı yapısı kamusal mekan tasarımının karmaşıklıklarını ele almadaki önemini ortaya koymaktadır. Foucault'nun başlangıçtaki tanımının ötesine geçilerek, farklı teorik kökenlerden türeyen ve kamusal mekanın bazen ütopik, bazen de günlük yaşamdan ilişkiler ve kentsel deneyimlere dayalı kullanımlarını izleyen heterotopya fikri, kent ve kamusal mekanın özgürleşmesi için üretken bir taktik ve güçlü bir araç sunmaktadır. Heterotopya kavramının ortaya çıkışından bu yana, postmodern coğrafyaların farklı yönlerini ele alan geniş bir araştırma topluluğu, bu kavramın ve alternatif teorilerin ilgili disiplinler üzerindeki etkilerini ve uygulanabilirliğini incelemiştir. Heterotopya üzerine yapılmış bu araştırma metinleri, tez çalışmasında birer vaka olarak ele alınarak kapsamlı bir metin okuması ile değerlendirilmiştir. Giriş ve heterotopya kavramının arka planının anlatılmasının ardından tezin üçüncü bölümünde seçilmiş olan metinlerin incelemeleri yapılmaktadır. "Metin okuma" ve analiz süreci tezin ana gövdesi olup, Rendell'in metinleri "geçiş mekanı" olarak tanımladığı yaklaşımıyla ve Berger'in yaratıcı okuma yöntemleriyle ilişkilendirilmiştir. Metinler kuramsal bilgi, kişisel deneyim ve kentsel pratikleri barındıran bir "geçiş mekanı" olarak işlev görerek yaratıcı düşünme biçimlerini de ortaya çıkarır. Metinleri yalnızca bilgi aktarım aracı olarak değil, anlamların üretildiği, yeniden yorumlandığı ve dönüştürüldüğü dinamik bir alan olarak ele almak, yaratıcı okuma ve yorumlama yaklaşımlarını mümkün kılar. Bu bağlamda, her metin, okuma sürecinde çok katmanlı anlamlarla zenginleşir ve yeni düşünsel üretimlere olanak sağlar. Her metin, yine metinlerdeki (1) heterotopya kavramının hangi bağlam içinde kullanıldığı, (2) öteki ile kurulan ilişkinin şekli, (3) öne çıkan anahtar kelime ve kavramların tespiti ve bu kavramların metnin genel pozisyonu ile uyumu olarak nasıl karşılık buldukları, (4) kavramın nasıl örneklendiği, (tekil veya jenerik örnekler dahilinde) (5) zamansallık içinde kavramın ele alınış biçimi ile ilişkilenen diğer yakın fikirler/metinler/kavramlar ile birlikteliğine ve geçen referanslar, (6) metnin içinde geçen referanslar, (7) mimarlık bilgisine katkıda bulunma biçimi üzerinden kurulmuş yedi basamaklı bir okuma altlığı ile yeniden okunmuş, böylece her metin aynı kriterler üzerinden değerlendirilmiştir. Tezin süreci metinlerin seçilmesi, okunması, okunan metinler üzerinden altlık oluşturulması, metinlerin bu altlık ile yeniden okunması ve kategorize edilmesi, her bir kategorinin sunduğu ve tanımladığı heterotopyaların özelliklerinin ortaya dökülmesi şeklinde ilerler. Bu kategorizasyon sürecinde, her bir metnin tanımladığı ve tarif ettiği heterotopya özellikleri detaylı bir şekilde ortaya çıkarılmıştır. Bu özellikler, farklı mekansal, toplumsal ve kültürel bağlamlarda heterotopyaların nasıl şekillendiğini ve işlev kazandığını anlamak açısından önemli olmuştur. Kategorizasyon sürecinde heterotopyalar üç ayrı gruba ayrılmıştır. İlk grup, biçimsel ve tipolojik özelliklerin ön planda olduğu metinlerden oluşmaktadır. Bu metinlerde heterotopyalar, mekansal düzenlemeler aracılığıyla toplumsal düzenin sürdürülmesine hizmet eden yapılar olarak ele alınır. Mekansal düzenlemelerin, belirli toplumsal süreçlerin oluşumunda bir araç olduğu ve yapılı çevrenin sosyal ve kültürel değişimi tetiklediği vurgulanmaktadır. Binalar ve mekanlar, sosyal etkileşimlerin düzenlenmesi, bedenin disipline edilmesi ve davranışların kontrolü için kullanılan araçlar olarak işlev görmektedir. Bu tür heterotopyalarda "öteki" ile kurulan ilişki, çoğunluğun lehine kurulmuş olup, öteki olarak kodlanan azınlıkların hareketleri ve varlıkları sınırlanır. Bu heterotopyalar, kendi içinde tamamlanmış, durağan yapılar olup, kentsel akış ya da eylemsellikten çok mevcut düzenin pekiştirilmesine odaklanmaktadır. İkinci grup heterotopyalar, baskın çoğunluğun dayattığı düzene karşı ötekinin gündelik hayatı, ilişkileri ve deneyimleri ile kendine alan açtığı direnç mekanlarıdır. Bu mekanlarda, mekansal özelliklerden ziyade kullanım ve yorumlama unsurları ön plana çıkar. Odak, gündelik yaşama kayarak ötekinin bu mekanlar içerisinde nasıl yol bulduğu, nasıl müzakere ettiği ve varlığını nasıl ifade ettiği üzerindedir. Heterotopyalar, katı bir planlamanın ürünü olarak değil, bireylerin ve toplulukların mekanla etkileşimleri ve mücadeleleri sonucu ortaya çıkar. Bu heterotopyalar, kamusal mekanların nasıl dönüştürülebileceğine dair önemli ipuçları sunar. Geleneksel mekansal sınırları zorlayarak, farklı kimliklerin ve gündelik deneyimlerin bir araya gelmesine ve birlikte var olmasına imkan tanır. Ayrıca, kamusal mekanın belirli sınırları içinde mücadele eden gruplar için nişler yaratır. Böylece, bu direniş mekanları, hem mekanın hem de toplumsal ilişkilerin dönüşümüne dair özgürleştirici bir potansiyel taşır. Belirlenen iki grup heterotopyanın yanı sıra, üçüncü bir kategori daha ortaya çıkmıştır. Bu kategori, kentin gündelik akışı içinde belirli programlar veya etkinliklerden doğan heterotopyaları kapsamaktadır. Bu tür heterotopyalar, belirli bir amaç doğrultusunda geçici olarak varlık gösteren ve bu amaç gerçekleştiğinde sona eren zamansal mekanlar olarak tanımlanır. Kentsel yaşamın sürekli değişen yapısını yansıtan bu geçici heterotopyalar, farklı kullanım biçimlerini ve kullanıcı profillerini bir araya getirerek çeşitli kesişim noktaları oluşturur. Bu geçici mekanlar, kentin dinamik yapısına uygun olarak sürekli dönüşüm içinde olan, zamana bağlı heterotopyalardır. Metin okuması ve kent okuması arasındaki ilişki incelenerek, metinler aracılığıyla elde edilen bilgi ile, herhangi bir kamusal mekanı da benzer yaklaşımla incelemenin mümkün olduğu görülmüştür. Çalışmanın değerlendirme ve tartışma bölümünde, bu çerçevede geliştirilen metin okuma altlığını test etmek amacıyla, belirli bir kent parçası üzerinde uygulama yapılmıştır. Bu uygulama için, farklı zaman-mekansal kesitlerde üç heterotopya grubunun da gözlemlenebileceği Karaköy bölgesi seçilmiştir. Bu inceleme, heterotopya kavramının belirli bir kamusal mekanda nasıl kullanılabileceğini ve bu mekanın kullanıcı profilleri ile kullanım pratikleri arasındaki ilişkiler üzerindeki etkilerini ortaya koymaktadır. Sonuç olarak, bir bakış altlığına dönüşen bu sistematik kategorileştirme yöntemi, mevcut anlatıları parçalayıp yeniden yapılandırarak kamusal mekanlar üzerine yeni bir okuma önerisi sunmaktadır. Heterotopya literatürünün kapsamlı bir şekilde incelenmesiyle, mimarlık alanında "öteki" mekanlarının bilgisine ulaşılmış ve bu bağlamda daha kapsayıcı kamusal mekanların üretimine yönelik yöntemsel bir öneri geliştirilmiştir.
  • Öge
    Topoğrafyanın biçimsel ve mekansal katmanlarının mimarlıktaki açılımları üzerine bir yeniden okuma
    (Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2024-09-19) Nurdoğan, Nazmiye ; Şentürer, Ayşe ; 502142018 ; Mimari Tasarım
    Bu tez çalışması, topoğrafyayı mimari tasarım sürecinin kritik bir girdisi olarak sunmayı amaçlamakta ve eşdeğer bir ilişki kurma yolu olarak mimarlık topoğrafya ilişkisinde bağlanma halini sunmaktadır. Mimarlıkta topoğrafyayı salt fiziksel özelliklerine indirgeyen tartışmalardan farklı olarak bu çalışmanın teorik çerçevesi, topoğrafyayı biçimsel ve mekansal katmanlarda yeniden tanımlamakta ve bunların mimari tasarım pratiğinde nasıl yorumlandığını değerlendirmektedir. Teorik çerçevede, sürekli katmanlaşmaya devam eden bir yapı olarak topoğrafyanın her katmanı, kendi iç yapısının bir görüntüsü ve sonraki katmanlaşmanın öncülü ve dolaylı yönlendiricisi olarak ele alınmıştır. Buna uygun olarak biçimsel katmanın, yapısı ve yüzey şekli ile mekansal katmanın öncülü olabileceği ve mimari tasarımın biçimsel ve mekansal katmanlara bağlanma ve sınırlanma halleri üzerinden değerlendirilebileceği ortaya konmuştur. Teorik çerçeve ile proje incelemeleri arasındaki geçişi sağlamak amacıyla mimarlık ve topoğrafya ilişkisinin görünür/tartışılır kılındığı temsil düzlemlerini sorgulayan ve açıklayan analiz bölümü oluşturulmuştur. Yapılacak analiz ile biçimsel ve mekansal katmanlarda mimarlık-topoğrafya ilişkisinin durumu ile bu katmanlarda mimari tasarımın yarattığı bağlanma-kopma durumlarının görünür kılınarak tartışmaya açılması amaçlanmaktadır. Bu bağlamda analiz bölümünde, kentsel durumu ve mimari müdahaleyi görünür kılmak için 1:1000, 1:200 ve 1:50 olmak üzere üç ölçekte inceleme yapılması gereği tartışılmıştır. Devamında, mimari temsil düzleminin ifade olanakları sunulmuş ve Nolli haritasının iknografik gösterim biçiminin mekân ve yapı birlikteliğini ifade edebilme olanağı tartışılmıştır. Ayrıca kesitin, topoğrafya-mimarlık ilişkisini görünür kılmaktaki önemi vurgulanmıştır. Sonuç olarak, proje incelemelerinde kullanılacak, 1:1000 ölçekli genişletilmiş arazi planı, 1:1000 ölçekli genişletilmiş arazi kesiti, 1:1000 yaya erişimi ve kamusal kullanım çeşitliliği haritaları; 1:200 ölçekli plan ve kesitin gösterim biçimleri ve 1:50 mekansal kesitler detaylı biçimde açıklanmıştır. Teorik çerçevedeki içgörüleri daha fazla araştırmak için vaka incelemesi yöntemi, Seattle Merkez Kütüphanesi, Yapı Kredi Kültür Sanat ve Ewha Kampüs Kompleksi'nin mekansal analizi yoluyla araçsallaştırılmaktadır. Tüm vakalar öncelikle analiz metodunda verildiği üzere çizimleri üretilerek ve literatürden yararlanılarak kendi içerisinde değerlendirilmiştir. Değerlendirme öncelikle kent ölçeğinde (1:1000) yapılarak, topoğrafyanın mevcut biçimsel ve mekansal örüntüsü ortaya konmuştur. Yapı ölçeğinde (1:200) yapılan değerlendirme ise yapıların mevcut topoğrafya katmanlarına tasarım kararları ile nasıl müdahil olduğunu / müdahale ettiğini incelemek üzere bir yakın plan değerlendirmesi içermektedir. Mekân ölçeğinde (1:50) yapılan değerlendirme, mekansal deneyim düzleminde bağlanma halini mimari yapı öğelerinin bağlanma/sınırlandırma nitelikleri ile ilişkilendirmektedir. Bölümün sonunda ise değerlendirilen vaka çalışmaları birlikte ele alınarak başta amaçlandığı üzere teori çerçeveye sunduğu çeşitlenme üzerinden tartışılmıştır. Bulgular genel olarak değerlendirildiğinde, mimari tasarımın etki ve müdahale alanının kısıtları olduğu dikkat çekmiştir. Tüm mimari projelerde, proje arazisi ve projenin programı, mimarların kontrol alanı dışında kalan; ancak mimarlık ve topoğrafya ilişkisinde belirleyici olan iki ana etken olarak görülmüştür. Arazinin biçimi ve mevcut topoğrafya içerisindeki konumu, bağlanma halinin mimarlık pratiğinde kurgulanabilmesi için kritik bir girdi oluşturmaktadır. Projelerin programları ise, kamusallık ve kullanım üzerindeki belirleyicilikleri ile mekansal ilişkileri kuran bir etken olarak topoğrafyanın mekansal katmanına bağlanmayı etkilemektedir. Seattle Merkez Kütüphanesi projesinin değerlendirilmesi, topoğrafyanın mekansal ve biçimsel katmanlarıyla bağlanma halinden beslenen ara mekansal ve biçimsel durumları sunmuştur. Bu ara topoğrafik durumların oluşumunda, biçimsel katmanda zemin kotunda bağlanma ile sürekliliği yaratmanın ve yapı kabuğunun manipülasyonu ile ara mekanların sarmalanmasının etkili olduğu; mekansal katmanda ise programatik gereklerin belirleniminin esnekleştirilmesinin bağlanmayı sağlayan bir tasarım stratejisi olarak kullanıldığı izlenmiştir. Yapı Kredi Kültür Sanat projesinin değerlendirilmesi, tarihi kent topoğrafyasının geçişlere ve mekansallaşmalara izin veren dokusunu okumayı sağlamıştır. İncelenen projeler arasında bitişik düzen içerisinde tasarlanmış tek yapı olan Yapı Kredi Kültür Sanat, yapılı çevrenin dokusuna biçimsel olarak yüksek derecede entegre gözükmektedir. Bu entegrasyon ile bitişik sıralandığı diğer yapılar gibi, Yapı Kredi Kültür Sanat da İstiklal Caddesine doğrudan bağlanmıştır. Girişte yer alan portiko, devamında anıtsal merdivenler ve loca, açık kullanımlı kamusal mekanlar olarak bir süreklilik içinde karşımıza çıkmaktadır. Yine de merdivenler ve locaya erişimin girişle kurduğu süreklilik sorunlu bulunmuştur. Buna ek olarak anıtsal merdivenlerin doğrudan kamusal kullanım için sunduğu potansiyeller değerlendirilmeye açık gözükmektedir. Ewha Kampüs Kompleksi, üniversite sınırları içerisinde yer aldığı için kamusallığı ve erişimi sınırlıdır. Buna bağlı olarak topoğrafyanın mekansal katmanına bağlanmak, kenti içeriye davet edebilmek konusunda kısıtlı bir bağlamda yer almaktadır. Projede yapı silüeti, kampüsün doğal ve yapılı topoğrafyası içine gömülmüş ve yapının çatı ve zemini, kampüs peyzajının bitkilendirme ve sert zemin uzantıları olarak tasarlanmıştır. Biçimsel ve dolayısıyla mekansal bağlantıların güçlü olduğu projede, iç mekanlar ve programatik gerekler ikinci plana atılmıştır. Bu bağlamda, kampüs kompleksinin iç mekanları görece çevresinden kopuk alanlar olarak okunmaktadır. Proje incelemelerine ait bulguların değerlendirilmesi, topoğrafya ve mimarlık ilişkisinde bağlanmayı kuran üç ana operasyonu ortaya konmuştur: hareketi teşvik eden biçimsel ve mekansal sürekliliğin oluşturulması, tanımsız ara mekanların / geçiş alanlarının tanımlı hale getirilmesi ve sınırlandırılmışlık halinin açılması. Sonucunda tez çalışmasının sunduğu katkı, mimarlık-topoğrafya ilişkisinin biçimsel ve mekansal katmanlarda tartışılmasına olanak sağlayan kapsayıcı bir çerçeve sunmak ve bağlanma hallerini topoğrafya ve mimarlık ilişkisinde eşdeğerliği kuran tasarım stratejilerini ortaya koymak olmuştur. Bu çalışmanın devamında yapılacak araştırmalar, farklı tipolojideki yapıların mekansal analizi ve mimari tasarım sürecinde mimarlık-topoğrafya ilişkisinin kavramsallaştırılması üzerinden ilerleyebilir. Bu çalışmada kullanılan analiz yöntemi, farklı kamusal yapılar üzerinde kullanılarak; incelenen yapıların kentsel topoğrafyaya entegre olma stratejisi ve biçimsel ve mekansal katmanların aralıklarında yaratıcı manipülasyonlar sunma olanakları ortaya çıkarılabilir. Buna ek olarak, tezin bulguları, mimari tasarım sürecinde topoğrafyanın mekansal ilişkiler ve biçimsel referanslar için besleyici bir zemin olarak kavramsallaştırılması amacıyla kullanılabilir.
  • Öge
    Sanal mekanın anısı: Orada ol[ma]mak ve arada olmak
    (Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2025-02) Bayrakçı, Zeliha ; Arı, İffet Hülya ; 502132021 ; Mimari Tasarım
    Gündelik hayatın ayrılmaz bir parçası olan mekân, gündelik hayattaki deneyimlerle ilişkili olarak belleğe yerleşir ve anıların bağlamını oluşturur. Dolayısıyla kişinin geçmişinin bir parçası olan mekân, bir anımsatıcı işlevi görür ve geçmişin canlanmasını tetikler. Araştırmacının daha önce bulunmadığı bir kentte yaptığı gezinti sırasında karşılaştığı bir mekan hatırlamanın gerçekleşmesine neden olmuştur. Bu noktada, araştırmacı daha önce bulunmadığı bir mekanın hatırlamayı tetiklemesini sorgulamaya başlamıştır, çünkü bir mekanın anımsatıcı olabilmesi için kişinin geçmişinin bir parçası olması gerekir. Diğer bir ifadeyle, araştırmacı geçmişte o mekanda bulunmuş ya da bir şekilde karşılaşmış olmalıdır. Öyleyse araştırmacı bu mekanla nasıl karşılaşmıştır? Bu soru, araştırmacıyı geçmişte izlemiş olduğu bir filme ve filmin sanal mekanına götürmüştür. Geçmiş deneyime dönüş ve karşılaşılan sanal mekan, çalışmanın amacının ortaya konulmasına aracılık etmiştir. Bu bağlamda, karşılaşılan bir mekanın tetiklediği hatırlamanın sorgulanması ile başlayan araştırmanın amacı, bellek ve sanal mekan arasındaki ilişkinin sorgulanması ve tanımlanması olarak belirlenmiştir. Çalışmanın amacı doğrultusundaki sorgulama, bellek ve mekan arasındaki mevcut ilişki içerisinde sanal mekanın izlerinin aranması ile başlamıştır. Bellek ve mekan arasındaki ilişki bağlamında yapılan literatür araştırması sırasında çoğunlukla fiziksel mekanlar ile karşılaşılmıştır. Bu nedenle, bellek ve sanal mekan arasındaki olası ilişkilere dair sorgulama, bellek ve mekan arasındaki ilişkinin fiziksel mekanın ötesine taşımayı da amaçlamaktadır. Karşılaşılan bir mekanın tetiklediği hatırlamaya dair sorgulama ve sorgulamaya eşlik eden şahsi-diyalog, çalışmanın amacının belirlenmesinin yanı sıra metodolojinin belirlenmesinde de rol oynamıştır. Araştırmacı, araştırmanın metodolojisini heuristik sorgulama ile ilişkilendirmiştir. Bunun nedeni, heuristik sorgulamanın öznel insan deneyimlerine odaklanması ve araştırmacının otobiyografik bir deneyim aracılığıyla ilgilendiği bir konuyla ilk bağlantısı ve ilk karşılaşmasından doğmasıdır. Dolayısıyla araştırmacının öznel deneyimi ile başlayan sorgulama, araştırmacının öznel deneyimleriyle devam etmiştir. Yaşanan hatırlama sırasında araştırmacı kendisine çeşitli sorular sormuştur, diğer bir deyişle kendisi ile bir diyalog kurmuştur. Bu şahsi-diyalog bir şahsi-sorgulama sürecidir ve bu süreç araştırmacının geçmiş deneyimlerine dönüşlerine dayanmaktadır. Bu bağlamda, araştırmacı çalışma sürecini bir şahsi-diyalog olarak tanımlamıştır. Dolayısıyla süreç boyunca, araştırmacı kendi deneyimlerine geri dönmüştür. Geçmiş deneyimlere geri dönmek ve onları betimleyerek yeniden yaratmak çalışmanın veri toplama yöntemi olarak kabul edilmiştir. Heuristik arayışta, geçmiş deneyimin yeniden yaratılması, deneyimi yaşayan kişi tarafından deneyimin eksiksiz bir şekilde betimlenmesini dayanır. Bu bağlamda, araştırmacı betimlemeleri yapmak için geçmiş deneyimleriyle ilişkili kişisel notlarından yararlanmıştır. Elde edilen veriler (hatırlamalar), şahsi-diyalog olarak görülen tez sürecinin tez metnindeki yansımaları olarak görülmüştür. Bu bağlamda, veriler tez metni içerisinde tezin anlatı kurgusu ile ilişkili olarak konumlandırılmıştır. Tez metni içerisinde karşılaşılan hatırlamalar, bir durumu, bir olayı açıklamak ya da örneklemek amacıyla tez metninde yer alırken 'Arada Olmak' başlıklı bölümde yer alan hatırlamalar, ortaya konulan varsayım bağlamında, deneyimsel anı ve sanal mekan arasındaki ilişkiyi ortaya koymanın araçları olarak kullanılmıştır. Tanımlanan hatırlamalar, ortaya konulan varsayım bağlamında analiz edilmiştir. Bölüm kapsamındaki verilerin analizi, araştırmacı tarafından 'tamamlanma' olarak adlandırılan analiz seti aracılığıyla yapılmıştır. Çalışmanın amaç, varsayım ve metodolojisi içeren 'Giriş' bölümünün ardından mekânın bellek ile kurduğu ilişki bağlamında yapılan literatür araştırması, çalışmanın 'Bellek, Mekan, Hatırlama' başlıklı ikinci bölümünde; 'geçmişi koruma ve geçmişin varlığını sürdürme', 'imgeleştirme' ve 'geçmişin parçası olma ve geçmişi canlandırma (hatırlatma)' olarak adlandırılan alt başlıklar kapsamında özetlenmiştir. Bir mekanla karşılaşma sonucu gerçekleşen hatırlama ile başlayan sorgulama bağlamında, 'Bellek, Mekan, Hatırlama' başlıklı bölümün odağı 'geçmişin parçası olma ve geçmişi canlandırma (hatırlatma)' alt başlığının kapsamında ele alınan mekanın anımsatma işlevidir. Bir mekânın anımsatıcı olarak işlev görmesi, o mekânın kişinin geçmişinin bir parçası olduğunu gösterir. Bir mekânın kişinin geçmişinin bir parçası olabilmesi için, kişinin geçmişte bu mekanla bir şekilde karşılaşmış olması gerekir. Çalışma kapsamında geçmişte yaşanan bu karşılaşmalar doğrudan ve dolaylı karşılaşmalar olarak ele alınmıştır. Doğrudan ve dolaylı karşılaşmalar, mevcudiyet ve bellek kavramları ile ilişkilendirilerek tez çalışmasının dayandığı kavramsal ilişkiler ortaya konulmuştur ve kavramsal ilişkiler paralelinde çalışmanın strüktürü oluşturulmuştur. 'Orada Olmak: Deneyimsel Bellek' başlığı kapsamında konu edilen doğrudan karşılaşma, yaşanan deneyimin ya da olayın mevcudiyetinde olmak ile ilişkilidir. Bir şeyin mevcudiyetinde olma, onunla eş zamanlı ve paylaşılan bir yerde olmayı ifade eder. Bu bağlamda, yaşanan olayın ya da deneyimin mevcudiyetinde olan kişi, olayın ya da deneyimin şahidi olarak oradadır. Kişi, kendine şahidi olarak (özne) ya da başkalarının başına gelenlerin şahidi olarak orada olabilir. Tanımlanan her iki şahitlik durumunun sonucunda kişi, deneyimsel anılara sahip olur. Deneyimsel anıların hatırlaması, genellikle şimdiki zamandaki bir uyaranın (mekân, ses, koku, vb.) tetiklemesiyle gerçekleşir. Hatırlama sırasında geçmişte yaşanan olay ya da deneyim ile ilişkili olarak kişinin zihninde bir anı-imge belirir. Geçmiş ile ilişkili olarak anı-imgenin bir parçası olan mekân ise bir zihinsel mekandır. Zihinsel mekân olarak tanımlanan, zihin tarafından yaratılan ve fiziksel mevcudiyeti olmayan sanalmekandır. 'Orada Ol[ma]mak: Orada Olmayan Mekan ve Aktarılan Anılar' başlığının odağında yer alan dolaylı karşılaşma; bir olay, deneyim ya da mekân ile medya aracılığıyla karşılaşma olarak ifade edilmiştir. Dolaylı bir karşılaşma yaşayan kişi, doğrudan karşılaşma ile karşılaştırıldığında farklı bir şahitlik (ikinci elden şahitlik) konumundadır. Medya aracılığıyla şahitlikte, kişi şahit olunan olayın ya da deneyimin mevcudiyetinde olmayabilir (şahitlik durumu medya türüne bağlı olarak değişkenlik gösterebilir). Örneğin; film ya da fotoğraf aracılığıyla şahit olunan olayda kişi olayın gerçekleştiği zamanda ve mekânda mevcut değildir. Olay, filmin ya da fotoğrafın sanal mekânında ve geçmiş zamanda gerçekleşir. Dolayısıyla kişi, olayın mevcudiyetinde, diğer bir ifadeyle olayın gerçekleştiği sanal mekânda-orada mevcut değildir. Ancak kişi medya aracılığıyla hiç bulunmadığı mekanlara, yaşamadığı olaylara ve kendisine ait olmayan deneyimlere dair anılara sahip olabilir. Bu nedenle, medya tarafından yaratılan sanal mekanların, deneyim ve anı aktarımına aracılık ettiği söylenebilir. Deneyim ve anı aktarımı, 'aktarımsal mekân' kavramı ile ilişkilendirilerek tartışılmıştır ve bu tartışma, 'sanal mekân sadece bir aktarım mekânı mıdır?' sorusunu ortaya çıkarmıştır. Sorunun cevabını arama sürecinde, sanal mekânın yaratıldığı farklı medya türleri bağlamında kişinin şahitlik pozisyonunun ve dolayısıyla sanal mekânın deneyiminin değişkenlik gösterdiği ortaya konulmuştur. Tanımlanan değişkenlik, kişinin özne ya da şahitlik pozisyonuna geçme ve sanal mekânın deneyimin gerçekleştiği mekân haline gelme potansiyelinin göstergesi olmuştur. Bu bağlamda, sorunun cevabını arayış, bir varsayım ile karşılık bulmuştur: Ortaya konulan değişkenliğin kişinin sanal mekânda mevcut olma hissine sahip olma olasılığı etkileyebileceği düşüncesinden hareketle, kişinin sanal mekânda mevcut olma hissine sahip olduğu durumda yaşanan deneyimin anısı deneyimsel belleğin bir parçası haline gelir. Araştırmacı tarafından ortaya konulan varsayım, 'Arada Olmak' adlı bölümde SG teknolojisi aracılığıyla tartışılmıştır. SG teknolojisinin seçilme nedeni, SG teknolojisinin kişiyi sanal mekâna taşımak olarak tanımlanabilecek amacıdır. Ancak SG deneyimi sırasında kişi tam olarak sanal mekâna taşınamayabilir, diğer bir ifadeyle sanal mekânda olduğu hissine sahip olamayabilir. Bunun nedeni, SG deneyimi sırasında fiziksel mekân ve sanal mekanla eş zamanlı sürdürülen diyalog olduğu düşünülmüştür. İkili diyalog-ikili beden durumunu sonlandırmak ve böylece kişiyi sanal mekâna taşıyabilme düşüncesinden hareketle, araştırmacı tarafından 'tamamlanma' adı altında bir analiz seti oluşturulmuştur. 'Tamamlanma', ortaya konulan varsayım bağlamında araştırmacının SG deneyimlerinin incelenmesine aracılık ederek bellek- özellikle deneyimsel anı ve SG teknolojisi tarafından yaratılan sanal mekân arasındaki olası ilişkinin tanımlanmasına olanak sağlamıştır. Çalışma sonucunda, araştırmacının bellek ve sanal mekân arasında kurmaya çalıştığı ilişkiler, çalışma süresince karşılaşılan ve 'zihinsel mekân olarak sanal mekân', 'aktarımsal mekân olarak sanal mekân' ve 'deneyimin mekânı olarak sanal mekân' olarak adlandırılan farklı sanal mekanlar üzerinden tanımlanmıştır. Çalışma sürecinde karşılaşılan sanal mekanların yaratılması ve deneyimlenmesindeki teknolojik farklılıkların, bellek ve sanal mekân arasındaki ilişkiye yansıdığı görülmüştür. Bu bağlamda, bellek ve sanal mekân arasındaki ilişkinin değişken bir yapıya sahip olduğu sonucuna varılmıştır. Sanal mekânın yaratılma ve deneyimlenme teknolojilerinde süregelen gelişmeler, farklı sanal mekanlarla karşılaşılabilme olasılığını artıracaktır. Bu olasılık, bellek ve sanal mekân arasındaki ilişki bağlamında, potansiyel tartışmaların ortaya çıkabileceğini işaret eder. Dolayısıyla ortaya konulan bu çalışmanın gelecekteki potansiyel tartışmalara kaynaklık edeceği düşünülmektedir. Çalışmanın bir diğer sonucu, çalışma kapsamında bellek ve sanal mekan arasında kurulan ilişkilerin mekanın bellek ile kurduğu ilişkiler bağlamında sorgulanmasıyla ortaya çıkmıştır. Bu sorgulama, bellek ve mekan arasındaki ilişkilerin, zihinsel mekanların (sanal mekanların) ve ve sanal mekanların (farklı medya türleri tarafından üretilen sanal mekanların) dahil edilmesiyle fiziksel mekanın ötesine taşınabileceğini göstermiştir.
  • Öge
    Mimarlıkta fiziksel modeller, yapmanın olaysallığı
    (Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2024-11-13) Kayhan Köseoğlu, Çiğdem ; Gökmen Pulat, Gülçin ; 502142003 ; Mimari Tasarım
    Mimarlık disiplininin varoluşsal gerçekliği olan mekânın üretimi, mimar ve tasarımcıların, pratik üzerinden algılanan yapma olgusunu sorgulamalarını sağlayan bir mimarlık kuramını ortaya çıkarmaktadır. Mimarlık kuramı için dikkate değer olan, yapma olgusunun hangi nitelikte, hangi ölçekte ve tasarım sürecinin hangi kısmında ele alındığıdır. Kuram ve pratik ilişkisini, mimari pratiğin üzerine ilerlediği ilişkiler katılaşmadan, diğer bir deyişle yapı inşa edilmeden ele alınabilir. Bu ilişkilerin teorileştirilmesi, pratikte kullanılan tasarım araçlarının taşıdığı olasılıkların kuram tarafından incelenmesi ile mümkün olur. Tez, mimari pratik içinde kullanılan fiziksel modelin yapım eylemine odaklanmakta ve bu eylem kapsamında gerçekleşen olayları yöneten tasarım kararlarını olaysallık kavramı altında incelemektedir. Mimari pratik, yapma eylemiyle ve sonuçlarıyla ilgilenen grupların karmaşık etkileşimleri içinden doğar ve süregeldiği anın ilerisini tarif eden sürekli bir belgeleme durumunu ifade eder. Fiziksel modelin kullanımı bu etkileşimlerden yalnızca biri olmasına rağmen tasarlama ve üretim yoğunluklarının birbirine dönüşebildiği bir alanda yer alır. Günümüzde mimar inşa eden olmamasına rağmen inşa etmek üzere fiziksel çevre bağlamında ele alınması gereken hakimiyet hissini fiziksel model aracılığı ile bilişsel bir duruma dönüştürebilir ve yapının maddeselliğini kavrayabilir. Bu açıdan fiziksel modeli araştırmak, anlık bir gerçekliği araştırma konusu yapmanın mümkün olup olmadığıyla ilgili olduğu kadar, tasarım yapanın deneyiminin mimarlık pratiğinde yok sayılmış olduğu gerçeği ile de ilgilidir. Fiziksel modeller, mimarlık pratiği içinde yanlızca temsil amaçlı kullanılmayan, hatırlatıcı, açıklayıcı, belgeleyici araçlardır. Bu araçların elle tutularak müdahale edilebilen fiziksel parçaları hem bir inşa anının canlandırır hem de nesnenin tamamlanmamış olmasının verdiği çağrışım gücü ile epistemik objelere, bilgi üretim mekanizmalarına dönüşürler. Tezde ele alınan fiziksel modeller yapım koşullarına göre çalışma maketi, prototip (ön model),tam boy model (mock-up) ya da prova yapısı (rehearsal) olarak adlandırılabilmektedir. Bahsedilen fiziksel modellerin seçimindeki temel unsur, güncel dijital ve analog teknikleri melezleyen, ölçek temelli bir anlaşılabilirlik inşa ederek tasarım ve mimarlık dünyasının aktörleriyle etkileşime girebilen dinamik yapılar olmalarıdır. Dolayısıyla bu temsillerin oluşumlarını incelemekteki amaç, günümüzde tasarımın nasıl bir olguya dönüştüğünü araştıran bir zemin yaratmaktadır. Tezde, öncelikle farklı mimari pratiklere ait fiziksel modellerin ele alındığı kuramsal çerçeveyi belirleyen; kavram ve tanımlar açıklanmakta, literatürdeki kullanımları irdelenmektedir. Sonrasında olaysallık kuramı ile bu kuramın değerlendirilmesinde kullanılan deney ve olasılık, ölçek, malzeme ve süreç ile bütünün parçası olarak belirlenen kavramsal filtreler tanımlanmaktadır. Üçüncü bölüm, mimarlıkta yapma eyleminin tarihsel sürecine odaklanmaktadır. Yapma eyleminin mimari tasarım içindeki yeri, yerel mimarlık üretimleriyle ilişkili olarak zanaat olgusuyla karşılaştırılmaktadır. Yerel mimaride zanaat olarak adlandırılan gelenekselleşmiş üretim pratiği ile yapma eylemi arasındaki kökensel benzerliğin fark edilmesi amaçlanmaktadır. Ayrıca, fiziksel modelin tarihsel sürecine yer verilmektedir. Bölümün sonunda, sürecin güncel olarak deneyimlendiği noktayı anlamak adına sayısal zanaat düşüncesinin maketler üzerindeki etkisi aktarılmaktadır. Fiziksel modelin mimari tasarım pratiğindeki kullanımına, bakmayı hedefleyen dördüncü bölümde ise, üç mimarlık ofisi ile yapılan görüşmelerin analiz ve değerlendirmelerine yer verilmektedir. Olaysallık kavramını analizler üzerinden çözümleyen beşinci bölümde, mimari tasarım sürecinde geçerli olan yapma bilgisinin güncel içeriği, bu içeriği ortaya çıkaran temel görüşleri karşılaştırmalı olarak ele alınmaktadır. Tezde olaysallık kuramı üzerinden yapılan çıkarımlar aracılığıyla, mimarlık pratiğinin tasarım süreçleiryle ilişkilenen genel geçer prensiplerine eleştirel bir bakış açısı geliştirilmeye çalışılmaktadır. Bu bakış açısı ile günümüzde hem tercih edilme hali ve hem etkinliği artmış olan dijital tasarım araçlarının mimarlığın özünde olan yapma olgusunu ve mimarın deneyimi nasıl dönüştürdükleri fiziksel modelin henüz terk edilmemiş gibi görünen maddeselliği ele alınarak incelenmektedir. Fiziksel modellerin kazandırdığı tasarlama halini oluşturma ve tasarlanan nesneyi mimarın bireyselleştirdiği bir sistematik dahilinde geliştirme durumunun fiziksel model yapımının getirdiği düşünme alışkanlıkları ile örtüştüğü görülmektedir. Tezde alan çalışması olarak seçilen fiziksel model kullanımının tasarım aşamalarına göre konumlanışı ve model yapma yöntemleri birbirinden oldukça farklı olan üç Mimarlık Pratiği/Ofisi, modelin kazandırdığı düşünme prensiplerinin pratikler arasında nasıl ortaklaştığının görülmesini sağlamıştır. Tezin öngörüsü, yapma yöntemleri çeşitlilik gösterse bile, modelin imgesi ve sağladığı bütüncül düşünme itkisinin dönüşerek mimari pratikteki yerini koruyacağını yönündedir.
  • Öge
    A computable vitality: Kenzo Tange's architectural system
    (Graduate School, 2024-09-12) Berber Tolunay, Cansu ; Özkar, Mine ; 502112014 ; Architectural Design
    Kenzo Tange's methodology of vitality as a design tool is explored in depth in this study. Tange, a leading figure in the Metabolist movement, revolutionized urban design with his visionary plans, develops a design methodology by referencing information derived from city flows. Tange perceived cities as living organisms that required continuous nurturing through vital elements to thrive. His approach deeply considered the dynamics of different movement types in city, proposing architectural solutions that would not only accommodate but actively promote the growth and expansion of urban planning. Tange's approach to understanding urban dynamics involves conducting flow analyses of the existing traffic system, which define the movements within and outside the city. Tange's use of movement as a regulatory and form-giving tool is explored which draws upon original research from the Harvard University Kenzo Tange archive, especially the Skopje Project. It posits that the repetitive, cyclic nature of pedestrian and vehicle movement is not just a characteristic of urban life but a driving force behind urban design. This approach underscores the Metabolist focus on cities as dynamic, living entities that continually evolve and adapt to ensure their vitality and sustainability. In his proposals, Tange introduced innovative structures that catalyzed urban movement, thereby ensuring the development of functional spaces within the city fabric. Tange determines that the intersection of different movements will create transitional areas and generate creative forms, not through design speculation but through analysis. Archive research shows how the process serve as primary data in the design process and how the analyzed dynamics of the city and Tange's reading of the city and its dynamics play a central role in formulating these movements. Tange layers movement vertically and then relates each layer horizontally to maintain fluidity. The productivity of this concept in urban design lies in the layering of movement and transmitting it through different forms and spatializations within its flow. Kenzo Tange's use of symbols in his urban design for Skopje represents a sophisticated method of encoding the dynamic processes of urban growth and change. By employing basic geometric shapes like triangles, circles, and lines, Tange developed a visual language that mapped out not only the physical infrastructure of the city but also the flow and movement within its urban space. These shapes were thoughtfully selected, with each carrying specific meanings that contribute to a deeper understanding of the urban landscape. xxiv Tange's integration of these symbols into his urban planning diagrams provided a clear and systematic depiction of how various elements of the city interact and function together. Focusing instead on creating a urban system capable of adapting to growth and change, the diagrams function as a rule system that guides the development and transformation of the city, ensuring that each component, communication space— a road, building, or public space—plays an effective role in the overall urban fabric. This method showcases Tange's visionary approach to urban planning, where symbolism and functionality converge to foster a cohesive and adaptable urban environment. Tange's work bridges Eastern and Western thought, particularly the notion of "vitality" in architecture. Tange's approach goes beyond aesthetic considerations, involving human movement and experience. While his methods may seem abstract through today's computational lens, they were operating like a coding system despite not being recognized as such. Tange's urban analysis, relational studies, and systemic observations contributed significantly to the development of architecture and systems thinking, offering a precursor to modern computational design approaches.