LEE- İşletme-Doktora
Bu koleksiyon için kalıcı URI
Gözat
Çıkarma tarihi ile LEE- İşletme-Doktora'a göz atma
Sayfa başına sonuç
Sıralama Seçenekleri
-
ÖgeThe impact of framing on donation behavior(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2021) Demirel, Sibel ; Burnaz, Şebnem ; 689625 ; İşletmeNonprofit organizations were not used to focus on marketing but as time passed, rising competition has forced these organizations to introduce marketing to achieve the organizations' objectives. Donor and donation related factors affecting donation behavior is extensively studied by previous research. The focal point of this study is how the nonprofit organization should frame its donation request as a tool for communication. This study offers an analysis of nonprofit organization's framing of the donation request by conducting two experimental studies in which donation type is manipulated to analyse its effects on donation behavior. It further analyses what impact framing may have on mindset and how this relation is influenced by the donors' religious orientation. Study 1 establishes effects by manipulating donation type (monetary vs. nonmonetary) and observes how this relation is influenced by the donors' religious orientation (intrinsic vs extrinsic) and how it affects donation behavior. Study 2 attempts to investigate what impact donation type manipulation (monetary vs. nonmonetary) may have on mindset (rational vs. emotional) and thus on both religious orientation groups' donation behavior. Findings of the Study 1 supported that intrinsically religious donors are more likely to donate compared to extrinsically religious donors when they receive nonmonetary donation requests. However, regarding monetary donation requests there is no significant difference between intrinsic and extrinsic religious groups. Study 2 suppported the same argument but added some new insight. The second study was designed to measure situation specific thinking styles when the respondents face a monetary and a nonmonetary donation request. Monetary offer triggers rational mindset significantly higher than the nonmonetary offer and nonmonetary offer triggers emotional mindset significantly higher than the monetary offer. In monetary group, respondents with extrinsic religious orientation have significantly higher rational mindset than intrinsic. However, intrinsicly religious people become more rational when they face a monetary donation request compared to nonmonetary. Therefore, we can conclude that a monetary donation request makes both religious orientation groups think rational and avoid donation.
-
Ögeİş sağlığı ve güvenliği bağlamında örgütsel güven ve güvensizliğin öncülleri: Örgütsel ve kurumsal etkiler(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2021-06-01) Gümüştaş, Cihangir ; Akdoğan, Fatma Küskü ; 403162006 ; İşletmeKısa vadede şirketler için zaman ve maliyet baskısı yaratan iş güvenliği önlemlerinin alınmaması ya da yüzeysel olarak uygulanması, uzun vadede hem şirketler için hem de çalışanları için çok daha büyük maddi ve manevi kayıplara yol açabilmektedir. Her ne kadar devlet tarafından zorlayıcı ve bağlayıcı iş güvenliği yasaları çıkartılsa da Türkiye'de iş kazalarına bağlı ölüm sayıları her yıl artış göstermektedir. Buradan hareketle, bazı önemli sorular ortaya çıkmaktadır. Devlet tarafından iş sağlığı ve güvenliğini artırmak için birçok zorlayıcı yasa çıkartılıp yaptırımlar oluşturulurken, şirketler bu önlemleri almakta neden bu kadar isteksiz davranmaktadırlar? Şirketler kazaların olacağını ön görme konusunda sorunlar mı yaşamaktadır? Yoksa şirketler aslında ileriyi öngörebilmekte, ancak gerekli önlemleri alma konusunda isteksiz mi davranmaktadırlar? Diğer yandan, yasal düzenlemelere rağmen, örgütlerin ileride oluşabilecek kazalara yeterince önem vermeyip gerekli önlemleri almamaları, çalışanların örgütlerine güvensizlikleri açısından ne tür sonuçlar doğurmaktadır? Bu sorulara yanıt verebilmek amacıyla, bu tezin ilk aşamasında örgütsel güvensizlik kavramı keşifsel bir yaklaşımla ele alınmış ve kavramın Türkiye'de iş güvenliği alanındaki öncülleri incelenmiştir. Yönetim alanındaki birçok kavram, refah toplumunu temsil eden batılı ülkelerde (özellikle Kuzey Amerika bağlamında) geliştirilmiştir ve genellikle Kuzey Amerika merkezli varsayımlar (bireycilik, düşük güç mesafesi ve refah toplumu gibi) üzerine temellendirilmektedir (Tsui, 2007; Wasti ve diğ., 2011). Bu sebepten ötürü, kavramların diğer bağlamlara aktarılmasında anlam ve ölçüm açısından zorluklar ortaya çıkmaktadır. Bu amaç doğrultusunda, örgütsel güvensizlik kavramı kendine özgü dinamikleri olan bir çevre ülke olan (Üsdiken, 2014) Türkiye'de keşfedici bir bakış açısıyla ele alınmıştır. Ayrıca, güven ve güvensizlik kavramlarının iki farklı kavram olup olmadığı tartışmalarından ötürü, son zamanlarda ilgili yazında güvensizlik kavramının öncüllerinin ayrıca incelenmesi gerekliliği vurgulanmaktadır (Guo ve diğ., 2017). Bu amaç doğrultusunda, konu ile ilgili en fazla ve güvenilir bilgiye sahip olduğu düşünülen iş sağlığı ve güvenliği (İSG) uzmanları ile iş sağlığı ve güvenliği ön lisans programlarında ders veren akademisyenlerden online soru formu aracılığıyla toplanmıştır. Linkedin sosyal ağ platformu kullanılarak 212 kişiye ulaşılmış (189 İSG uzmanı, 23 Akademisyen) ve veri toplanmıştır. Katılımcılara açık uçlu sorular şeklinde; (1) kazalarının önlenmesinde çalışanların kurumlarına duydukları güvenin rolü olup olmadığı ve nedenleri, (2) iş kazalarının önlenmesinde çalışanların amirlerine duydukları güvenin bir rolü olup olmadığı ve nedenleri, (3) Türkiye'de yüksek güvenlik gerektiren sektörlerde çalışanların örgütlerine duydukları güvensizliğin nedenleri ve (4) bu güvensizliği gidermek için neler yapılabileceği sorulmuştur. Elde edilen sonuçlara Hsieh ve Shannon'ın (2005) önerdiği şekilde içerik analizi uygulanmıştır. Özetle, tüm yanıtlar çevrimiçi (online) olarak kaydedilmiştir ve yazılı hale getirilmiştir. Akabinde, transkriptler ve ilgili yazın okunmuş ve akabinde verileri sistematik olarak özetlemek için kodlama kılavuzu tasarlanmıştır. Kodlama kılavuzu oluşturulurken hem ilgili yazın hem de elde edilen veri setinden yararlanılmıştır. İki bağımsız kodlayıcı, kodlama kılavuzuna uygun olarak 204 katılımcının geçerli yanıtından toplam 632 ifade kaydetmiştir. Devamında, kaydedilen ifadeler, kodlayıcılar tarafından kodlama kılavuzuna göre ilgili sınıflandırmayla eşleştirilmiştir. Her iki kodlayacının aralarındaki uyumu görebilmek adına, kodlayıcılar arası tutarlılığı ölçen Krippendorff katsayısı hesaplanmış ve 0.768 olarak bulunmuştur. Bu oran keşifsel nitelikte çalışmalar için kabul edilebilir en düşük güvenirlik değerinin (0.667) üzerindedir (bkz: Krippendorf, 2018). İçerik analizi sonuçlarına göre, Mayer ve diğ. (1995) tarafından güven öncüllerini belirlemek için oluşturulan yetenek, iyi niyet ve dürüstlük modelinin zıttı olan yeteneksizlik, kötü niyet ve aldatma boyutları Türkiye'de iş güvenliği alanında örgüte duyulan güvensizliğin öncülleri olarak bulunmuştur. Ayrıca, bu üçlüye ilave olarak, çevresel etkenler isimli bir dördüncü boyut da elde edilmiştir. Araştırma bulguları her ne kadar Mayer ve diğ. (1995) modeliyle örtüşse de, araştırma sonuçlarında bağlamın etkisinin hissedilir olduğu görülmüştür. Örneğin, kötü niyet öncülünün güvensizlik gelişimindeki en önemli etken olarak ortaya çıkması (%56.8), Türkiye'de yerleşik olan toplulukçu normların etkisiyle açıklanabilir. Ayrıca, yazında duygu odaklı güven (affect-based-trust) tanımı ve ölçümünde işyerindeki ilişkilere odaklanılırken (McAllister, 1995), hijyen faktörlerinin çok önceden çözüldüğü varsayılmaktadır. Bununla birlikte, çalışmamızın en önemli bulgularından biri, hijyen faktörlerinin örgütsel güvensizlik oluşumu üzerinde göze çarpan etkisinin bulunmasıdır. Ayrıca, çalışmamız yazındaki daha önceki çalışmalarla kıyaslandığında (ör. Gunningham ve Sinclair, 2011) devletin iş güvenliği önlemlerini uygulamadaki yetersizliği, aile işletmesi olma ve örgütlerin kendilerini paydaşlarına iş güvenliği önlemlerini alıyormuş gibi göstermeleri gibi bağlama özgü etkenler öne çıkmaktadır. Diğer yandan, analiz sonuçlarına göre, güvensizliğin giderilmesi için bulunan stratejiler devlet denetimi ve teşvikleri, şirket güvenliği liderliği, temel haklar ve çalışma ortamındaki gelişmeler, organizasyonel yapıdaki iyileştirmeler ve çalışanlara değer vermek şeklindedir. Araştırmamıza göre, en önemli ve araştırma bağlamına özgü unsur, devletin rolünün ve öneminin öne çıkmasıdır (%36,5). Daha önce de tartışıldığı gibi, Türkiye'de ücretler ve sosyal güvenlik gibi konular, kuruluşların takdirine bırakılmıştır ve devlet halen Türkiye'deki iş ortamını şekillendirmede baskın aktördür (Buğra, 2017). Bu nedenle, katılımcılar, kuruluşların güvenli bir ortam oluşturmak için harekete geçmesini beklemek yerine, devletin işyeri güvenliği konusunda harekete geçmesinin daha temel ve olumlu çözümlere yol açabileceğini düşünüyor olabilirler. Birinci çalışmada elde edilen sonuçlar doğrultusunda nicel bir araştırma modeli oluşturulmuş ve test edilmiştir. Çalışma 1'de elde edilen sonuçlara göre, örgütsel güvensizliğin oluşumunda örgüte dair özelliklerin yanı sıra, dış çevreden kaynaklanan unsurların da rolü olduğu görülmüştür. Bu bulgular ışığında, Çalışma 1'de elde edilen sonuçları daha iyi anlayabilmek amacıyla Kurumsal Kuram, Yönetsel Miyopluk ve Güvenlik İklimi kavramlarından yararlanılmıştır. Güvenlik iklimi, "güvenlik politikaları, uygulamaları ve süreçlerine dair örgüt çalışanları tarafından paylaşılan algılar" olarak tanımlanmaktadır (Zohar, 2011, s. 318). Geçmiş çalışmalar yüksek güvenlik gerektiren örgütlerde güvenlik ikliminin oluşumunda ağırlıklı olarak bireysel (Fang ve diğ., 2006) ve örgütsel etkenlerin (Lingard ve diğ, 2010) rol oynadığını belirtmektedir. Diğer yandan, son zamanlarda dışsal faktörlerin de örgüt içerisinde oluşturulacak olan güvenlik iklimi üzerinde etkili olabileceğine dair araştırmalar bulunmaktadır. Örneğin, Zhou ve diğ. (2011), devlet ve piyasa mekanizmalarının örgüt içerisinde güvenlik iklimi inşa edilmesinde önemli etkenler olduğunu belirtmektedir. Zorlayıcı kurumsal baskılar, DiMaggio ve Powell (1983) tarafından, örgütlere bağımlı oldukları diğer örgütler tarafından dayatılan resmi ve gayri-resmi baskılar olarak tanımlanmıştır. Türkiye'de yürürlükte olan, 20 Haziran 2012 tarihli 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu, işyerlerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması ve mevcut sağlık ve güvenlik şartlarının iyileştirilmesi için işveren ve çalışanların görev, yetki, sorumluluk, hak ve yükümlülüklerini düzenlemektedir ve devlet tarafından örgütlere dayatıldığı için örgütler üzerinde zorlayıcı bir kurumsal baskı aracı olarak ele alınmıştır. Bu çalışmada, zorlayıcı kurumsal baskıların örgüt içerisinde güvenlik iklimi oluşumunu olumlu yönde etkileyeceği ve devamında örgütsel güvensizliği azaltacağı iddia edilmektedir. Ancak, kurumsal baskıların örgütler içerisinde bir güvenlik iklimi yaratmasında örgütlerin kısa dönemci yaklaşımı rol oynayabilir. Kısa dönemli getiriler için uzun dönemli getirileri ötelemek ya da yalnızca kısa dönemli getirilere odaklanmak olarak tanımlanan (Laverty, 2004) yönetsel miyopluğun yüksek olduğu örgütlerde, iş güvenliği uygulamalarının hayata geçirilmesinin bürokratikleşmeyi artıracağı ve bu uygulamaların istenen sonucu veremeyeceği iddia edilmiştir (Rocha, 2010). Hatta örgütler için zarara yol açacağı kaygısı nedeniyle bu uygulamaların görünürde uygulanacağı belirtilmektedir (Nielsen, 2000). Buradan yola çıkarak, yönetsel miyopluğun kurumsal baskılar ve güvenlik arasındaki ilişkiyi düzenleyeceği iddia edilmiştir. Araştırma modelini test etmek için Türkiye'de inşaat, maden ve tersane alanlarında faaliyet gösteren yerli ve uluslararası şirketlerde çalışan, iş güvenliği uzmanı, mühendis ve saha elemanlarına Linkedin aracılığıyla internet üzerinden (online) soru formu linki gönderilerek veri toplanmıştır ve 794 adet geçerli yanıt analize dahil edilmiştir. Analizde kullanılan soru formunun geçerlilik ve güvenilirliğinin sınanması için sırasıyla keşfedici faktör analizi ve doğrulayıcı faktör analizi yapılmıştır. Daha sonra, SPSS istatiksel analiz programı ve Hayes (2018) eklentisi kullanılarak ilgili model test edilmiştir. Araştırma sonuçlarına göre, kurumsal baskıların örgüt iklimini olumlu yönde etkilediği ve örgütsel güvensizliği azalttığı bulunmuştur. Ancak bu ilişkinin yönetsel miyopluğun yüksek olan örgütlerde zayıfladığı ya da terse döndüğü sonucuna da ulaşılmıştır. Yönetsel miyopluğun yüksek olduğu örgütler devlet tarafından dayatılan kurumsal baskıları görünürde uygulayarak kısa dönemli kazanımlara odaklanmakta ve sürdürülebilir bir yaklaşımdan uzaklaşmaktadırlar. Böylelikle de örgüt içerisinde bir güvenlik iklimi söz konusu olamamakta ve çalışanların örgüte olan güvensizlikleri devam etmektedir. Bir zorlayıcı kurumsal baskı olarak mevcut iş güvenliği yasası, içeriği itibariyle uygulayıcı şirketlerden yapısal değişiklik, zaman, çalışan katılımı, maddi kaynak ve yeni iç düzenlemeler talep etmektedir. Kısa dönemdeki bu maliyetler göz önünde bulundurulduğunda, kurumsal baskıların uzun vadede can ve mal kaybını önleme vaatleri, yönetsel miyopluğun hâkim olduğu örgütlerde cazip olmaktan çıkmaktadır. Bu bulgular, son yıllarda artarak önem kazanan sürdürülebilirlik kavramının iddialarıyla ters bir şekilde paralellik göstermektedir. Sürdürülebilirlik yaklaşımı örgütlerin faaliyetlerinin birçok paydaş üzerindeki kısa ve uzun dönemli etkilerini de göz önünde bulundurmaktadır (Ehnert ve Harry, 2012). Ancak gerek birinci çalışmada, gerek ikinci çalışmada örgütlerin kısa dönemli ve ekonomik temelli getirilere odaklandığı ve uzun dönemli sosyal ve çevresel getirileri göz ardı ettikleri gözlemlenmiştir.
-
ÖgeElektrikli araçların şehir içi yük taşımacılığında kullanımı(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2021-07-02) İmre, Şükrü ; Çelebi, Dilay ; 507152005 ; İşletme MühendisliğiTüm dünyada artan çevre kirliliği çevresel endişeleri gündeme getirmektedir. Karbondioksit emisyonu çevre kirliğine neden olan etmenlerin başında gelmektedir. Her ne kadar fosil yakıtlar dünyada tükenmeye başlasa da halihazırda ulaşım sektörünün yoğun kullandığı yakıt türü olarak karbon emisyonuna olan olumsuz etkisi devam etmektedir. Hem azalsa da zarar verici olmaya devam eden fosil kaynaklara olan bağımlılığı azaltmak hem de petrol fiyatlarının artmasının getirdiği maliyet sorunlarını aşmak için ulaşım sektörü yeni arayışlara yönelmektedir. Bu noktada, gelişen teknolojiyle birlikte elektrikli araçların kullanımı bir çözüm olarak görülmektedir. Yük taşımacılığında elektrikli araçların yayılması ve dolayısıyla yaşanan çevresel kirliğinin azaltılması mümkün hale gelmektedir. Bu çalışmada, pilot bölge olarak seçilen İstanbul'da, kent içi yük taşımacılığında elektrikli araçların kullanımı potansiyelinin tahmin edilmesi amaçlanmaktadır. Bu amaca erişebilmek için elektrikli araçların kullanımıyla ilgili seçimler ve ilgili faktörlerin analitik bir analizi yapılmıştır. Bu analitik analiz yardımıyla, İstanbul'daki şehir içi yük taşımacılığında faaliyet gösteren kurumlar için mesafe ve yük bazlı elektrikli yük araç seçim modeli oluşturulmuş ve bu seçim modeli yardımıyla ilk olarak çalışma kapsamına alınan firma için filo içerisinde elektrikli araç ve geleneksel araçların birlikte yönetildiği hibrit filoya ait araç tür yüzdeleri bulunmuştur. Böylelikle, İstanbul kent içi yük ulaşımındaki sektörler ve seçilen firma için elektrikli araç kullanım potansiyeli tahmin edilmiştir. Dolayısıyla, İstanbul kent içi yük taşımacılığında faaliyet gösteren firmalar ve seçilen firmanın kent içi yük taşımacılığı faaliyetlerinde kullandığı araç filosuna, elektrikli araçların eklenmesi için bir karar modeli önerilmiştir. Bu analitik analiz içerisinde ilk olarak elektrikli araçların kullanım potansiyeline etki eden değişkenler ortaya çıkarılmıştır. Bununla birlikte, elektrikli yük araçların karşılaştıkları engelleyicileri ve kolaylaştırıcıları bulmak için elektrikli araç ekosistemde bulunan paydaşlar ile bir araya gelerek bir arama toplantısı düzenlenmiştir. Bu aşamaya kadar elde edilen iç görüler literatür çalışmasının bulgularıyla birleştirilerek seçim modelinde kullanılacak değişkenler seçilmiştir. Çalışma kapsamında seçilen pilot bölgede faaliyet gösteren bir perakende firmasının sefer verilerinden yararlanılarak seçim senaryolarını içeren bir seçim (stated preference) anketi oluşturulmuştur. Anket tasarımında ortogonal deney tasarımından (orthogonal design of experiment) yararlanılmıştır. Çalışmanın bulgularına göre, elektrikli araç kullanım potansiyeli araç türlerine ve sektörlere göre farklılık göstermektedir. Ayrıca, araç tipleri arasındaki sefer süreleri farkına göre senaryolar üretilmiştir ve bu senaryolar kapsamında araç kullanım potansiyeli değişmektedir. Kısaca oluşturulan senaryolar, geleneksel ile elektrikli aracın sefer sürelerinin eşit olmasından başlayarak sonraki her bir senaryoda kademeli %10 arttırılmıştır. Toplamda beş farklı senaryo ile araç kullanım potansiyeli ortaya çıkarılmıştır. İstanbul'da kent içi taşımacılıkta kullanılabilecek elektrikli araç oranları, sektörlere göre ağırlıklandırıldığında ve çalışma kapsamında değerlendirilen iki tür araç arasındaki sefer süresi farkına dayalı senaryolar dikkate alındığında %20,4, %11,6, %6,4, %3,5 ve %2,0 olarak ortaya çıkmıştır. Diğer yandan, çalışma kapsamına alınan firma filosuna ait elektrikli araç kullanma oranı senaryolar baz alınarak %31,7, %25,4, %21,0, %17,5 ve %14,6 olarak belirlenmiştir. Firma ve filo özelliklerine (barındırdığı araç türleri, taşıdığı yük türü vb.) göre bu oranlar değişkenlik göstermektedir. İstanbul geneli ve firmaya ait filo için elde edilen bu oranlar, filoların çoğuna elektrikli araç eklenebileceğini göstermektedir. Ayrıca, elde edilen bu oranlar ve ilgili diğer veriler yardımıyla İstanbul'da yük taşımacılığındaki sektörlerden ve seçilen firmadan kaynaklı karbondioksit emisyon miktarının, elektrikli araçların kullanımı ile sırasıyla %15,0 ve %25,8 oranında azalabileceği tahmin edilmiştir. Böylelikle, yük taşımacılığında kullanılan geleneksel ve elektrikli araçların bir arada olacak şekilde hibrit bir filo yapısına geçilebileceği sonucuna varılmıştır. Bu geçişin ilk olarak perakende, imalat, konaklama ve yiyecek sektörlerinden başlaması diğer sektörlere göre elektrikli araç kullanımının daha olumlu sonuçlar verme potansiyeli olduğu bulgusuna varılmış ve bu sektörlerde ulaşımda elektrikli araçların katılımını hızlandıracak düzenlemelerin yapılması önerilmiştir. Ayrıca, elektrikli araçlarla yapılan seferlerde geleneksel araçlara göre sürenin artması, kullanım potansiyelini düşürdüğünden elektrikli araçlara sefer süresini kısaltacak, özel park alanlarının tahsis edilmesi, şehir içindeki belirli noktalara sadece elektrikli araçların girmesine yönelik düzenlemelerin yapılması önerilmiştir.
-
ÖgeSürdürülebilir insan kaynakları yönetiminin uygulanırlığı: Türkiye örneği(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2021-07-05) Göç, Kubilayhan ; Küskü Akdoğan, Fatma ; 403122014 ; İşletmeSürdürülebilir İKY kavramı, araştırmacılar tarafından, örgütsel uygulamaların olumsuz dışsallıklarını açıklamada, sosyal konuların anlaşılmasını sağlamada ve sürdürülebilir bir toplum hedefine ulaşmada bir araç olarak kullanılmaktadır (bkz. Mariappanadar, 2012). Bu tezin temel amacı, Sürdürülebilir İKY kavramının Türkiye bağlamında uygulanırlığının, söylem ve eylem boyutlarıyla incelenmesidir. Böyle bir incelemeye gidilmesinin arkasındaki temel neden, İKY politikalarını geliştiren ve uygulayan kişilerin, çelişkili/karmaşık baskılar altında faaliyet göstermesidir (Kramar, 1992). Uygulayıcılar; ulusal bağlama ilişkin farklılıklar, uygulamaların maliyeti, kurumsal baskılar, paydaş beklentileri ve bunların firma için arz ettiği önem derecesi gibi bir çok faktörü göz önünde bulundurarak karar verdikleri için, söylem ve eylem arasında farklılıklar olması beklenmektedir. Sürdürülebilir İKY'nin temel boyutlarının neler olduğu ve nasıl ele alınması gerektiğine dair yazında farklı değerlendirmeler bulunmaktadır. Ancak "sürdürülebilirlik" kavramının üç temel ayağı olarak bilinen "ekonomi-çevre-toplum" boyutlarını birleştiren çalışmalar çok azdır. Yazında sıkça vurgulanan (Ehnert ve diğ, 2016) bu eksiklik nedeniyle, bu çalışmada, sürdürülebilirlik kavramının ruhuna uygun olarak, bu üç boyutu da kapsayacak bir kavramsallaştırma anlayışı benimsenmiştir. Ayrıca, ilgili yazında var olan yöntemsel eleştiriler de dikkate alınarak (bkz. Anlesinya ve Susomrith, 2020) hazırlanan bu tezin üç araştırma aşaması bulunmaktadır. Söylemin tespit edilmeye çalışıldığı ilk iki aşamada nitel, eylemin tespit edilmeye çalışıldığı üçüncü aşamada ise nicel araştırma yöntemlerinden yararlanılmıştır. Araştırmanın birinci aşamasının amacı, Türkiye bağlamında, firmaların gerçekleştirdiklerini iddia ettikleri (söylem) Sürdürülebilir İKY uygulamalarını tespit etmektir. Bu aşamanın analizi iki adımda gerçekleştirilmiştir. İlk adımda, firmalar için sürdürülebilirlik standartları getiren, Küresel Raporlama Girişimi GRI-G4 Kılavuzu ve Uygulamalar El Kitabı, İKY açısından incelenmiş ve analiz için "Sürdürülebilir İKY uygulamaları rehberi" oluşturulmuştur. İkinci adımda ise, firmaların sürdürülebilirlik raporları, oluşturulan rehber doğrultusunda içerik analizine tabi tutulmuş ve veriler endeksleme yöntemi ile sayısallaştırılmıştır. Bu aşamada yapılan analiz, Borsa İstanbul (BIST) Sürdürülebilirlik Endeksine dâhil olan firmaların 2014-2015 ve 2015-2016 dönemlerinde yayımladıkları sürdürülebilirlik raporlarını kapsamaktadır. Toplamda 44 sürdürülebilirlik raporu yayımlanmış, ancak 36'sına (%82) erişilebilmiştir. İçerik analizi ile, firmaların seçilen Sürdürülebilir İKY uygulamalarını ne oranda raporladıkları tespit edilmiştir. Raporlar değerlendirildiğinde, firmaların daha çok ekonomik ve sosyal boyut uygulamalarına yer verdiği anlaşılmıştır. Çevresel boyuttaki uygulamalara yer verme oranları daha düşük olsa da, firmaların raporlama düzeyinde bu boyutu da ihmal etmedikleri anlaşılmıştır. Ayrıca firmaların ilk raporlama dönemlerinde raporlarında daha ayrıntılı veriler/değerlendirmeler sundukları, sonraki dönemlerde sundukları bilgide nispeten azalma olduğu görülmüştür. Araştırmanın ikinci aşamasında, Sürdürülebilir İKY kavramının yöneticiler /uygulayıcılar tarafından nasıl algılandığı incelenmiştir. Bunun için, BİST Sürdürülebilirlik Endeksine kote firmaların yönetici/uzmanlarından açık uçlu sorular ile veri toplanmıştır (2016-2017 Sürdürülebilirlik endeksine dâhil olan 43 firmanın 17'sinden, toplam 26 yönetici/uzmandan veri toplanabilmiştir). Toplanan veriler içerik analizine tabi tutularak çeşitli tema ve kategoriler altında kodlanmıştır. Bu aşamada, yöneticilerin/uzmanların Sürdürülebilir İKY hakkında ne düşündükleri, bu kavramı nasıl algıladıkları ve işyerlerindeki uygulama niyetleri tespit edilmeye çalışılmıştır. Böylece, yönetici ve uzmanların bakış açısından Sürdürülebilir İKY'nin öncülleri, uygulamaları ve sonuçlarına ilişkin kavramsal bir çerçeve geliştirilmiştir. Sürdürülebilir İKY'nin gerçekleştirilmesinde sorumluluk sahipleri, önündeki engeller ve çözüm önerileri tespit edilmiştir. Türkiye bağlamında Sürdürülebilir İKY'nin tanımı yapılmış ve bu tanımların mikro, mezo ve makro boyutlarda ele alındığı tespit edilmiştir. Eylem boyutunun saptanmaya çalışıldığı araştırmanın üçüncü aşamasında ise, temel olarak "Türkiye bağlamında firmalarda Sürdürülebilir İKY uygulamaları ne denli uygulanmaktadır" sorusunun yanıtı, örgütlerde çalışanların algıları temelinde belirlenmeye çalışılmıştır. Bunun için daha önceki aşamalarda ortaya çıkan değişkenleri kapsayacak şekilde oluşturulan Sürdürülebilir İKY yapısı ve öncülleri temelinde özgün bir soru formu kullanılmıştır. Bu aşamanın anakütlesini 2014 - 2018 yılları arasında BİST Sürdürülebilirlik Endeksinde yer alan 48 firmanın tüm çalışanları oluşturmaktadır. Daha geniş kitleye ulaşabilmek için online veri toplama yolu tercih edilmiştir. Nihai olarak, 36 farklı firmadan (toplam firmaların %75'i), toplam 414 kişiden gelen yanıtlar örneklem olarak incelemeye dahil edilmiştir. Yapılan analizler sonucunda, raporlarda oluşturulan üç boyutlu (ekonomik, çevresel, sosyal) Sürdürülebilir İKY yapısının uygulamada daha ayrıntılı boyutlara ayrıldığı anlaşılmıştır. Çevresel boyut, diğer Sürdürülebilir İKY boyutlarından değişkenler alarak kavramsal anlamda genişlik kazanmıştır. Buna göre, ekonomik boyuttan "kurum dışına yönelik sosyal sorumluluk harcamaları" ve sosyal boyuttan "toplumsal ilişkiler" değişkenleri çevresel boyutla birleşmişlerdir. Bu durumda çevre ifadesi hem doğal çevreyi hem de toplumsal ögeleri içinde barındıran bir gösterge olarak anlam kazanmıştır. Sonuç olarak, Türkiye bağlamında Sürdürülebilir İKY faaliyetleri 5 boyut altında toplanmıştır: Sunulan ekonomik imkânlar, çalışma koşulları ve insani düzenlemeler, toplumsal duyarlılık ve ekolojik yönelim, sürdürülebilir istihdam ve çalışanların geliştirilmesi. Söylemin saptanmasına yönelik safhalarda (araştırmanın birinci ve ikinci aşaması) elde ettiğimiz bilgi/bulgular ile eylemin saptanmasına yönelik safhada (araştırmanın üçüncü aşaması) elde edilen bilgi/bulguları kıyaslayarak söylem ve eylem arasında fark olup olmadığını anlamaya çalıştık. Söylem boyutu nitel, eylem boyutu nicel araştırma ile incelendiğinden, bulguları istatistiksel yöntemlerle kıyaslama şansımız elbette ki bulunmamaktadır. Bu nedenle, bulguları yorumlayarak kıyaslama yapmaya çalıştık. Söylem ve eylem aşamalarında elde edilen bulguların kıyaslanması sürecinde ortaya çıkan en önemli durumlar şöyle özetlenebilir: Genel olarak değerlendirildiğinde, sürdürülebilir istihdam ve ekonomik imkânlar hariç, diğer boyutların (çalışma koşulları ve insani düzenlemeler, toplumsal duyarlılık ve ekolojik yönelim, çalışanların geliştirilmesi) beyan edilenden (söylemden) daha düşük algılandığı görülmektedir. En yüksek farkın ise, çalışanların geliştirilmesi boyutunda olduğu görülmüştür. Söylem düzeyindeki önemli tespitlerden biri, ikinci aşamada yapılan görüşmelere göre, Türkiye bağlamında, firmaların sürdürülebilirliği gündeme almasında etkili unsurların "üst yönetim, dış paydaşlar, yönetim kurulu üyeleri ve İKY uzmanları" olmasıdır. Sürdürülebilir İKY'nin gerçekleştirilmesinde ise temel sorumluluğun üst yönetime ait olduğu söylemi hâkimdir. Öne çıkan görevler ise, sürdürülebilirliği genel örgüt stratejilerine dahil etme, sürdürülebilirlik faaliyetlerine destek olma, liderlik etme ve sahip çıkma olarak belirtilmektedir. Buradan yola çıkarak, yöneticilerin Sürdürülebilir İKY'nin yürütücüsü olduğu ifade edilebilir. Ancak, eylemin belirlenmeye çalışıldığı araştırma sonuçları incelendiğinde, yöneticilerin sahip oldukları sürdürülebilirlik duyarlılığının firmaların Sürdürülebilir İKY uygulamalarını benimsemesinde etkili olmadığı ortaya çıkmıştır. Bu durum, yöneticilerin, sürdürülebilirliği, duyarlılıktan ziyade, rasyonel amaçlar nedeniyle firmalara entegre etme amacında olduğunu göstermektedir. Genel olarak değerlendirildiğinde, ABD ve Asya ülkelerindekine benzer şekilde (bkz. Taylor ve Lewis, 2014; Debroux, 2014), ekonomik kaygılar ve vadettikleri uygulamalar arasında sıkışan örgütlerin, genellikle klasik örgüt anlayışıyla hareket ederek odak noktasına ekonomik kaygıları aldıkları anlaşılmaktadır. Bu nedenle, sosyal olgulara yönelik birçok araştırmada vurgulandığı gibi (örnek: Kuşat, 2013; Vatansever, Kılıç ve Dinler, 2019; Küskü, Aracı ve Özbilgin, 2020), sürdürülebilirlik kaygısını örgütlerin gündeminde tutabilmek için, ülkemizde, sadece piyasa koşullarının yönlendirmesini beklemek yerine, yasal düzenlemeler yapılarak firmaların sürdürülebilirliğe teşvik edilmesi/itilmesi doğru olacaktır. Bu çalışma, akademik katkıları yanında, örgütler ve örgütlerdeki yöneticiler için de bazı faydalar sunmaktadır. Dönemsel sürdürülebilirlik raporları hazırlanırken, firmaların İKY ve sürdürülebilirlik yöneticileri, çalışmada yer alan rehberlerden yararlanarak, hangi İKY konularına dikkat etmeleri gerektiğine dair fikir edinebilir, dikkatlerini bu uygulamalara yönlendirebilirler. Benzer şekilde, tespit edilen Sürdürülebilir İKY uygulamaları, Sürdürülebilirlik endeksinde olmayan ancak BİST'te işlem gören firmalarda ya da KOBİ'lerde, örnek Sürdürülebilir İKY uygulamaları olarak kullanılabilir. Bu çalışma ile İnsan Kaynakları Yönetimi faaliyetlerinin "sürdürülebilirlik" odaklı gerçekleştirilmesinin önündeki en büyük engeller / eksiklikler / sıkıntılar ve bunların çözümüne yönelik öneriler sıralanmıştır. Bu bilgiler, İKY ve sürdürülebilirlik yöneticileri için önemli bir yol gösterici olabilir. Son olarak şunu da mutlaka belirtmeliyiz. Bu çalışmanın sonuçları BİST sürdürülebilirlik endeksine (ya da benzeri uluslararası endekslere) dâhil firmalar açısından genellenebilir olup, bu endekste olmayan firmalar için genellemeler yapmak hatalı olabilir. Çünkü Türkiye ekonomisinde önemli bir yere sahip olan KOBİ'lerin örgütsel amaçları, hassasiyetleri, zorunlulukları, iç ve dış paydaşlarının oynadıkları roller farklılık gösterebilir.
-
ÖgeEmbedded information content in bonus and rights issue announcements for selected stock exchange markets(Graduate School, 2021-07-14) Işıker, Murat ; Taş, Oktay ; 403132004 ; Management ; İşletmeThe purpose of the dissertation is fourfold: First, to measure market anomaly around the bonus and rights issue announcements for selected stock exchange markets for 2010-2019. Second, to identify the motives behind the market anomaly by using issue characteristics and firm-specific factors. Third, to analyse the long-run operational performance of capital-raising firms via bonus and rights issues. Fourth, to provide policy implications to the regulatory bodies and market participants that will help to reduce the level of market inefficiency. Market reactions are calculated using event study methodology in three aspects. We analyse post and pre-announcement periods to measure event-induced anomaly and possible information leakage, respectively. Moreover, we aim to compute the magnitude of the total market anomaly around the event days by covering both periods. The market model is applied as the primary tool for expected return calculations. Since a daily time frame is preferred, the estimation period covers a trading year return data prior to the event. The main analysis surrounds the period ten days before and after the event. We also use shorter periods to control possible confounding event effects. For the multi-country level analysis, after measuring the market reaction for each country, we perform a multivariate linear regression analysis to explore the possible factors that cause the market anomaly. We use firm-specific variables as well as issue type characteristics for this purpose. Finally, we investigate the long-run operational performance of the issuers, which covers three years before and after the event. For Turkey specific analysis, we use hand-collected data derived from the Public Disclosure Platform of Turkey (PDP) to obtain announcement dates as well as other details specified within the announcement. These details convey embedded information content that is not available on other platforms. Thus, we create sub-groups using these details to reveal if any hidden factor can explain the variations on stock returns during bonus and rights issue announcements. These sub-groups are compared using one-way ANOVA and independent two-sample t-tests. We also use post-hoc tests for further examination. Our findings provide evidence regarding a positive market anomaly around bonus issue announcements in different magnitudes for all sample countries. The information leakage effect, which occurs before the announcement, is detected for all countries except Taiwan. However, the post-announcement market anomaly is valid only for India, Pakistan and Turkey. Regression findings show that issue size is the primary determinant of the abnormal returns, while the firm size and dividend yield are found significant in some cases. Profitability and leverage level indicators cannot explain the variation in abnormal returns. Moreover, long-run performance analysis results indicate that profitability after the event quarter has a downward trend, which means that the signalling assumption does not hold for the sample countries. Investment expenditures are stable generally, while there is a slightly positive trend after the event quarter for Thailand and Turkey. Turkey-specific analysis results show that when internal resources are distributed as bonus shares, the market reaction is higher than those distributed from last year's net income. In addition, internal resources sub-groups also have different characteristics. The market reaction is higher for inflation adjustment on equity group than other in-ternal resource groups. Nonetheless, the largest sized issue group, which contains issues over 75%, cause the highest abnormal returns, while a market anomaly is not detected for the smallest sized issues. Last but not least, the announcement effect regarding the initial bonus issues differs from the subsequent ones. We cannot docu-ment any significant differences among the groups that are formed according to in-dustrial classification, the timing of the issue and market sentiment. Finally, although we observe a liquidity improvement after the bonus issue, the change is not signifi-cant. The fourth chapter includes analyses on the effect of rights issue announcements. Our findings signify the presence of information asymmetry and agency problem for rights issuer firms. Also, the pecking order theory holds for most countries. Unlike the bonus issue case, we show that shareholders do not perceive these announce-ments as favourable in all countries except for Brazil and the UK. The worst perfor-mance is detected in Turkey by -5% within two days. The information leakage effect is weak for the rights issue case, which is found only in the UK. Regression findings indicate that discount rate, idiosyncratic risk level and low-growth indicator are nega-tively, and market sentiment is positively related to abnormal returns for the pooled data. Similarly, the country-specific regressions show that the discount rate is nega-tively associated with abnormal returns in all countries except for Thailand. In addi-tion, Pre-announcement returns affect market reaction positively in Turkey. Finally, the long-run analysis indicates that firms mostly used raised funds to cut their debt burden right after the event quarter. However, the debt level continues to deteriorate afterwards in all countries except France and the UK. In general, the right issues do not improve the firm's profitability, while weak and temporary investment expendi-tures are detected in Germany and Thailand. The fifth chapter provides empirical findings of Turkey-specific analysis. Take-up rate is detected 95% on average, while Turkish firms raised more than 25 billion TRY in ten years via rights issues. We document significant different market reactions for private placement (by 3%) and pure rights issue announcements (by -6%) for the (0,5) event window. We assert that the shareholder approval requirement is the major de-terminant for the difference. Also, when bonus shares are used simultaneously with rights issues, the market reaction becomes positive. On the other hand, market reac-tion is more adverse for higher-sized issues than lower-sized ones. Results fail to show a difference among groups formed according to commitment type, the use of proceeds, issue sequence and industrial classification. The dissertation is novel in examining several emerging markets, particularly regard-ing the short-run announcement effect and long-run operational performance of bo-nus issuing firms. Also, originality can be attributed to the rights issue case, where we compare several developed and developing countries together by using multiple fac-tors, including firm and issue-specific characteristics. Finally, it is the first study for Turkey that examines the detailed information retrieved from bonus and rights issue announcements to identify country-specific determinants of market anomaly by using hand-collected data.
-
ÖgeInternal audit decision support framework using spherical fuzzy electre(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2022) Menekşe, Akın ; Akdağ Camgöz, Hatice ; 719019 ; İşletmeInternal auditing is an independent assurance and consulting activity that improves the operations of a firm. An internal audit helps the business achieve its objectives by systematically and systematically reviewing and enhancing the effectiveness of risk management, control, and governance systems. Internal auditing is done by internal auditors who are hired by businesses. The scope of internal audit in businesses can be quite broad, but the most fundamental internal audit areas are governance, risk management, efficiency and effectiveness of operations and asset protection, financial and management reporting reliability, compliance with laws and regulations, and information technology. Internal audit is becoming increasingly crucial in assisting firms in managing and responding to risks, particularly in an age where markets and sectors rely largely on technology to succeed. Internal auditors evaluate whether the established systems protect the organization's assets and data integrity and are working effectively to achieve the organization's goals or objectives. These audits can be paired with financial statement audits or other kinds of internal auditing. Internal auditors focus on governance factors such as clearly defined roles, authority, and duties; risk appetite alignment; effective communication; values management; and accountability as part of corporate governance. In the field of internal auditing, we are currently confronted with several decision-making problems, and multi-criteria decision-making approaches can be employed as a decision support tool for aiding the solution of these problems. Scholars have been working on a variety of techniques to handle complicated and difficult decision-making problems. These methods, which have wide applications in many fields and are very popular, allow for the inclusion of multiple and complex criteria in the problem, while they can offer rational solutions. ELECTRE is an MCDM approach that compares alternatives in a pairwise manner for each evaluation criterion. This method is based on outranking relationships, i.e., concordance and discordance sets for each criterion, and each alternative is scored over these sets. In this method, the user can define the limits of concordance and discordance degrees according to the problem. Following Zadeh's introduction of fuzzy logic, It's been commonly employed in decision-making problems to model the fuzziness in numerical or linguistic data and human evaluations. Recently, many new extensions of fuzzy sets have been introduced to the literature, such as Pythagorean fuzzy sets, neutrosophic fuzzy sets, and spherical fuzzy sets. Spherical fuzzy sets have a three-dimensional spherical character and have been developed for the purpose of modeling the linguistic expressions of experts in a more comprehensive way. Essentially, spherical fuzzy sets are based on the theories of neutrosophic and Pythagorean fuzzy sets, i.e., intuitionistic fuzzy sets of type two. The concept of spherical fuzzy sets may also be thought of as an extension of picture fuzzy sets, since the geometry of spherical fuzzy sets is derived by taking the squares of each parameter of picture fuzzy sets. In this way, spherical fuzzy sets allow users to define membership, non-membership, and hesitancy degrees independently and in a wide area. On the other hand, interval-valued spherical fuzzy sets provide users an interval type of domain rather than a single point, allowing flexible modeling of membership, non-membership, and hesitancy degrees, and this significantly increases the fuzziness carrying capacity of the model. Within the scope of the thesis, the ELECTRE method is strengthened with single and interval-valued versions of spherical fuzzy sets, and uncertainty modeling capacity is integrated into the models. The models developed in this context are presented as decision support models for the internal audit field and are applied to an internal audit planning problem. In this context, the units to be audited are prioritized by the internal auditors over the components of the COSO international internal control framework. The three models developed within the scope of the framework are summarized below. The first method combines the classical ELECTRE method with single-valued spherical fuzzy sets. In this method, while constructing concordance and discordance sets, single-valued spherical fuzzy numbers are compared based on the comparison of membership, non-membership, and hesitancy parameters of single-valued spherical fuzzy numbers. In this approach, three types of outranking relations are constructed. Strong concordance sets consist of greater or equal membership degrees in pairwise comparison, and small non-membership and hesitancy degrees at the same time. On the other hand, moderate concordance sets, are composed of those with a greater or equal membership degree, a small non-membership degree, and a greater or equal hesitancy degree. Finally, weak concordance sets are composed of those whose membership and non-membership degrees are greater or equal at the same time. Discordance sets are obtained with the same idea in a mutually exclusive, collectively exhaustive manner with concordance sets. In this context, strong discordance sets have the elements with a smaller membership degree and those with greater or equal degrees of non-membership and hesitancy degrees. On the other hand, moderate discordance sets are composed of those with lower membership degrees, greater or equal non-membership degrees, and lower hesitancy at the same time. Finally, the weak discordance sets are composed of those whose membership and non-membership degrees are smaller at the same time. The second model of the framework is created by again extending the ELECTRE method with single-valued spherical fuzzy sets. Unlike the first approach, this model is developed based on single types of concordance and discordance sets rather than three separate sets of outranking relationships. The score and accuracy functions described for single-valued spherical fuzzy sets are utilized to determine these sets. This strategy appears to be pretty logical, given that the score and accuracy functions are already used for ranking fuzzy numbers. The second model, obtained in this way, contains fewer computation steps and, as a result, has a simpler structure than the first model. Unlike the previous two models, the third model in the framework benefited from spherical fuzzy sets with interval-valued characteristics. This feature allows the model to quantify the verbal expressions of decision-makers in a wider range. As in the second model, the proposed interval-valued spherical fuzzy ELECTRE is based on a collective total concordance and discordance set. In future studies, other researchers may focus on the following issues: The methods used can be integrated with other fuzzy set extensions; other multi-criteria decision-making procedures can benefit from different sorts of spherical fuzzy sets; different methods can be hybridized to take advantage of each method; machine learning algorithms can be integrated into decision support models to exploit existing data; with the method called sentiment analysis or opinion mining, criterion set selection can be made and thus a more comprehensive decision support model can be created.
-
ÖgeProfessional service conglomerates and jurisdictional competition: Influences of digital technologies and regulations(Graduate School, 2022-05-02) Köktener, Berker ; Tunçalp, Deniz ; 403142013 ; ManagementThis study focuses primarily on phenomena in the broader perspective of the accounting firms' evolution and the role of digitalization and regulations. Accounting firms may grow their size and variety of services over time and evolve from a Professional Service Firm (PSF) into a Professional Service Conglomerate (PSC). Despite their fundamental differences, various professional groups remain in a single organization during this change. How does a PSF transform into a PSC, and what keeps distinct professional groups together? While there is a vast literature on PSFs, the research on PSCs is limited and fragmented. Also the studies are limited in explaining how digitalization plays a role in the transformation of professions and PSCs. The study has identified three research streams emphasizing different themes: the role of the broader institutional environment, the results of the changing market conditions, and the purposeful strategic actions in becoming a PSC. The research has empirically analyzed a major accounting firm's historical transformation to a PSC over 40 years in an emerging country. The results have noted the critical roles of a particular country's business system and institutional changes in the PSC's organizational context. These factors, such as digitalization and regulatory changes, directly affect the demand for various professional services and their supply, leading to changes in the firm's partnership structure and disciplinary characteristics. In this regard, the contributions to the literature are threefold. First, the study provides a model describing how PSFs transform into PSCs, based on a comprehensive account of how the institutional environment has impacted the focal PSC. Secondly, the study outlines what keeps distinct professional groups inside the organizational boundaries instead of establishing independent professional firms, bringing additional insights to the literature on organizational boundaries. Thirdly, the study develops and analyzes a case study of a leading PSF's transformation into a PSC over 40 years in an emerging country. Lastly, the study calls for further research on the growth and internal organizing factors of PSFs, especially in understudied environments. In the following section, the study zooms into inter-professional dynamics between established and new professions under digitalization and regulatory changes. Internal tensions arise from disparities amongst the professions that comprise multidisciplinary professional service firms. Prior work has advanced our understanding of how the institutional context intersects professional boundaries and creates jurisdictional conflicts in multi-occupational settings. However, we know little about how regulatory changes impact inter-professional and intra-organizational dynamics between established and new professions at professional service firms. Besides, multi-professional service firms must deal with external pressures, such as increasing digitalization. Advances in digital technologies affect the content and control of work among professions, reshaping established jurisdictions. The importance of digital technologies is growing for professionals and their organizations. However, there is limited understanding of how this trend affects professions' content and jurisdictional arrangements. The study explored changes in audit work due to digitalization and how auditors responded to jurisdictional conflicts through boundary work. It analyzed data collected from semi-structured interviews, participant observations, and archival data in a Big Four firm. The findings indicate that new regulations have radical impacts on established jurisdictions. The findings also show that digitalization impacts auditors' critical activities and jurisdictions in the diagnosis and treatment phases, increasing the effectiveness and value of audit work. Accounting auditors can respond to jurisdictional conflicts through different boundary work types for each professional practice act. The study advances our understanding of digitalization's implications on professions. It argues that professions can reduce contestation and increase collaboration through boundary work in the diagnosis and treatment phases. In contrast, professionals' ability to abstract helps them maintain favorable conditions in the inference phase. Later, the study zooms out and connects the findings with the ongoing debate about how advances in intelligent technologies affect professions and their work. The central argument is about whether such changes will make humans more productive and professions accessible to society or make them obsolete. Current views have two opposing camps. Technology replaces most jobs resulting in long-term technological unemployment, or some jobs resulting in short-term technological unemployment. It will bring prosperity by reskilling labor and creating new jobs in the long term. The study structures the fragmented contributions of prior work by analyzing the implications of technological change through the theoretical lenses of the literature on professions. By bridging the technology and professions literature, the study organizes the critical dimensions to link the previously unconnected concepts and structure current contributions in a novel way. In this manner, the study introduces a theoretical approach that allows studying the implications of technology on professions. Besides, the study argues that technological change will replace professions, create new professions, improve productivity, or make them obsolete. However, it depends on how it affects specific acts of professional practices. Lastly, the study offers directions for future research based on the propositions developed.
-
ÖgeHavayolu kargo taşımacılığı modellemesi ve havayolu kargo ağının planlanması: Türkiye uygulaması(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2022-06-22) Aydın, Umut ; Ülengin, Kemal Burç ; 403182011 ; İşletme2019 yılında, COVID-19 pandemisinin küresel etkisinin gözlemlenmeye başlamasından hemen önce, hava kargo sektörü tüm zamanların en yüksek Kargo Ton-Kilometre değerine ulaşmıştı; ancak son dönemde küresel tedarik zincirini etkileyen aksaklıklar, hava kargo sektörünün en büyük itici gücü olan üretim ve ticaret operasyonlarını dalgalanmalara sebep olmaktadır. Ayrıca New York JFK, Los Angeles Uluslararası Havalimanı ve Amsterdam Schiphol Havalimanı gibi dünyaca ünlü havalimanlarında, yetersiz kapasite ve çalışanlarının karantina süresi gibi faktörler nedeniyle daha uzun ulaşım süreleri yaşadı. Hava kargo taşımacılığında pandemi dolayısıyla yaşanan problemler, diğer taşıma modlarında yaşanan problemler sebebiyle ve firmaların hammadde taleplerinin ertelenemez hale gelmesi sonucunda sektör, pandemi krizi öncesi döneminde eriştiği rekor taşınan kargo miktarına 2021 yılı itibariyle yeniden erişmiştir. Dahası, Boeing, pazarın 2039 yılına kadar yıllık %4 büyüyeceğini ve hava kargo pazarının Gelir Ton-Kilometresinin 2039 yılına kadar en az iki katına çıkacağını tahmin ediyor. Türk hava kargo pazarı, dünya çapında taşınan kargo miktarına katkı sağlayan en önemli pazarlar arasında yer almaktadır. Türkiye'nin bayrak taşıyıcı havayolu Türk Hava Yolları, küresel kargo trafiğinde 2020 yılında 6,9 milyon Ton-Kilometre kargo trafiği ile sekizinci sırada yer aldı. Son yıllarda Türk hükümeti ve Türkiye'deki hava kargo paydaşları, Türk hava kargo sektörünün küresel pazardaki payını arttırmak adına sektördeki yatırımlarını hızlandırdı. Örneğin 2018 yılında faaliyete geçen İstanbul Havalimanı, tüm yapım aşamaları tamamlandığında yıllık 5,5 milyon ton kargo elleçleme kapasitesine sahip olmayı planlamaktadır ve tam kapasiteye ulaşıldığında havalimanının küresel hava kargo trafiği için önemli bir merkez haline gelmesi beklenmektedir. Türkiye pazarında havayollarının taşıdığı kargo miktarı son 10 yılda yıllık ortalama %9,9 oranında artmıştır ve bu istatistik paydaşların yatırımlarının karşılığını bulduğunu göstermektedir. Dış hat taşınan kargo istatistikleri incelendiğinde, uluslararası hava kargo trafiği, toplu hava kargo trafik verilerine benzer bir performans göstermektedir; öte yandan, yurt içi hava kargo pazarına yönelik yatırımların hızlanmasında uluslararası hava kargo trafik istatistiklerinin etkisi olmasına rağmen, iç hat hava kargo trafiği son on yıldır yatay seyretmektedir. Türkiye iç hat hava kargo pazarında son yirmi yıldır Türk Hava Yolları ve Pegasus Hava Yolları tarafından yolcu uçaklarıyla kargo kapasitesi arzı kesintisiz olarak karşılanmakta ve 2021 yılı itibarıyla İzmir merkezli Air Anka Havayolları da aralarına katılmıştır. Ayrıca Türk Hava Yolları iştiraki olan Turkish Cargo, 2021 yılından itibaren sadece kargo operasyonları yapan bir şirket olarak pazarda faaliyetlerine devam edecek. Bu gelişmeler sonucunda Devlet Hava Meydanları İşletmesi Genel Müdürlüğü (DHMİ), Türkiye iç hatlarda taşınacak yıllık toplam kargo miktarını 2021 için 59,7 bin ton, 2022 için 74,2 bin ton ve 2023 için 84,6 bin ton olarak tahmin etmektedir. Türkiye hava kargo pazarının potansiyel büyümesi ve geleceğe yönelik olumlu beklentiler, paydaşların yatırımlarını artırmış olsa da bilindiği kadarıyla, akademik anlamda araştırmacılar arasında hava kargo miktarını etkileyen faktörleri belirlemeye çalışan bir çalışma bulunmamaktadır. Bu çalışma, öncelikle Türkiye'nin iç hatlarda havalimanı çiftleri arasında taşınan kargo miktarını etkileyen faktörleri ve ayrıca Türkiye'de bulunan havalimanları ile ülkeler arasında taşınan kargo miktarını analiz ederek bu boşluğu doldurmayı amaçlamaktadır. Ayrıca, sonraki bölümler, son yirmi yılda, çekim modelinin havacılık alanındaki yolcu sayısını ve kargo miktarını tahmin etmek için sıklıkla kullanılan yöntemlerden biri olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte, araştırmacılar, OLS veya PPML gibi sıfır gözlemleri hariç tutan veya içeren farklı veri setlerinin kullanıldığı farklı çalışmalar yapmışlardır. Bu çalışmanın ikinci katkısı, literatürdeki bu farklı yaklaşımları karşılaştırmalı olarak Türk hava kargo verilerine uygulamaktır. Sonuç olarak bu çalışma, modelde kullanılan diğer değişkenlere kıyasla hangi değişkenlerin destinasyon çiftleri arasındaki hava kargo trafiği üzerinde daha fazla etkiye sahip olduğunu rapor etmekle kalmayıp, aynı zamanda veri setine göre hangi tahmincinin çekim modeli tahmininde daha iyi performansa sahip olduğunu ortaya koymayı amaçlamaktadır. Bu tez çalışması, Türk hava kargo pazarı için uygulamalı bir analiz yapmak için dört aşamalı bir strateji kullanmıştır. İlk aşamada temel çekim modeli değişkenleri olan nüfus, kişi başı GSYİH ve mesafe değişkenleri açıklayıcı değişken olarak kullanılmış ve Türkiye'de havalimanı çiftleri arasında taşınan iç hat kargo hacmi de denkleme bağımlı değişken olarak dahil edilmiştir. Böylece, Türkiye'de havalimanı çiftleri arasında taşınan kargo miktarını etkileyen faktörler ve bu faktörlerin etki büyüklükleri, temel çekim modeli kullanılarak değerlendirilmeye çalışılmıştır. Ayrıca literatürdeki çalışmaların çoğunda kargoyu gönderen ve kabul eden şehirlerin makroekonomik özelliklerini gösteren değişkenlerin katsayıları matematiksel dönüşümler ve denklemler şeklinde birleştirilirken, katsayıların eşitliği sınanmadan kullanılmıştır. Bu çalışmada literatürdeki çalışmalardan farklı olarak katsayıların eşitliği her aşamada sınanmıştır. İç hat denklem tahminlerinde, her yıl için yatay kesit verisiyle denklem tahminleri hem OLS hem de PPML tahmincileri kullanılarak 2012 ile 2019 yılları için ayrı ayrı uygulanmıştır. Buradaki amaç, iki tahminci ile elde edilen katsayıların zaman içindeki değişimlerini izlemektir ve hangi tahmincinin daha tutarlı parametre tahminleri sağladığını belirlemektir. Zaman içindeki değişimler açısından, bulgular, PPML tahmincisi ile oluşturulan parametre tahminlerinin, OLS tahmincisi ile elde edilen katsayı tahminlerinden daha tutarlı olduğunu göstermektedir. OLS tahmincisi kullanılarak tahmin edilen katsayılar, değişkenlerin yıllara göre dağılımında o kadar oynaklık göstermektedir ki, bazı değişkenlerin katsayıları bazı yıllarda istatistiksel olarak anlamlı bulunurken, diğer yıllarda bu istatistiksel anlamlılığa ulaşılamamaktadır. Ayrıca denklem tahminleri sonrasında havalimanlarının bulunduğu illerin makroekonomik özellikleri için kullanılan nüfus ve kişi başına düşen GSYİH değişkenlerinin katsayıları arasında anlamlı bir farklılık olmadığı rapor edilmiştir. Başka bir deyişle, kargo gönderen ve kabul eden şehirlerin özelliklerinin, iki şehir arasında taşınan hava kargo hacmine etkisinin olmadığı ortaya çıkmıştır. İç hat hava kargo trafik modelinin oluşturulmasının ikinci aşamasında birim ve/veya zaman etkilerinin modele dahil edilmesini sağlayan panel veri seti kullanılmıştır. Elde edilen model göstermektedir ki, Türkiye'de taşınan hava kargo miktarında zaman etkisi yoktur; yani yıllara göre taşınan yük miktarı 2012 yılında taşınan miktardan istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık göstermemektedir. Bu durum üçüncü bir modelleme aşamasına ihtiyaç olduğunu ortaya koymuştur ve bu nedenle yıllar için dahil edilen gölge değişkenler veri setinden çıkarılmış ve denklem tahminleri havuzlanmış panel verileri kullanılarak tekrarlanmıştır. İç hatlarda meydan çiftleri arasında taşınan kargo miktarı havalimanlarının bulunduğu şehirlerin nüfusu, kişi başına düşen GSYİH değerleri ve havalimanları arası kilometre cinsinden uçuş mesafesi ile açıklanmaktadır. Bu açıklayıcı değişkenler, havaalanı çiftleri arasındaki kargo trafiğinin kabaca %72'sini açıklayabilmektedir. Modeldeki tüm açıklayıcı değişkenlerin bağımlı değişken üzerinde istatistiksel olarak anlamlı bir etkisi vardır, öyle ki şehir nüfusundaki %1'lik bir artış, Türkiye'nin havalimanı çiftleri arasında taşınan yurtiçi kargo miktarını yaklaşık %2,24 artırmaktadır. Şehirlerin kişi başı GSYİH'si %1 büyüdüğünde, taşınan iç hat kargo %2,01 oranında artmaktadır. Türkiye'de iç hatlarda taşınan hava kargo miktarı mesafeye duyarlıdır ve iki havalimanı arasındaki mesafedeki %1'lik artış ve karşılıklı kargo trafiğinde %2,14'lük bir artışa sebep olmaktadır. Türkiye'deki 56 havalimanı ile 127 ülkeden 300 havalimanı arasındaki dış hat hava kargo trafiği, bir sonraki adımda çekim modelinin bağımlı değişkeni olmuştur. Bu aşamada veri seti, Türkiye'deki havalimanı ve ülke olacak biçimde lokasyon çifti şeklinde oluşturulmuştur. Sonuç olarak, veri seti, bağımlı değişken olarak belirli bir yılda Türkiye'deki herhangi bir havalimanı ile ilgili ülkelerdeki tüm havalimanları arasındaki toplam kargo trafiğini içerecek şekilde revize edilmiştir. Dış hat kargo modelleri için yurt içi kargo modeli oluşturma aşamasındaki benzer prosedürler takip edilmiş ve yurt içi kargo modellerinden farklı olarak uluslararası kargo hacminde zaman etkisi olduğu ortaya çıkmıştır. Havuzlanmış panel verileri kullanılarak, uluslararası hava kargo modelleri, 2016 yılında taşınan uluslararası hava kargosunun toplam hacminde 2012 yılına kıyasla istatistiksel olarak anlamlı bir fark olduğunu göstermektedir. PPML tahmincisi sıfır değerli bağımlı değişken gözlemleri içeren veri setleri ile çalışabildiğinden, 40427 gözlemlerini kullanarak 8 yıllık veri seti için parametreleri hesapladı. PPML tahmincisi kullanılarak elde edilen modele göre, nüfus değişkenindeki %1'lik bir artış, lokasyon çiftlerinde taşınan kargo trafiğinde yüzde 0,91'lik bir artışa neden olacaktır. Kişi başına düşen GSYİH değişkenindeki %1'lik bir büyüme, taşınan kargo hacminde yüzde 0,76'lık bir artışa neden olurken, mesafedeki %1'lik bir artış, taşınan kargo miktarında yüzde 0,97'lik bir azalmaya yol açmaktadır. Dış hat çekim modelindeki gölge değişken olan gümrük değişkeni, Türkiye'de tüm gümrük işlemlerinin yapıldığı havalimanlarını temsil etmekte ve A sınıfı gümrüklü havalimanları ortalama yüzde 4,32 daha fazla dış hat kargo elleçlemektedir. Tezin son aşamasında, üç olası senaryo ve elde edilen modeller kullanılarak yurtiçi ve yurtdışı taşınan kargo miktarının sonraki yıllar için tahminleri oluşturulmuştur. En karamsar senaryoda bile, Türkiye'nin toplam hava kargo trafiğinin önümüzdeki yıllarda artması beklenmektedir. Analizlere göre, Türkiye'deki havalimanlarının çoğu, bulundukları şehirlerin makroekonomik koşullarına göre hava kargo trafiği açısından potansiyellerinin altında faaliyet gösterdiği görülmektedir. Sonuç olarak, gelecek yıllarda hava kargo trafiği arttıkça çoğu havalimanının kargo elleçleme kapasitesi arzına ihtiyaç duyması beklenmektedir.
-
ÖgeAssessing the impact of promotions on sales: A quantitative approach for a large-scale retailer's sales performance(Graduate School, 2022-07-05) Zeybek, Ömer ; Ülengin, Kemal Burç ; Kaya, Tolga ; 403162009 ; ManagementAmerican Marketing Association defines marketing as "a system and operational process which includes various interconnected subsystems, harmonising with co-contributor elements to reach maximum efficiency." This thesis seeks to understand and explain the role of the promotional mix, one of the four Ps of the marketing-mix problem. Although sales promotions were acknowledged as a dissolving stock activity by sales management literature until the late 1960s, with increasing competition in the retail sector, it has become a vital instrument to impulse sales both for the long term and short term. However, within three decades, especially after the introduction of the television and online media (proper mediums for transmitting instant offers), the sales promotion activities had become more sophisticated, and their frontiers had outstretched beyond the frontiers of a single chapter to a stand-alone book. In the meantime, technological advances in data storage and computation areas enable scholars to create complex, multi-channel promotion analyses; the literature recognised promotions as an essential element in the marketing system. As a result, the sales promotion domain has become one of the significant divisions of marketing literature. In a modern sense, as a critical element of the marketing mix, the promotion has three main objectives, providing information to consumers and others, increasing demand, differentiating a product or category, stabilising sales, and accentuating a product's value. Therefore, most of the tools used by retailers from the sales promotion toolbox could be taxonomised in the price promotions domain. Price promotions' concrete impulse and response mechanism ease the effort of tracking and understanding effects created by sales trends. However, To accomplish a price promotion task, a company needs a clear understanding of which kind of promotions are working and why? Although current business intelligence applications can reflect the flow of cash and stocks of a company, promotions have complex relationships with various Key Performance Indicators (KPIs) of a business system. This aspect makes distinguishing the next value-added from a promotion a complicated job. This thesis aims to portray a reliable quantitative model to decompose price promotion's effect on sales trends. Most studies in price promotions have only focused on single response mechanisms like category effect, cannibalism, cross-category effects or brand switching. This study aims to contain responses of all courses given above in a single inclusive system of equations. Formulating a complete model system for the pilot category would allow practitioners to replicate results to all product inventory and eases the decision-making process extensively. Regarding the outcome of the studies, managerial relevance can be classified on the timing and nature of the impact created. In modern retailers' daily lives, promotions are critical to sustaining an increase in demand in the long term. On the other hand, retailers expect promotions to act as a balancer on lowering excess stocks in the short term. That promotes current actions and future strategies for sustaining long term increased demand. Therefore, a researcher studying in this field, especially in the business intelligence domain, should be aware that they should provide actionable, essential and meaningful insights for the practitioners. In order to achieve these kinds of outcomes, academic scholars should suggest a decision-making process in which retailers can observe the response of sales trends to their strategic moves, which are mainly classified as exogenous effects. Developing a reliable base for assessing promotions' impact on sales is strongly related to formulating a correctly specified model. Therefore, market response models are beneficial, especially for researchers working on the company's secondary data compiled from the enterprise database. A response model exhibits how one variable depends on other variables. For example, dependent variables could be sales or other KPIs of interest to marketing practitioners. On the other hand, independent variables are assumed to affect the dependent variable. Together these variables constitute a market response model. A response model defined on time series or cross-sectional data as an empirical response model. Accordingly, if a researcher prefers to study the direct and secondary impacts of price promotions on the retail level, market response models extended with exogenous promotion policy variables would be a yielding alternative. On the other hand, it is possible that to solve the true nature of promotions (create academic knowledge) and create insightful managerial relevance (prescriptive analytics), quantitative methods, including econometric response models, are the most efficient way. In this dissertation, I aimed to provide this kind of dual knowledge discovery for academic research and the retail industry. The research is based on three hypotheses which led me to construct two categories /multi-brand promotional effectiveness models. While the first section of the empirical study formulates the variables used in the next part of the study, including volatility modelling to promotion effectiveness has created an alternative approach. The second part of my empirical work was my playground to decompose and analyse net sales effects created by price promotion. The findings concluded that promotional strategy significantly affects the sales quantity of category/brand pairs both in the long and short term. As expected, I concluded that most of the sales bump created through promotions stems from the product's own promotional activity. On the other hand, results provided that promotions applied to competitor brands and categories also cause a significant change in sales trends. This research provides a timely and necessary study of creating pioneering a central promotion effectiveness assessment system for practitioners. By utilising the models produced in this study, the retail executives could organise promotional strategies from a wide-angle.
-
ÖgeRefugee entrepreneurship and the limits of inclusion: A study of Syrian refugee entrepreneurs' embeddedness in Turkey(Graduate School, 2022-08-18) Yetkin, Uğur ; Tunçalp, Deniz ; 403172006 ; ManagementAs a subset of immigrant entrepreneurship, the literature on refugee entrepreneurship argues that entrepreneurship has an emancipatory impact on refugee entrepreneurs. It helps people overcome imposed constraints, act more independently, and potentially transform their lives, making social inclusion easier. Furthermore, their context drastically changes when refugees flee to another country, requiring a dynamic embedding process in the new environment. This study critically examines how refugee entrepreneurs become embedded in their home and host countries and experience inclusion and exclusion in the host country. The researcher conducted a comprehensive study on how refugee entrepreneurs experience their entrepreneurial processes concerning their contextual embeddedness and social inclusion and exclusion dynamics in the host country. The study first laid out the theoretical background by clarifying integration, inclusion, exclusion, and immigrant entrepreneurship theories. Then, it described how embeddedness gained currency in immigrant entrepreneurship research. It outlines how the mixed embeddedness model emerged to understand the inherent complexity of immigrant and refugee entrepreneurship. Empirically, the study qualitatively analyzed Syrian refugee entrepreneurs in Turkey. Turkey has become the largest refugee-receiving country globally, hosting more than 4 million refugees, mainly from Syria. These refugees also become highly active in the Turkish business environment. The author interviewed 39 Syrian refugee entrepreneurs working in 14 sectors across seven Turkish cities and four critical informants. A qualitative analysis of these interviews through MAXQDA software identified three types of refugee entrepreneurship based on refugees' contextual embeddedness and entrepreneurial motivation: survival entrepreneurs, ethnic-targeting entrepreneurs, and integrating entrepreneurs. When refugee entrepreneurs become more embedded in a host country, they experience more differential exclusion and inclusion, depending on the type of their refugee entrepreneurship. Therefore, they constantly negotiate their societal position by developing unique strategies against exclusionary actors and structural barriers. The study analyzed the underlying reasons for the differential exclusion with the critical realist lens. Cultural differences and social status are the primary causal structures for exclusionary activities. Naturalization and forced migration act as generative mechanisms, activating the causal powers of these structures. Thus, entrepreneurship helps refugee entrepreneurs advance their economic integration. However, the deep-seated differential exclusion mechanisms limit the potential emancipatory impact of entrepreneurship for different types of refugee entrepreneurs. In addition to the theoretical implications of exclusion and inclusion, the study also uses the embeddedness perspective for understanding refugee entrepreneurship. It describes refugee entrepreneurs' unique social, institutional, political, and spatial embeddedness. Surprisingly, extant literature neglects political embeddedness and informal (cognitive and normative) aspects of institutional embeddedness. Also, the study argues that entrepreneurs in each category gradually develop embeddedness in multiple contexts (social, political, institutional, and spatial) and locations to varying degrees. Furthermore, it explains how refugee entrepreneurs dynamically get disembedded and re-embedded in the home and host countries to regain, sustain and grow their resources. Considering 86% of the refugees settle in developing countries, this study's empirical setting and results contribute to developing the unique refugee entrepreneurship subdomain. The study also provides practical implications regarding refugee entrepreneurs' integration and inclusion strategies. It stresses that labeling refugee entrepreneurs as "good migrants" and seeing them as "an economic opportunity" cause their problems to be pigeonholed and neglected. Furthermore, the "good refugee" discourse makes empty promises and discriminates against refugee entrepreneurs. When entrepreneurs realize it is not the case, they feel even more excluded from society. As a result, the author believes this dissertation opens new avenues in inclusion, exclusion, integration, and embeddedness research. Furthermore, the research presents some practical implications that could guide the policy-makers.
-
ÖgePortfolio optimization with wavelet analysis and neural fuzzy networks(Graduate School, 2022-12-27) Gürsoy, Ömer Zeki ; Taş, Oktay ; 403142009 ; ManagementRecently, Robo-advisors have come to the fore in the investment management business both in the world and in Turkey. Robo-advisors can be defined as financial algorithms that generate trading signals and optimize financial assets with machine learning. Robo-advisors, who perform asset management by analyzing data without human intervention, have the potential to provide better returns than traditional portfolio management. Assets under management in the Robo-Advisors segment are projected to reach US$3.2 tn in 2027. According to latest surveys, 63% of Americans are open to using a robo-advisor to manage their investments, with millennials being the most open (75%). Financial asset forecasts are of great importance in portfolio management and the performance of forecasts plays a key role in the success of portfolio managers. This situation has led to an increased interest in models. While most of the models were based on statistical techniques in the past, new modeling techniques have been used recently. The most notable of these are artificial intelligence models such as artificial neural networks and fuzzy logic. In this study, the daily values of Borsa İstanbul 30 Index, Gold and USD / TL exchange rate are tried to be estimated by using Wavelet Analysis and Neural Fuzzy Networks method. Buy / Sell signals are generated from the estimates created by the model. The performance of the portfolio was analyzed assuming that the underlying asset was invested on the days when the model predicted an increase and the investment was not made on the days when it predicted a decrease, and it was evaluated in overnight risk-free interest when not invested. In addition, the model has been tested in artificial indices and stock market indices of other developing countries. While the model showed a successful performance in Russia and China, it remained below the index in South Korea stock exchange. Then, the optimal portfolio was created by using wavelet fuzzy network model estimates and the performance of the portfolio was examined. With the return and standard deviation values produced by the model, optimization was made to obtain the largest Sharpe ratio, and the performance of the portfolio of three assets was compared with the assets' own performances and risk-free interest by re-balancing at different time intervals. The results show that the model created by using wavelet analysis and fuzzy neural networks together gives successful results in predicting the future values of financial assets and further research has potential. Wavelet Neural Network method, in which Artificial Neural Networks are used together with wavelet transform, can be used to predict the future price of assets traded in financial markets such as BIST30, Gold and USD/TL exchange rate. In the future, estimates can be made using the model in this study for financial assets other than gold, USD/TRL and BIST-30. The performance of the model in different market conditions can be tested by repeating the study at different time intervals. In the study, wavelet transform is done using Haar wavelet, financial series can be decomposed into its components by using different wavelets.
-
ÖgeComparison of stock selection methods: An empirical research on the borsa İstanbul(Graduate School, 2023-04-12) Özdemir, Ali Sezin ; Tokmakçıoğlu, Kaya ; 403142012 ; Business AdministrationVarious investment instruments or index-linked financial instruments in various markets, made with reference to stock indices, cause negative returns, i.e., loss, for investors in periods when the index is declining. In some cases, while the indices follow a course in line with the country's inflation, the funds or investment instruments linked to the relevant indices may not be at the desired level in terms of generating above market returns or above inflation. Investment companies have developed stock selection models for various portfolios, by using the literature for the funds and investment instruments they have created, to protect themselves from the negative movements of indices. Portfolio analysis methods developed to obtain positive returns from financial instruments can cause negative returns even in cases where the market is stable or stagnated due to adverse economic conditions and increased risks. In addition, investments made in financial instruments that reference only indices or various indices' derivatives may cause negative returns as the index is negatively affected by the economic effects in the relevant country. The issue of stock selection is an important issue not only for large investors but also for individual investors. Moreover, some funds (such as pension funds) belonging to the indices of different markets depend on the movements of the stocks in the market. For this reason, stock selection has been one of the most important issues in finance for the last hundred years. In the literature, a wide range of stock selection models with diverse theoretical underpinnings have been developed, particularly over the past seventy years. Moreover, numerous empirical and theoretical studies have been conducted to compare the performance of these models. In this thesis, three models that have not yet been empirically compared with each other in the literature have been identified, and an empirical study has been carried out on the stocks of Borsa Istanbul indices. The models compared are as follows: (1) Markowitz model stock selection (detection of the percentage distribution of stocks in the portfolio), (2) stock selection model with second-order stochastic dominance method, (3) stock selection method with artificial neural network method. All models are models that can be considered quantitative analysis, while the utilization of financial ratios within the ANN model signifies a fundamental approach in the realm of stock selection. In first section of this thesis, a review of relevant literature on stock selection is presented, with particular emphasis on the rationale behind selecting the Turkish stock market, specifically the Borsa Istanbul. The subsequent section of this study places emphasis on literature pertaining to the pertinent models. Within the third section, the theoretical foundations underpinning Markowitz's model, Second Order Stochastic Dominance, and Artificial Neural Networks, all of which are utilized within this research, are thoroughly expounded. The fourth section of this thesis provides a detailed account of the relevant 18-year dataset, alongside an explication of the technical structure of stock selection models. Specifically, the artificial neural network stock selection model was constructed using the MATLAB programming language, while Microsoft Excel application was utilized to conduct Markowitz and Stochastic Dominance tests. The fifth section of this thesis presents the results of a comparative analysis of the aforementioned models. Specifically, return values are tabulated and compared across the models. Based on the analysis, it has been determined that the stock selection model utilizing artificial neural networks demonstrates a relatively higher return potential compared to other models. Furthermore, all three models were found to be capable of generating portfolios with returns that were between 8 to 20 times higher than the BIST-100 index. This thesis aims to achieve several objectives, namely: (1) to conduct a comparative analysis of the return performance of three stock selection models whose relative performance has not yet been evaluated in the literature, (2) to undertake a quantitative analysis of the selected models, (3) to compare the alpha returns (i.e., portfolio return – index return) within a market context such as Turkey, where the stock market is consistently influenced by political and economic events, and (4) to contribute to the literature by introducing models that demonstrate the potential to generate portfolios with returns that surpass the market or index return.
-
ÖgeThe impact of aggregate ratings and individual reviews on consumer decision-making: A construal level theory perspective(Graduate School, 2023-06-07) Çeşmeci, Caner ; Burnaz, Şebnem ; 403172011 ; ManagementIn certain cases, despite a product's high overall rating, a single negative review has the potential to undermine and alter a consumer's otherwise favorable decision. Conversely, a single positive review can prompt consumers to adopt a positive attitude towards a product or service, even if the product has a low aggregate rating. This phenomenon illustrates a type of cognitive bias known as base-rate neglect, in which consumers in an online review setting may disregard average product ratings in favor of individual reviews. When faced with conflicting cues, consumers attempt to infer which cue types are more diagnostic for their decisions. To this end, the present thesis examines how consumers use aggregate review metrics (ARM) (e.g., average product ratings) and individual reviews (IR) (e.g., a single review text) to estimate the risk likelihood of and make an evaluation of a product. Drawing on construal level theory (CLT) as a theoretical foundation, the study posits that psychologically distant objects are represented as abstract categories, while psychologically close objects are represented as concrete and contextual. In this framework, conceptualizing eWOM as a communication model in light of numerous contextual factors, the thesis addresses cue types as part of a broader inquiry into the influence of base-rate information (abstract, aggregated, and category-level characteristics within a population) and case information (concrete, individuating, and case-specific instances) on risk assessment and product evaluation. By unpacking base-rate neglect in the eWOM context, this study aims to highlight mental construal as a novel moderator that determines the prominence of specific cues under certain conditions. Additionally, it identifies consumers' risk estimation as an underlying mechanism in the pathway of behavioral outcomes and also a crucial boundary condition, demonstrating that nudging base-rate cues by providing a simple reminder of the base-rate fallacy can significantly eliminate this bias in consumer decision-making. This thesis consists of eight studies, including six experiments, a survey, and a qualitative study, all of which utilize various stimuli, measures of evaluation (such as persuasion, self-report intention to adopt cue types, willingness to pay, real choice, and behavioral intention), and methods (including a survey, in-depth interviews, lab, and online experiments), as well as diverse sample populations (such as students and frequent online shoppers with different demographic characteristics), and cultural context (with the participation of individuals from the US and Turkey). Throughout the thesis, all experimental studies are designed with the presence of conflicting cues (individual favored cue [AFC] vs. aggregate favored cue [IFC]).