LEE- Gıda Mühendisliği-Yüksek Lisans
Bu koleksiyon için kalıcı URI
Gözat
Başlık ile LEE- Gıda Mühendisliği-Yüksek Lisans'a göz atma
Sayfa başına sonuç
Sıralama Seçenekleri
-
ÖgeBakladan ultrases destekli alkali ekstraksiyon ile protein eldesi: Teknofonksiyonel, ın vıtro biyoerişebilirlik ve ade inhibisyon özelliklerinin incelenmesi(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2022-05-30) Mertdinç, Zehra ; Özçelik, Beraat ; 506181516 ; Gıda MühendisliğiSon yıllarda nüfus artışı, gıda kaynaklarının tükenmesi, iklim değişikliği ve hayvan hakları gibi birçok sebepten dolayı hayvansal gıda kaynaklarına alternatifler aranmaya başlamıştır. Bitkisel diyetlerin çevresel ve ekonomik katkılarının yanı sıra, kardiyovasküler hastalıklar, Tip-2 diyabet, obezite ve hipertansiyon gibi hastalıkların önlenmesinde de etkili olduğu bilinmektedir. Bakla, ülkemizde genellikle Ege, Marmara ve Akdeniz bölgelerinde üretimi yapılan, besleyici değeri yüksek ve biyoaktif bileşenler açısından zengin bir bitkisel protein kaynağıdır. Gıdaların besleyici ve fonksiyonel özelliklerinin geliştirilmesi için bakliyatlardan protein konsantresi/izolatı elde edilmektedir. Bu amaçla, özellikle alkali ekstraksiyon ve izoelektrik noktada çöktürme metodu sıklıkla kullanılan yöntemlerden biridir. Aynı zamanda bu yöntemler, ultrases, mikrodalga ve enzim destekli uygulamalar ile daha verimli hale getirilmektedir. Elde edilen proteinlerin, gıda matrisinde uygulamaları, depolanması ve işlenmesi noktasında teknofonksiyonel özelliklerinin (su/yağ tutma, köpürme kapasitesi/stabilitesi, çözünürlük gibi) incelenmesi gerekmektedir. Bu çalışmada da İzmir'de yetiştirilmiş bir bakla türünden alkali ekstraksiyon ve alkali ekstraksiyon öncesi ultrases uygulaması ile elde edilen protein konsantrelerinin teknofonksiyonel özellikleri incelenmiştir. Gıdalardan biyoaktif peptilerin eldesinde pepsin, alkalaz, tripsin gibi enzimler kullanılarak hidrolizasyonu gerçekleştirilebilir. Elde edilen hidrolizatlar, aminoasit dizilimleri, büyüklükleri ve bazı fizikokimyasal özelliklerine bağlı olarak anti-hipertansif, anti-oksidan ve anti-mikrobiyal etki gösterebilirler. Aynı zamanda hidrolize uğrayan peptitlerin insan vücudunda in vitro gastrointestinal sindirimin ardından biyoerişilebilirlikleri de etkilenmektedir. Bu çalışmada da alkali ve ultrases destekli alkali ekstraksiyonla elde edilen protein konsantrelerine pepsin ile enzimatik hidrolizasyon uygulanmış, ardından elde edilen hidrolizatlarda da in vitro protein biyoerişilebilirliği ve anti-hipertansif etkisinin belirlenmesi amacıyla ADE inhibisyon analizi uygulanmıştır. Bu çalışmada elde edilen sonuçlara göre, %27,32 protein miktarına sahip olan bakla unundan, alkali ve ultrases destekli alkali ekstraksiyonla sırasıyla %65,93 ve %75,04 protein içeriğine sahip konsantratlar elde edilmiştir. Ekstraktların teknofonksiyonel içerikleri de incelendiğinde, alkali ve ultrases destekli uygulamalar sonucunda ekstraktlarda protein çözünürlüğü, su ve yağ tutma kapasiteleri, köpürme stabiliteleri gibi özellikleri geliştirilmiş olup, çoğu uygulamada da ultrases uygulamasının alkali konsantrelerden istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık gösterdiği tespit edilmiştir. Ayrıca hammadde, ekstraktlar ve enzimatik yöntemlerle elde edilen hidrolizatların, in vitro gastrointestinal sindirim sonrasındaki protein biyoerişilebilirlikleri incelenmiştir. Bu çalışmada da en yüksek protein biyoerişilebilirliği %46,39 ile ultrases destekli hidrolizatlarda tespit edilmiştir. Öte yandan, hidrolizatlarda ADE inhibisyon değerleri hesaplanarak baklanın potansiyel anti-hipertansif etkisi incelenmiştir. Analizler sonunda sırasıyla alkali ve ultrases yöntemlerinden elde edilen hidrolizatların IC50 değerleri 504,42 ve 222,89 μg/ml olarak hesaplanmıştır. Elde edilen sonuçlar göstermiştir ki, ultrases uygulaması ile ADE inhibisyon aktivitesinin arttığı gözlemlenmiştir. Özetle, bu çalışma ile Türkiye'ye özgü bir bakla türünden iki farklı yöntemle ekstrakte edilen proteinlerin teknofonksiyonel özellikleri tanımlanmış olup, enzimatik hidrolizasyonu ile de in vitro biyoerişilebilirlik ve ADE inhibisyon potansiyelleri incelenmiştir. Sonuç olarak, ultrases teknolojisinin, proteinlerin bazı teknofonksiyonel özellikleri, protein biyoerişilebilirliği ve anti-hipertansif etkileri üzerindeki olumlu etkileri incelenmiş ve gıda uygulamalarındaki potansiyeline dair bir bakış açısı geliştirilmesi hedeflenmiştir.
-
ÖgeBiological control of Aspergillus flavus growth and its aflatoxin b1 production by antagonistic yeasts(Graduate School, 2022-06-29) Dikmetaş, Dilara Nur ; Güler Karbancıoğlu, Funda ; Özer, Hayrettin ; 506181504 ; Food EngineeringThe presence of mycotoxins in food and feed poses a risk to human health and animal productivity and result large economic losses. In the field and during storage period, Aspergillus flavus infect grains. Aflatoxin B1, is classified as group 1 carcinogen, having hepatotoxic, genotoxic, and teratogenic properties, may be produced by generally A. flavus and Aspergillus parasiticus in addition to grain deterioration and yield loss. Aflatoxins have been found in a variety of foods including oilseeds, nuts, dried figs and spices. Dried figs, pistachios, hazelnuts and groundnuts cultivated in Turkey are risky products in terms of aflatoxins. The application of synthetic fungicides is the most common method for controlling decay in most crops. However, because of the fungal resistance and detrimental impacts on human and animal health, as well as the environmental concerns in general, their use is being tried to diminished. Due to these concerns, researchers have tended to investigate more eco-friendly and healthy methods to manage fungal diseases. As a result, detecting and preventing Aspergillus species contamination, as well as lowering the level of aflatoxins in foodstuffs used in many agricultural products. To reduce usage of synthetic fungicide, biological control is an important strategy as a promising alternative with low environmental impact in reducing fungal infection and mycotoxin production in the field and during postharvest period. In addition, among microorganisms, yeast species have been extensively studied as antagonist due to simple nutritional requirements, able to colonize dry surfaces for long periods of time and able to grow rapidly in bioreactors with inexpensive substrates. Furthermore, yeast is simply adapted to microenvironments. The crucial and most important step is to develop biocontrol agent is isolation and screening of yeast isolates. Antagonistic yeasts have been showed several different mechanism to control of different moulds such as competition for space and nutrients, biofilm formation, parasitism, production of antimicrobial volatile organic compounds and production of lytic enzymes. The antagonist mechanism generally explained with cell wall-degrading enzyme synthesis including chitinases, β-1,3-glucanase, protease, cellulase and pectinase. Yeasts with high cell wall degrading enzyme activity, also showed high biocontrol efficacy. Biocontrol of aflatoxin has been generally documented by non-aflatoxigenic Aspergillus species. However, the studies to control Aspergillus flavus by yeasts limited. In various industrial processes, the Metschnikowia yeast has wide range of biotechnological application and generally isolated from fruits and flowers. Several Metschnikowia based biocontrol products have been industrialized to control postharvest diseases including Botrytis or Monilinia spp. However, only a few biocontrol agents are converted into industrial products. Meyerozyma, Moesziomyces and Metschnikowia sp. yeasts antifungal activity have been studied by several researchers. Among antagonistic microorganism mechanism of action, production of antimicrobial volatile organic compounds is one of the least studied. Primarily, volatile organic compounds produced by antagonistic yeasts have great potential used as biocontrol agents of filamentous fungi. In this study, four yeast isolates have been isolated and identified by different plant parts including hawthorn, hoşkıran, bean and grape leaf collected from Turkey different region. Four previously isolated and identified isolates from grapes, blueberry have been also included in this study. The eight antagonistic yeasts have been belong to Moesziomyces sp., Meyerozyma sp. and Metschnikowia sp. Yeasts secrete fungal lytic enzymes which are typically associated with biocontrol mechanism. Lytic enzyme activities of yeasts were examined with screening method. All of the isolates have β-glucosidase and chitinase activity, which are crucial for antifungal mechanism, however absence of the pectinase activity. Among antagonistic yeasts, only Metschnikowia pulcherrima (26-BMD) found as protease negative. Dual culture assay have been conducted to observe antagonistic effect of yeasts against aflatoxin B1 producer Aspergillus flavus. All of the antagonistic yeasts formed inhibition zones in dual culture assay against to Aspergillus flavus due to secretion of diffusible antifungal compounds. After that, yeasts antifungal and antiaflatoxigenic impact on aflatoxin producer Aspergillus flavus by spot inoculation method with different incubation period by in vitro studies. Different yeasts used to investigate to control Aspergillus flavus growth. In addition to that, origin of the yeast affect their biocontrol efficacy. All of the antagonistic yeasts formed inhibition zones in dual culture assay against to Aspergillus flavus due to secretion of diffusible antifungal compounds. While Aspergillus flavus mycelial growth of inhibition 86-97% after three days. All isolated and identified yeasts were effective to control Aspergillus flavus, as well as aflatoxin. Aflatoxin B1 production was reduced from 1773 ng/g (in control samples) to 1.26-10.15 ng/g with the application of antagonistic yeast. Metschnikowia aff. pulcherrima (32-AMM) was found as the most effective yeasts to inhibit mycelial growth of Aspergillus flavus among other yeasts. In addition, yeasts plant origin and incubation period also affect their inhibition potential (p<0.05). All of the yeasts might be used as biocontrol agent against Aspergillus flavus growth. Additionally, all of the yeast volatile organic compounds (VOCs) reduced sporulation however among antagonistic yeasts only Moesziomyces bullatus (DN-FY), Metschnikowia aff. pulcherrima (DN-MP) and Metschnikowia aff. pulcherrima (32-AMM) were reduced Aspergillus flavus mycelial growth with in vitro studies. But only VOCs produced by Metschnikowia aff. fructicola (1-UDM) was also found effective in reduction of Aflatoxin B1 production in in vitro experiments. This activity was associated to different volatile organic compounds. As a result, more investigation into the role of volatile organic compounds in Aspergillus flavus and aflatoxin B1 control is required. Further field experiments would indicate yeasts biocontrol potential on the products prone to contaminated from Aspergillus flavus. By the way, also isolation of volatile organic compounds from yeasts should be used to protect products from contamination without harmless to humans and environmentally friendly.
-
ÖgeDBUVC ve UVCLED ışınlamanın kiraz ve vişne yüzeyinde mikrobiyel inaktivasyona ve meyve kalite özelliklerine etkisi(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2022-04-21) Bilgin, Ayşenur Betül ; Akocak Başaran, Pervin ; 506181502 ; Gıda MühendisliğiUltraviyole – C (UVC), fiziksel bir yöntem olan ve genellikle gıdalarda dezenfeksiyon amaçlı kullanılan mor ötesi ışıktır. Son yıllarda, geleneksel düşük basınçlı UVC (DBUVC) lambaların ve son yıllarda yeni UVC kaynağı olarak kullanılan UVC – ışık yayan diyotların (light-emitting diodes, LED) (UVCLED) gıdalarda meyve ve sebze dezenfeksiyon çalışmaları yoğunluk kazanmıştır. Bu projede, UVC kaynağı olarak UVCLED ve DBUVC ışınlanmasıyla kiraz ve vişne yüzeyinin dezenfeksiyonun sağlanması ve meyvelerin raf ömrünün arttırılması hedeflenmiştir. Kiraz ve vişne yüzeyine daldırma ve spreyleme yöntemi ile Pseudomonas syringae, meyveden izole edilen maya inoküle edilmiştir. Meyve yüzeyinde doğal olarak bulunan toplam aerobik mezofilik bakteri (TAMB), toplam küf ve maya (TKF) ve inoküle edilen mikroorganizmalar hedeflenerek meyve yüzeyi 30 saniye, 3 ve 10 dakika UVCLED (200 – 260 nm) ve DBUVC (253,7 nm) ile ışınlanmıştır. Her iki UVC lamba ile ışınlanmış meyveler, 25-28˚C (%40-60 nem)'de ve +4˚C'de depolanarak mikroorganizmalardaki inaktivasyon etkisi periyodik olarak değerlendirilmiş ve ürünlerin raf ömrü incelenmiştir. Işınlama öncesi ve sonrası meyvelerde meydana gelen fizikokimyasal (meyve ağırlığı, pH, toplam çözünebilir katı madde miktarı, su aktivitesi, toplam fenolik madde miktarı, antioksidan aktivite ve renk) değişimler gözlenmiştir. Tüm bu sonuçlar ile UVCLED ve geleneksel DBUVC lambaların inaktivasyon etkinliği ve kalite üzerinde etkisi karşılaştırılmıştır. 3 ve 10 dakika DBUVC ışınlamanın, UVCLED'e göre, 30 saniye UVCLED ışınlamanın ise DBUVC'ye göre daha etkili olduğu tespit edilmiştir. Toplamda tüm sürelerde ve mikroorganizmalarda en düşük ve en yüksek inaktivasyon UVCLED ışınlama ile 0,31 – 0,86 kob/g, DBUVC ile 0,11 – 1,56 kob/g olarak gerçekleşmiştir. Hem kiraz hem de vişnede ışınlama öncesi ve sonrası toplam ağırlık, su aktivitesi, pH, toplam çözünür katı madde miktarı ve renk değerlerinde (L*, a*, b* ve H˚) önemli bir farklılık bulunmamıştır (p > 0,05). Vişnede UVCLED ışınlama ile fark edilebilir düzeyde (∆EUVCLED* = 1,17 – 3,30) renk değişimi tespit edilmiştir. Toplam fenolik madde ve antioksidan madde miktarında çoğunlukla önemli bir artış gözlemlenmiştir (p < 0,05). Işınlanmış meyvelerin +4 ve 25˚C'de depolanmasıyla raf ömrünün ortalama %30 oranında arttığı tespit edilmiştir. Sonuç olarak; DBUVC, UVCLED ışınlamaya göre genel olarak mikroorganizma inaktivasyonunda daha etkili olduğu, antioksidan aktivitesi ve toplam fenolik madde miktarının artması dışında meyvelerin fizikokimyasal özelliklerinde önemli bir etkisinin bulunmadığı tespit edilmiştir.
-
ÖgeEffects of dielectric barrier discharge cold plasma on the quality of dandelion root infusions(Graduate School, 2023-06-20) Elçik, Berfin Ada ; Gözükırmızı Kırkın, Celale ; 506201526 ; Food EngineeringSince ancient times, humans have sought solutions to their illnesses from plants. In the past 30 years, consumers' dietary preferences and interest in healthy nutrition have significantly changed, leading to increased research on medicinal plants. The health effect of medicinal plants primarily stems from their rich sources of bioactive compounds and antioxidants. Taraxacum officinale, commonly known as dandelion, stands out due to its bioactive properties due to its bioactive compounds. The root of Taraxacum officinale, which often emerges as waste in the food industry, is an intriguing plant root due to its bioactive compounds. The compounds found in the root may exhibit antioxidant effects and help prevent cellular damage caused by oxidative stress. Before food products are commercialized, they need to undergo processing to minimize health risks, provide convenience and usability, enable long shelf life, reduce food waste, and offer variety. Traditional food processing methods that have been widely used since ancient times and they are temperature-dependent. However, heat-dependent conventional processing techniques can result in nutrient losses or physical demage in food. Cold plasma, charged and reactive gas molecules and these molecules inactivate harmful microorganisms which present in foods and food packaging materials, is a promising green and appropriate technique for heat-sensitive foods. This method can help preserv the bioactive compounds in foods. Currently, cold plasma (CP) technology is used for various purposes, including extraction of volatile oils, promotion of seed germination, modification of surface structures, inactivation of enzymes and microorganisms, and degradation of pesticides. Antioxidants are bioactive compounds that naturally found in foods and they can reduce the risk of various diseases. However, these most of the bioactive compounds are recognised as sensitive to thermal processing. DBD cold plasma processing will enable food processing without the loss of antioxidant capacity in food due to its operation at low temperatures. Understanding the interaction between plasma types and bioactive compounds is crucial to prevent nutrient degradation and other undesirable effects. Cold plasma is a form of plasma consisting of high-energy ions, electrons, free radicals, and other reactive molecules. This plasma can interact with bioactive compounds and alter their properties. While there are many studies in the literature on the antimicrobial effects of DBDCP application, research on improving the process efficiency is limited. This study focus to analyze the effects of subjecting dandelion roots to cold plasma treatment during tea brewing, specifically focusing on the changes of the exposure time on the antioxidant activity, color concentration and total phenolic content. For this study, dried dandelion roots were obtained from a local vendor in Izmir and ground using a coffee grinder, and samples to be used in the study were separated through the sieves of 212 micrometers and 450 micrometers and samples called ground. Subsequently, a dielectric barrier discharge cold plasma (DBDCP) was generated using a pulsed direct current power supply (400W, 40 kV , 56 kHz, and 1 mA). The process was conducted as follows: Both ground and unground samples underwent treatment with 40 kV DBDCP for 10 min and 20 min. Untreated samples were used as the control. All treatments were repeated three times. The electrode gap was set at 1.1 cm. The samples subjected to cold plasma were prepared for the brewing process. The prepared samples were brewed at 95±2 0C for 4 minutes. During the brewing process, 2 grams of sample and 200 milliliters of distilled water were used. For grounded samples, 2 grams of ground dandelion root was added to 200 mL of distilled water at 95±2 0C and allowed to steep for 4 minutes, followed by centrifugation through 4000 rpm, 5 minutes at a controlled temperature of 4°C. For unground samples: 2 grams of dandelion root was immersed in 200 mL of distilled water at 95±2 0C using a metal sieve and allowed to steep for 4 minutes. After the infusion process, the metal sieves were removed from the water and the samples were cooled to room temperature. Subsequently, the necessary analyses were performed. The first analysis conducted was color measurement to evaluate the brewing efficiency. Color intensity during brewing has positive effects on consumers. In the color measurement results, a statistically difference (p<0.05) was observed only for the b* value. The b* value represents the yellowness. The brewed dandelion roots transitioned from transparent to yellow throughout the brewing process. Thus, it is possible to say that DBDCP can increase the color intensity. Total phenolic content (TPC) analysis is a commonly used method to calculate the amount of phenolic compounds present in a products, reflecting their antioxidant capacity. In the analysis of samples ground into powder, a significant increase was observed only in the 20 min-treated samples (p<0.05). In unground samples, a decrease at the 10th minute and a slight increase at the 20th minute were observed. The observed increase in antioxidants after processing in ground samples can be attributed to an increase in surface area and enhanced interaction with reactive compounds. This phenomenon may be linked to the increased ability of antioxidants to neutralize free radicals through their interaction. However, in unground samples, a decrease followed by a slight increase through processing time can be observed. This may be due to the initial decrease in the amount of antioxidants on the outer surfaces of larger particles. With the application of DBDCP for a longer time, bioactive compounds in the cell can be reached by breaking down the cell wall in the samples. Accordingly, the total phenolic content of the all samples were as followed: 0.122 mg GAE/mL for ground samples without cold plasma treatment, 0.128 mg GAE/mL for ground samples which implied cold plasma for 10 min, 0.140 mg GAE/mL for ground samples treated with cold plasma for 20 min, 0.045 mg GAE/mL for unground samples without cold plasma treatment, 0.027 mg GAE/mL for unground samples treated with cold plasma for 10 min, and 0.036 mg GAE/mL for unground 20 min cold plasma treated samples for. 2,2-diphenyl-1-picrylhydrazyl (DPPH) is a free radical compound that undergoes a change in color when interacts with substances exhibiting antioxidant properties. In the analysis of samples ground into powder, a significant DPPH radical scavenging activity increase was observed only in the 20 min-treated samples compared to the control (p<0.05), while no significant difference was observed in unground samples (p>0.05). Accordingly, the DPPH radical scavenging activity of the samples were as follows: 0.668 mg TE/mLfor ground samples without cold plasma treatment, 0.695 mg TE/mL for ground samples applied with cold plasma for 10 min, 0.774 mg TE/mL for ground samples applied with cold plasma for 20 min, 0.290 mg TE/mL for unground samples without cold plasma treatment, 0.218 mg TE/mL for10 min cold plasma applied ungrounded samples, and 0.241 mg TE/mL for unground samples which treated with cold plasma for 20 minutes. 2,2'-azinobis-3-ethylbenzothiazoline-6-sulfonic acid (ABTS) radical scavenging assay is a commonly used method for evaluating the antioxidant activity. Accordingly, the ABTS radical scavenging activity of the samples were as follows: 0.119 mg TE/mL for ground samples without cold plasma treatment, 0.124 mg TE/mL for ground samples that applied cold plasma for 10 min, 0.135 mg TE/mL for ground samples treated with cold plasma for 20 minutes, 0.049 mg TE/mL for unground samples without cold plasma treatment, 0.036 mg TE/mL for unground samples which cold plasma applied for 10 minutes, and 0.044 mg TE/mL for unground samples which cold plasma applied for 20 minutes Ferric reducing antioxidant power (FRAP) assay is a rapid evaluation of antioxidant activity method. Accordingly, the antioxidant activity as assessed by FRAP assay were as follows: 0.358 mg TE/mL for ground samples without cold plasma treatment, 0.374 mg TE/mL for ground samples cold plasma applied for 10 minutes, 0.387 mg TE/mL for ground samples cold plasma applied for 20 minutes, 0.144 mg TE/mL for unground samples without cold plasma treatment, 0.090 mg TE/mL for unground samples cold plasma treated for 10 minutes, and 0.118 mg TE/mL for unground samples cold plasma treated for 20 minutes. The sensory analysis was conducted by a panel of 12 individuals from the Department of Food Engineering at ITU. The samples were placed in screw-capped test tubes, labeled with randomLy assigned three-digit numbers. Subsequently, the samples were presented to the panelists and evaluated using a 7-point hedonic scale. The scale was used to assess odor intensity, color intensity, clarity, and overall impression. All measurements were reported as means and standard deviations. Minitab software was used for statistical analysis, applying analysis of variance (ANOVA) and Tukey's test for comparisons. No significant differences were observed among any of the samples in the sensory analysis (p>0.05). This study investigates the effect of DBDCP treatment on the process efficiency and antioxidant activity during the brewing process of Taraxacum officinale roots as tea. The study shows that cold plasma treatment can enhance the process efficiency by preserving the antioxidant activity of Taraxacum officinale roots. It can be said that dielectric barrier discharge cold plasma treatment can be utilized in the brewing process of Taraxacum Officinale roots as tea, leading to an improvement in the process efficiency with the preservation or even enhancement of antioxidant activity.
-
ÖgeEncapsulation of aqueous Hibiscus sabdariffa L. extract in food-grade high internal phase pickering emulsions stabilized by soy protein isolate(Graduate School, 2023-06-15) Çavdar, Hümeyra ; Güven Çapanoğlu, Esra ; 506211516 ; Food EngineeringHibiscus Sabdariffa L. is a highly versatile plant that finds applications in various industries due to its abundant nutrients, potent bioactive compounds such as phenolics and anthocyanins, and natural colour pigments. In addition to its use as a colouring agent, its positive health effects, such as antibacterial, antioxidant, anticholesterol and prevention of gastrointestinal problems, spread the consumption of the product for health purposes. However, the fact that bioactive ingredients are easily affected and damaged by many factors limits this product's use in many industries. Therefore, integrating Hibiscus Sabdariffa into food products and various formulations becomes more complex and limits the methods used. Encapsulation, a preferred method for much bioactive protection, appears at this point. Encapsulation comes to fields as a technique that allows us to apply in different areas, such as preserving these components and controlled release and integrating them into product formulations. Emulsification by encapsulation method has gained a solid place in industry and literature. High Internal Phase Emulsions are among the leading emulsions with high volume encapsulation and high stability against external factors. Similarly, double emulsion systems can enhance bioactive components' protection with their nested phase structure. The debate over the many adverse effects of preferred emulsifiers and stabilizers for emulsion stability, such as human health and environmental pollution, has accelerated scientific research into discovering alternative products. Plant proteins have gained tremendous interest in recent years as they have the potential to be an alternative to conventional emulsifiers and stabilizers. The various functional properties and amphiphilic characteristics indicate that these proteins are significantly effective in the stability of the emulsion system. Like many other types of plant proteins, soy protein is a preferred product due to its easy availability and processability. In this study, analyses were conducted to identify and evaluate the encapsulation of aqueous Hibiscus extract in the High Internal Phase Pickering Emulsions (HIPPE) and High Internal Phase Double Emulsions (HIPP-DE) systems stabilized by soy lecithin and soy protein isolate. The stability of the emulsions obtained, characteristics and the effects of in vitro gastrointestinal digestion on the phenolics and anthocyanins in the extract with the presence of soy protein and soy lecithin were investigated. The extraction of phenolics and anthocyanins from powdered Hibiscus calyces was realized by ultrasonic method, and water was used as a solvent. Emulsions with an internal volume of 80% have been created using soy protein isolate (SPI) gel and lecithin. A HIPPE resistant to phase separation could not be obtained using soya protein isolation gel alone, while emulsions (L4 and L6) containing 4% and 6% lecithin and phase separation resistance could be achieved. Combinations of different concentrations of lecithin and soy protein isolated gel stabilized other HIPPEs. After 24 hours of storage, HIPPEs stable against phase separation were obtained by homogenizing HIPP-DEs at a volume of 50% with a 6% SPI gel. When emulsions stored for 24 hours were observed, SPI gels and lecithin at varying concentrations acted as a synergistic mechanism that effectively prevented phase segregation and ensured stability in the emulsion system. All HIPP-DEs also showed superior resistance to phase separation. According to the CI results, an increase in the concentration of soy lecithin from 2% to 4% in HIPPE containing 6% SPI gel resulted, indicating increased stability, leading to a decrease in the CI value on day 1; however, no significant difference in CI was observed between HIPP-DEs. EAI and ESI values show a statistically significant increase when the SPI concentration increases from 2% to 4% in HIPPEs and HIPP-DEs with 4% and 6% lecithin concentrations. Still, surprisingly, no significant increase was observed with further increases in SPI. In contrast, the particle size of HIPPEs with 4% and 6% lecithin concentrations showed a significant decrease as the SPI gel concentration increased from 2% to 6%. In HIPPEs, the zeta potential was negative, and the absolute values increased by increasing the SPI gel concentration from 2% to 4%, while in L4S4, it was observed that the HIPPE had the highest absolute zeta potential (-41.21 ± 1.23 mV). However, an increase in SPI gel concentration from 4% to 6% decreased the absolute zeta potential value. The increase in the concentration of soy protein isolate (SPI) from 2% to 6% resulted in a significant decrease in the PDI values of HIPPE containing 4% and 6% lecithin. The lowest PDI values were obtained in L4S6 and L6S6 HIPPE with an SPI concentration of 6%. The same decline has been observed in HIPP-DEs. Different changes have been observed in the stability and characteristics of emulsions, as well as in the study of bioactive components and their properties. Encapsulation Efficiency (EE) determinations stated that HIPP-DEs produced higher EE than HIPPEs due to high SPI gel concentrations. The total anthocyanin content (TAC), total phenolic content (TPC), DPPH and ABTS of the resulting aqueous Hibiscus extract were analyzed. The TAC (mg Cy-3-GC equivalent/100 g), TPC (mg GAE/100 g), DPPH (mg TE/100g) and ABTS (mg TE/100g) values were found as 31.13±1.23, 2619.01±17.31, 335.12±1.21 and 223.21±2.56 respectively. Significant decreases in TPC in Hibiscus extract were observed with in vitro gastrointestinal digestion. In HIPPEs prepared with a concentration of 4 % lecithin (L4, L4S2, L4 S4, L4S6), the SPI gel concentration increased from 0 % to 4 %, while anthocyanins in the stomach environment showed more excellent stability compared to the intestinal environment. When the TPC of the digested phenolics of Hibiscus extract was compared to those of digestive HIPPEs and HIPP-DEs, higher TPC values were observed in all emulsions. Maximum TPC values in the stomach and intestinal digestion reached 709.82 ±2.06 mg/100g and 1160.71 ±21.01 mg/100g, respectively. In the stomach and intestinal phases of in vitro digestion, the rate of phenolic release has been significantly influenced by the pH of the environment. According to HPLC results, aqueous Hibiscus extract has detected anthocyanins of delphinidin-3-glucoside, cyanidin-3-glucoside, and cyanidin-3-rutinoside. Four phenolic acids have also been detected in the extract and all emulsions, including gallic acid, syringic acid, ferulic acid and chlorogenic acid. After gastric digestion, a decrease in the content of chlorogenic acid, ferulic acid and gallic acid was observed, while syringic acid increased, showing a different tendency. The highest concentrations of each anthocyanins and phenolics concentrations were obtained in L6S6-D. As a result, changes in SPI gel and lecithin concentrations have been effective in many conditions, such as the stability of emulsions, their properties, and the effects of in vitro digestion on anthocyanins and phenolics. In addition, according to the results of encapsulation efficiency, it can be stated that HIPPEs and HIPP-DEs are effective emulsion systems in the encapsulation of Hibiscus extract.
-
ÖgeEncapsulation of cumin seed oil in chickpea protein- maltodextrin matrix(Graduate School, 2022-02-14) Atlı, Onur ; Karaça, Aslı Can ; 506181509 ; Food EngineeringThis study aimed to investigate developing a plant-based protein matrix for microencapsulation of cumin oil, by determining optimum pH for solubility, emulsion stability of chickpea protein isolate (CPI) and investigating the effect of the matrix composition on encapsulation effiency and aromatic composition of cumin oil. Solubility, net surface charge, and emulsifying properties (emulsion activity/stability indices, and creaming stability) of CPI at ranging pH 3.0-9.0 were investigated. The highest protein solubility (94.4%) and emulsion activity index (61.8 m2/g), and the highest creaming stability (9.8% separation) was obtained at pH 9.0. CPI stabilized emulsions were optimized based on pH due to the higher emulsion stability index, which is 123.8 min at pH 7.0. CPI concentration of 0.5-2.31% (w/w) and oil concentration of 5-23.11% were adjusted in order to investigate the emulsion stabilization capacity of CPI using response surface methodology. It was observed that obtained CPI has the lowest effect on emulsion formation. Optimum conditions for minimum creaming were identified as: 0.19% CPI concentration and 6.83% oil concentration. CPI was found to be thermally stable with high denaturation temperature (161.4°C) and required 142.2 J/g enthalpy for denaturation. Cumin (Cuminum cyminum L.) seed essential oil was microencapsulated employing the complex matrix formation of CPI and maltodextrin DE 12-16 using spray drying. Effects of cumin oil concentration (10-20%), CPI concentration (1-3%) and maltodextrin (MD) concentration (25-35%) on the physicochemical characteristics and aromatic composition of the microcapsuled cumin oil were investigated. It was observed that, CPI-MD complex matrices had positive effects on microencapsule properties such as relatively lower surface oil, and higher encapsulation efficiency and oil retention, when they were formulated properly. Oil retention of 86.6–96.4%, encapsulation efficiency of 90.9–98.4%, and surface oil of 1.4–7.9% were obtained in samples. Correspondingly, it was observed that MD–CPI interaction was an effective parameter for emulsion stability. Optimum conditions for maximized oil retention (92.9%) and encapsulation efficiency (98.60%) were identified as: CPI concentration of 2.1%, cumin oil concentration of 14.8% and MD concentration of 35%. Moreover, GC-MS analysis of obtained microencapsulates was also carried out to determine the changes in essential oil composition during spray drying. It was observed that cymene, α-pinene, β-pinene, sabinene, terpinene, terpineol, phellandrene, and cumin aldehyde were the major volatile components in cumin oil. It was observed that optimized design not only had the highest encapsulation yield, but also provided better protection against the degradation of volatile composition of cumin oil.
-
ÖgeEvaluation on techno-functional, fatty acids and in vitro antioxidant activity of edible house cricket (Acheta domesticus)(Graduate School, 2022-03-09) Hacıhasanoğlu, Furkan Ediz ; Özçelik, Beraat ; 506191509 ; Food EngineeringSince prehistoric times, insects have been eaten by humans at every stage of their life, including eggs, larvae, pupae and adults. The main reason for this was that people did not have the necessary tools for hunting or farming. The use of insects for human consumption, as mentioned, is called entomophagy. The origin of this word is basically a combination of two Greek words, "ἔντομον (éntomon)" meaning "insects" and "φᾰγεῖν (phagein)" meaning "food". Currently, approximately 2.5 billion people worldwide engage in insect-eating action. In contrast, insect consumption in Europe is very low. It is thought that the rapidly increasing world population will reach 9.8 billion by 2050. Therefore, current food production needs to be doubled to ensure adequate food supply for the estimated population. This means that both land and water resources begin to become insufficient. On a dry basis, the protein part of insects is between 50% and 82%, and essential and semi-essential amino acids have made them an important food source. They also have a significant amount of lipids on a dry basis; Some insects, among all other sources of lipids, contain very high amounts of fat, up to 75% and carbohydrate value of insects between 6-16%, which contain high levels of glycogen and chitin. They usually contain a good amount of minerals, to be more specific, some insects have iron and calcium values that surpass livestock and also contain good amounts of zinc. The energy values of insects vary according to the amount of fat. Insects in the larval or pupal stage have more energy than adult insects due to their high fat content. In general, its energy values are similar to red meat, but not similar to pork, as it contains a large amount of fat. Insects have been applied to wounds, respiratory and stomach problems since ancient times, and there is little research on their functional properties. Insects possess many bioactive materials; They have attracted more attention from researchers due to their contents such as peptides, polysaccharides, fatty acids and phenols. Moreover, peptides obtained from insect proteins have been shown to have health benefits such as antihypertensive, antimicrobial and antioxidant properties. In vitro antioxidant properties of insects have shown that their protein hydrolysates exhibit similar antioxidant properties to fish, wheat and flaxseed protein hydrolysates. On the other hand, insects bring with them some risk factors when used for human consumption, as they may have some pathogenic microorganisms that carry disease. Moreover, from an industrial point of view, proteins are needed in many areas due to their techno-functional properties. Accordingly, insect proteins can be used to meet such needs. A. domesticus is an insect species that belongs to the Orthoptera order and its common name is "house cricket". Although A. domesticus can be found all over the world, its origin is in Southwest Asia. In the context of the textural, nutritional and taste aspects of this species, it is produced especially in Thailand for use in the diets of individuals. Previously, studies on house crickets were predominantly done for animal feed substitutes, but as times have changed, there is now more room to be studied for human food as well. In the thesis study, the techno-functional properties of A. domesticus were observed as flour, defatted flour, or protein extract obtained from flour. The water and oil binding capacity were performed in both defatted flour and flour. Water binding capacities were found 1.91 gwater/g for defatted insect flour, and 1.41 gwater/g for insect flour. While the oil binding capacity was 1.37 goil/g for defatted insect flour, and 0.93 goil/g for insect flour. The foam capacities of the extracted protein and insect flour were found to be 148.33% and 6.67%, respectively, while the foam stabilities were found to be 91.60% and 97.66%, respectively. The protein extracts of A. domesticus flour were studied at different pH (3-5-7) and different concentrations (0.1%, 0.08%, 0.06%, 0.04%, 0.02%) to find out the emulsifying activity, stability and capacity. In the results examined, the activity varied between 0% and 52.63%. All concentrations at pH 9 showed the highest activity with no significant difference between them. On the other hand, the highest emulsification stability was observed in pH 9 sample containing 85.46% and 0.1% protein. While the emulsifying capacity was observed in the samples at the highest pH value, it was observed that there was an inverse proportion between the protein concentrations and the capacity at this pH. Protein solubility was investigated on insect flour at different pH (3-5-7-9) of different salt concentrations (0% and 3%). Results varied between 2.85% and 52.32%. The highest solubility value was found at pH 9(0%) salt, while the lowest value was found at pH 5(0%). Although the addition of salt at pH 9 significantly reduced the solubility, it remained to show higher solubility than other pH values. A. domesticus flour was analyzed for its fatty acid composition, and cis-linoleic acid (C18:2n6) showed the highest fatty acid value with 35.77% it was followed by palmitic (C16:0) and cis-oleic acid (C18:1n9) with 26.46% and 25.85%, respectively. Linolenic acid (C18:3n3) and cis-linolenic acid (C18:3n6) were found to be 1.04% and 0.27%, respectively. The lowest fatty acid composition was observed as 0.21% for heptadecanoic acid (C17:0). Some saturated fatty acids were also found, such as myristic acid (C14:0), palmitic acid (C16:0), palmitoleic acid (C16:1), stearic acid (C18:0) and heneicosanoic acid (C21:0). As a result of the DPPH analysis performed after in vitro gastrointestinal digestion, the IC50 (mg/ml) value was found to be too high as 31.96 for the stomach and 78.27 for the intestine. Inhibition percentages were found as 78.3% and 31.96% for the stomach and intestines, and values in terms of Trolox equivalent were observed as 3.62 mgTE/g in the stomach and 1.54 mgTE/g in the intestine. The results of this thesis clearly showed that A. domesticus flour and its derivatives showed potential as techno-functional. In addition, various fatty acid content and moreover, antioxidant properties obtained as a result of in vitro gastrointestinal digestion were similar to the results in the literature on health and showed that it could be used in this direction.
-
ÖgeFarklı gaz geçirgenliklerine sahip ambalaj malzemelerinin toz formda ezogelin ve şehriyeli tavuk çorbalarının kalitesi ve raf ömrü üzerine etkileri(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2023-02-01) Cellat, Ayşe Merve ; Güneş, Gürbüz ; 506191502 ; Gıda MühendisliğiSon zamanlarda tüketicilerde hazır gıdaya ilgi gün geçtikçe artmaktadır. Hazır toz çorbalar da bu ürünlerden biridir. Kolay taşınabilir ve pişirme açısında zaman kolaylığı sağlaması bu gıda ürünlerinin en önemli avantajlarındandır. Hazır çorba, kurutulmuş bileşenleri içermekte olup, su aktivitesi 0,60 değerinin altında olması sebebiyle dayanıklı gıda sınıfına girmektedir. Bu sebeple genel olarak mikrobiyal bozulma tehlikesi oldukça düşüktür. Bunun yanı sıra bu gıda ürünlerinde kimyasal bozulmalar meydana gelmekte olup bunların içinde en önemli yeri yağ oksidasyonu almaktadır. Hazır çorbalar kurutma prosesinden geçirilen ürünler olup bozulmalara karşı oldukça dayanıklı ürünler olmasına karşın doğru ambalaj materyali seçmek gıdanın raf ömrünü ve maliyetini önemli ölçüde etkilemektedir. Ambalaj materyalinin geçirgenliği gıda ile çevre arasında madde geçişini dolayısıyla gıdanın raf ömrünü önemli şekilde etkilemektedir. Çalışmanın amacı farklı oksijen geçirgenilk özelliğine sahip üç farklı ambalaj materyalinin (1,3-17,1 arasında), hazır çorba ürünlerinin raf ömrüne etkisini araştırmaktır. Bu çalışmada farklı geçirgenlik özelliğne sahip üç farklı ambalaj materyali kullanılmıştır. Bu materyaller Ambalaj-1, Ambalaj-2 ve Ambalaj-3 olarak kodlanmış olup oksijen geçirgenliği sırasıyla 1.31, 17.07, 4.79 cm3/m2.gün'dür. Ambalajların su buharı geçirgenliğ oldukça birbirine yakın olup sırasıyla 2,29, 1,45 ve 1,81 g/m2.gün'dür. Çalışmada test ürünü olarak ezogelin çorbası ve şehriyeli tavuk çorbası ürünleri kullanılmıştır. Bir ticari firmanın kendi tesisinde dolum yapılan ve test ambalaj materyalleri ile normal atmosfer gazı altında ambalajlanan ürünler fakülteye getirilmiş olup farklı depolama koşullarında depolanmıştır. -15℃ depolama sıcaklığı taze kontrol örneklerini oluşturmakta olup, 25℃ depolama sıcaklığı ticari depo sıcaklığı ve 35 ℃'de depolanan örnekler ise hızlandırılmış test koşullarını temsil etmektedir. Ayrı ayrı gruplandırılıp, belirtilen şartlarda depolanan numuneler her 2 ayda bir çeşitli kalite özellikleri açısından analiz edilmiştir. Bunlar tepe boşluğu gaz analizi, renk analizi, nem analizi, oksidasyon için TBARS analizi ve duyusal analizdir. Çalışmada sonuç olarak Ambalaj-1 ve Ambalaj-3 ile ambalajlanan numunelerde tepe boşluğundaki oksijen oranı zaman içinde azalmış olup, karbon dioksit oranı artmıştır. Ambalaj-2 ile depolanan numunelerde ambalaj içi gaz konsantrasyonu önemli şekilde değişmemiştir.Ambalaj-1 ile depolanan ezogelin çorbası numuneleri rengini daha iyi muhafaza etmiştir. Şehriyeli tavuk çorbası numunelerinde zaman içinde renkte koyulaşma görülmüştür. Hem ezogelin hem de şehriyeli tavuk çorbası numunelerinde nem içeriği, TBARS değeri ve duyusal özellikler önemli şekilde etkilenmemiştir. Sonuç olarak yapılan analiz ve gözlemler ile 12 aylık depolama süresi içerisinde ambalaj materyalinin geçirgenliğinin 1,3 ve 17, 1 aralığında, test edilen ezogelin ve şehriyeli tavuk toz çorbası örneklerine etkisi önemli bulunmamıştır.
-
ÖgeKars yöresine ait ata buğdayı Kavılca ve modern ekmeklik buğdaydan hazırlanan un ve ekmeğin fonksiyonel özelliklerinin ve sağlık etkilerinin incelenmesi(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2022-12-12) Aydar, Elif Feyza ; Özçelik Günşar, Beraat ; 506181520 ; Gıda MühendisliğiBuğday, 2020-21 yılında 770 milyon ton tüketimle en çok tüketilen ikinci tahıl ürünü olmuştur. Yüksek karbonhidrat ve protein içeriği, erişiminin kolay olması ve çok geniş bir tüketici kitlesine sahip olması buğdaya olan ilgiyi arttırmıştır. Ülkemiz buğdayın ana vatanı olmasına rağmen, modern buğdayın verimini arttırmak için yapılan çalışmalar nedeniyle yerel buğday çeşitleri ihmal edilmiştir. Günümüzde, üretim teknolojisindeki yenilikler, tüketicilerde artan gıda bilinci ve değişen eğilimler, yerel tohumların pozitif sağlık etkileri gibi nedenler sayesinde gıda sanayisinin yerel tohumlara ilgisi artmıştır. "Antik tahıllar" terimi yüzlerce yıldır genetiği değiştirilmemiş, hibritlenmemiş tahılları ifade eder. Dünyanın dört bir yanındaki çiftçilerin çeşitli yerel tahıl türlerini genetik olarak homojen, yüksek verimli türler lehine terk etmeleri nedeniyle 1900'lerde bitki genetik çeşitliliğinin yaklaşık %75'inin kaybolmüştur. Ancak günümüzde bu tahıllara yönelik tüketici talebi hızla artmaktadır. Ülkemizde yerel buğday çeşitlerinin ekim alanı giderek azalmaktadır. Ancak, son yıllarda, gelişen üretim sistemleri ve tüketici talebindeki yeni yönelmeler sayesinde yerel buğdaylar ve ata tohumları, gıda sektöründe çeşitli nedenlerden dolayı gündeme gelmiştir. Yerel tohumlar, tarım ekonomisi açısından ülkemizin dışa bağımlılığını azaltır. Çiftçileri, uluslararası tohum firmalarına bağlı kalmak zorunluluğundan kurtarır ve bunun bir sonucu olarak tüketiciye sağlıklı ve güvenilir gıda temin edilmesini sağlar. Yerel tohumlara olan ilgiye artışın bir diğer nedeni, 2050 yılında 10 milyara ulaşan dünya nüfusunu beslemek için bitki genetik kaynaklarının önemli bir çözüm olabileceği düşüncesidir. Günümüzde hareketsiz yaşam ve yanlış beslenme alışkanlıkları sonucu kalp-damar hastalıkları, sindirim sistemi hastalıkları, obezite, diyabet ve bağırsak hastalıkları toplumlarda yaygın şekilde görülmektedir. Bu hastalıklardan korunmak amacıyla tüketicilerde artan gıda bilinciyle birlikte besin ögeleri bakımından yüksek ve mümkün olduğunca az işlenmiş gıda ürünlerine talep artmıştır. Ayrıca, Koronavirüs hastalığı (COVID-19), dünya çapında bir etkiye sahip olmuş ve insanlarda yüksek ölüm ve morbidite oranlarıyla ilişkilendirilen sosyal izolasyonu arttırmıştır. Triticum dicoccum (2n=28 kromozom), Kars'ta yaygın olarak yetiştirilen Emmer tipi bir buğdaydır. Yerel olarak "kavılca" ve "kabluca" olarak bilinir. Kavılca, diğer buğdaylardan farklı olarak tek değil çift tanelidir ve kavuz denilen kalın bir dış kabukla kaplıdır ve bu nedenle Kars ve Ardahan gibi soğuk iklimlerde yetiştirilebilmektedir. Önemli özelliklerinden birisi de buğdayın kavuzdan çıkmış hali ile hiçbir işleme tabi tutulmadan bulgur olarak kullanılmasıdır. 13000 yıl önceki hallerini muhafaza eden bu buğday "Antik Buğday Grubu" içerisinde yer alır. Ardahan ve Kars'ın yerli buğdaylarından Kavılca'nın tohumunu çevreleyen birden fazla kabuğu ve başağındaki çatalları sayesinde soğuk iklime uyum sağlayabilmiştir. Bu tezin amacı, Kars yöresine ait bir ata tohumu olan ve "kavılca" buğdayı olarak da adanlandırılan T. dicoccum buğdayını modern buğday Triticum aestivum ile kalite kriterleri ve sağlık etkileri açısından kıyaslamak ve kavılca buğdayının gıda endüstirisinde ingrediyen olarak kullanım potansiyelini belirlemektir. Bu amaç doğrultusunda T. dicoccum ve T. aestivum buğday ve unları kalite parametreleri açsıından incelenmiştir. Buğday örneklerinin ekmek yapım kalite parametreleri hektolitre ağırlığı, bin tane ağırlığı ve sertliktir. Tez kapsamında Tek Tane Karakterizasyon Sistemi (SKCS) indeksine göre buğdaylar, sertliklerine göre sınıflandırılmıştır. Un örneklerinin ekmek yapım kalite parametrelerini incelemek amacıyla; Zeleny sedimantasyon, düşme sayısı, yaş ve kuru gluten içeriği, renk, glutograf, alveograph, glüten ve gliadin tayini uygulanmıştır. Numunelerin kimyasal kompozisyonun yanı sıra asit ile ekstraksiyon ve ardından spektrofotometrik metot ile fitik asit tayini gerçekleştirilmiştir. Örneklerin su tutma (WHC) ve yağ tutma (OHC) kapasitesi, köpük kapasitesi ve stabilitesi, en düşük jelleşme konsantrasyonu belirlenerek tekno-fonksiyonel özellikleri incelenmiştir. İndüktif eşleşmiş plazma-kütle spektrometresi (ICP-MS) ile mineral profili ve gaz kromotografi ile yağ asidi profili belirlenmiştir. Serbest ve bağlı fenolik ekstraksiyon ve hidrolizasyon sonrasında yüksek basınçlı sıvı kromatografisi (HPLC) ile fenolik ve aminoasit profil belirlenmiştir. Standart in vitro sindirim yöntemiyle simüle edilmiş gastrointestinal sindirim gerçekleştirilmiştir. Toplam fenolik bileşen miktarı ve örneklerin 2,2-difenil-1-pikrilhidrazil radikal süpürme aktivitesi (DPPH) ve bakır(II) indirgeyici (CUPRAC) antioksidan aktivitesi spektrofotometrik yöntem ile ölçülmüştür. α-amilaz inhibisyonu ve asetilkolinesteraz (AChE) inhibisyonu in vitro spektrofotometrik metot uygulanmış ve %50 enzim inhibisyonu (IC50) sağlayan konsantrasyonlar belirlenmiştir. %100 T. aestivum ve %15 T. dicoccum ekmekleri arasında duyusal anlamda farklılık olup olmadığını görmek amacıyla üçgen test uygulanmıştır. Duyusal analizde yaşları 24-58 arasında değişen (yaş ortalaması 33 olan) 25 panelist yer almıştır. Aynı zamanda, Kantitatif Tanımlayıcı Profil (QDP) Metodu kullanılarak ekmek numuneleri arasında tanımlayıcı duyusal analiz gerçekleştirilmiştir. Tüm sonuçlar, Minitab 18.0 lisanslı programı kullanılarak tek yönlü ANOVA ve Tukey post-hoc testi ile çoklu karşılaştırmalar yapılarak istatistiksel olarak analiz edilmiştir ve gruplar arasındaki farklılıklar %95 güven düzeyinde (p<0,05) belirlenmiştir. Gluten miktarı, T. aestivum un ve buğday numunelerinde 96,6-105,8 mg/kg olarak belirlenirken, T. dicoccum'da 166,8-185,6 mg/kg olarak belirlenmiştir. Teknofonksiyonel özellikler açısından T. aestivum ve T. dicoccum arasında önemli bir fark gözlemlenmemiştir (p>0,05). İki buğday cinsinin protein miktarı %13,24-14,28 arasında değişmiştir ve aralarında önemli bir farka rastlanmamıştır (p>0,05). İki buğday türü mineral profili açısından incelendiğinde ise T. dicoccum un ve buğdayında toksik bir element olan alüminyum miktarı 2,85-5,16 mg/kg arasında değişmiş olup T. aestivum'dan yaklaşık olarak 7 kat daha az alüminyum içeriğine sahip olduğu belirlenmiştir (p<0,05). Yağ asidi profili açısından ise her iki buğday türünün linoleik asit miktarı %51,20-60,20 arasında değişmiştir. T. aestivum'dan farklı olarak T.dicoccum un ve buğdayında daha fazla miktarda, %24,80-25,20 oranında oleik asit varlığına rastlanmıştır (p<0,05). Aminoasit profili açısından incelenen örneklerde ise T.dicoccum'un serin açısından T. aestivum'dan yaklaşık 60 kat daha fazla serin aminoasidine sahip olduğu gözlemlenmiştir (p<0,05). Serin mikatrı, T.dicoccum ununda 121,95 mg/100 g protein iken T. aestivum ununda 2,64 mg/100 g protein olarak belirlenmiştir. Esansiyel aminoasitler olan histidin, metiyonin, lösin ve lizin T.dicoccum buğdayında yüksek miktarda iken, treonin, valin, fenilalanin, ve izolösin T. aestivum buğdayında diğerlerinden daha yüksek miktarda bulunmuştur (p<0,05). T.dicoccum ve T. aestivum buğday ve un örneklerinin fenolik profili, ferulik asit, kateşin, para-kumarik asit ve sinapik asitten oluşmuştur. Toplam fenolik miktarları (TPC) açısından T. aestivum ve T. dicoccum un ve buğday numuneleri birbirlerine benzer sonuçlar vermiştir (p>0,05). Ancak ekmek numuneleri kendi arasında kıyaslandığında %100 T. aestivum ekmeğinin toplam TPC açısından en zengin (2,53 mg GAE/g dw) olduğu görülmüştür (p<0,05). Toplam antioksidan aktivite (TAA), bu çalışmada DPPH ve CUPRAC yöntemleri olmak üzere iki farklı yaklaşım kullanılarak belirlenmiştir. DPPH analizi sonucunda TAA, 1,35 - 2,30 mg TE/g dw ve CUPRAC analizi sonucunda 2,56 - 7,14 mg TE/g dw arasında değişmiştir. %100 T. aestivum ekmeği, hem DPPH (2,30 mg TE/100 dw) hem de CUPRAC (7,14 mg TE/g dw) analizlerinde en yüksek TAA'ya sahip bulunmuştur (p<0,05). TPC biyoerişilebilirliği %100 T. dicoccum içeren ekmek için %66,76 ve %100 T. aestivum içeren ekmek için %87,12 olarak belirlenmiştir. T. dicoccum buğday ve unu (389,54 ve 606,92 µg/ml ekstrakt), T. aestivum buğday ve unundan (1930,08 ve 1004,98 µg/ml ekstrakt) daha yüksek α-amilaz inhibisyonu sergilemiştir (p<0,05). In vitro sindirim sonucunda, tüm numunelerin α-amilaz inhibisyon aktivitelerinde bir artış gözlemlenmiştir. T. aestivum ve T. dicoccum buğday ve unun asetilkolinesteraz enzimi (AchE) IC50 değerleri 10,80-24,95 mg/ml arasında değişmiştir. Ayrıca, in vitro sindirim sonucunda numuneler, 38,72-200,22 mg/ml arasında AchE IC50'ye sahip bulunmuştur. AChE inhibisyonu, in vitro sindirimin bir sonucu olarak 0,08-0,37 arasında kat azalmıştır. Sonuç olarak, Kars yöresine ait T. dicoccum buğdayının modern buğday T. aestivum ile benzer kalite özelliklerine sahip olduğu ve teknofonksiyonel açıdan endüstriyel ekmek üretimi açsısından değerledirilebielceği görülmüştür. Ayrıca TPC ve TAA açısından önemli bir farklılık olmasa da kavılca buğdayının daha yüksek α-amilaz ve AchE inhibisyonuna sahip olduğu görülmüştür. Ayrıca duyusal analiz sonucunda %15 T. dicoccum içeren ekmek ile modern ekmek arasındaki farkın önemli ölçüde anlaşıldığı tespit edilmiştir. Gelecekteki çalışmalar %15'den daha az T. dicoccum içeren ekmeğin duyusal olarak modern ekmekle duyusal açıdan kıyaslanmasını, sağlık etileri açısından in vivo deneylerin gerçekleştirilmesini kapsayabilir. Bu çalışmalar sonucu Kars yöresine ait Kavılca buğdayının, gıda endüstrisine entegrasyonu sağlanmış olacaktır.
-
ÖgeMicrobial decontamination of food packaging films using corona non-thermal plasma(Graduate School, 2023-07-14) Acar, Emine Gizem ; Güneş, Gürbüz ; 506211510 ; Food EngineeringFoods are packaged during various processes, especially transportation and storage, during the "from farm to fork" period. Food packaging has four primary purposes: protection, convenience, containment, and communication. Apart from these, packaging has many functions such as extending the shelf life of food and reducing food waste, contributing to sustainability, ensuring the traceability of food, and protecting consumer health. Although foods can be packaged with many packaging materials such as glass, metal and paper, the most widely used material in food packaging today is polymers, in other words, plastics. Polymers are preferred due to their advantages of being easily shaped, have low cost, are light, transparent, and can be easily sealed with temperature. Although packaging materials are barriers that protect food from external factors, when adequate hygienic conditions are not provided, physical, chemical or biological cross-contamination from packaging material to food is possible. Although it varies according to the physicochemical properties of packaging materials and environmental conditions, it has been proven that various microorganisms, including pathogens, can be present on packaging surfaces. In fact, it has been reported that up to 6 log CFU/cm2 total mesophilic aerobic bacteria can be found on the packaging material. Since plastic packaging materials do not have antimicrobial properties, sterilization before contact with food is an obligation to protect consumer health. Today, various physical and chemical methods are applied for the disinfection or sterilization of packaging materials. Major examples of these methods include thermal treatments, irradiation, UV-C, pulsed light, ozone, hydrogen peroxide or the use of other disinfectants. Despite the disadvantages of existing technologies, non-thermal, or cold plasma stands out with its advantages. Plasma, known as the fourth state of matter, is a gas with reactive oxygen and nitrogen species (ROS: O, O2, O3, OH; RNS: NO, NO2 and NOx), UV, free radicals and charged particles. Plasma is obtained by ionizing the gas as a result of applying electrical energy to the gas between two electrodes with a high electrical potential difference. Plasma systems are classified according to the electrode used. Corona discharge is a type of discharge that causes a strong glow extending from the sharp point of the emitter electrode to the collector electrode. Corona discharge cold plasma systems can operate with lower power requirement, at atmospheric pressure, with ambient air, without causing an increase in temperature on the surface. Although cold plasma can also be used to improve the surface properties of packaging films, it is also widely used for microbial decontamination of packaging and surfaces. Although there are facilities that perform sterilization of packaging materials with cold plasma today, it is necessary to increase the application efficiency and reduce the cost in order for the technology to become widespread. In this study, the decontamination efficiency of the custom-made corona discharge non-thermal plasma (NTP) system on commonly used polymeric food packaging materials was investigated. In order to test the inactivation efficiency of the NTP system in a wide range of microorganisms, a test group of microorganisms was formed representing vegetative cells, spore-former bacteria and fungi. Unlike the cold plasma sterilization studies in the literature, how the NTP inactivation efficiency changed as a result of wetting the film surface was investigated. The main aim of wetting the film surface before plasma treatment is to convert H2O into ROS by the effect of plasma, and to obtain higher inactivation rates as a result of exposure of microorganisms to higher concentrations of ROS. In this context, the inactivation efficiency of corona discharge NTP system against Escherichia coli and Bacillus subtilis vegetative cells, B. subtilis spores, Aspergillus niger and Penicillium expansum spores was investigated on three different packaging materials, biaxially oriented polypropylene (bOPP), low density polyethylene (LDPE) and polyethylene terephthalate (PET). Microorganisms were inoculated on the surface of the packaging films by spot inoculation method and the inoculated films were dried to simulate a real contamination. In order to investigate the effect of wet application on the inactivation efficiency, the trials were repeated under the same application conditions, by additionally covering the film surface with a thin layer of water. Bacterial analyses were carried out by pour plate method, fungal analyzes were carried out by spreading plate method. Before the analysis of the inactivation efficiency of cold plasma, it was tested whether the selected microorganisms in the packaging materials remained viable. As a result of all analyzes, it was found that wetting the film surface and increasing the cold plasma exposure time statistically increased the microbial inactivation efficiency of the NTP system (p<0.05). Since inactivation on the surface of each packaging film was analyzed in experiments on different days, the film material was not considered as a variable, and the results were evaluated within themselves. Considering the maximum decontamination amounts determined for each specified application parameter, in dry applications, the detected inactivation rate by NTP system was 2.98 log CFU/film for E. coli in 3 min, 0.93 log CFU/film for vegetative cells of B. subtilis in 3 min, 0.33 log CFU/film for B. subtilis spores in 12 min, 1.34 log CFU/film for A. niger in 12 min and 0.67 log CFU/film for P. expansum in 3 min. Likewise, as a result of covering the surfaces of the contaminated packaging materials with a thin layer of water before plasma application, the inactivation rates were increased to 5.58 log CFU/film for E. coli in 3 min, 1.5 log CFU/film for vegetative cells of B. subtilis in 3 min, 1.05 log CFU/film for B. subtilis spores in 12 min, 1.46 log CFU/film for A. niger in 3 min and 3.20 log CFU/film for P. expansum in 3 min. Considering all the results together, it was observed that wetting the film surface before the cold plasma treatment increased the microbial inactivation efficiency of the corona discharge NTP system statistically in almost all conditions (p<0.05). It has been also noted that the treatment to the wet surface increases the effect up to 3 or even 4 times in some microorganisms compared to the plasma treatment on the dry surface. In this way, it has been seen that it is possible to reach the desired microbial inactivation times in shorter application times with the effect of wetting the surface. It was found out that E. coli was the most sensitive microorganism to the NTP system in both wet and dry applications, while the most resistant microorganism was B. subtilis spores. Considering the average values for all microorganisms, the resistance of microorganisms against the NTP system during dry application can be listed from lowest to highest as E. coli, vegetative B. subtilis cells, P. expansum, A. niger and B. subtilis spores, respectively. On the other hand, in the applications where the film surface was wetted, this order changed as E. coli, P. expansum, A. niger, vegetative B. subtilis cells and B. subtilis spores, respectively. This situation can be interpreted that the mechanism of inactivation of plasma is caused by two main effects; inactivation by ROS formation was more effective in microorganisms other than B. subtilis, while decontamination by UV radiation is more effective in B. subtilis cells. With the findings obtained as a result of the study, it can be said that the NTP system designed and produced within the scope of the project is effective on various microorganisms such as vegetative cells, spores and fungal spores. In addition, the fact that wetting the film surface before plasma application statistically increases the microbial decontamination efficiency of the NTP system under almost all conditions. The designed NTP system works with ambient air at atmospheric pressure. This will reduce the installation and operation cost in the facilities. When all the results are examined, the designed system is promising in terms of savings by increasing the desired effect in less energy and shorter time in polymeric packaging material sterilization.
-
ÖgeSulu enzimatik ekstraksiyon yöntemi ile ayçiçek yağı ve proteini eldesi(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2023-04-19) Bayrak, Rumeysa ; Karıncaoğlu Kahveci, Derya ; 506191512 ; Gıda MühendisliğiÇevre kirliliğinin artması ile birlikte gıda kaynaklarının korunması ve sürdürülebilirliği önemli bir konu haline gelmektedir. Bu amaçla, günümüzde birçok alanda sürdürülebilir ve çevre dostu alternatif yöntemlere ihtiyaç duyulmaktadır. Solvent ekstraksiyonu, yağ endüstrisinde en yaygın kullanılan geleneksel yöntemlerden biridir ve bu yöntemle elde edilen yağ verimi oldukça yüksektir. Solvent ekstraksiyonunda hekzan ve/veya n-hekzan gibi organik çözücüler kullanılmaktadır. Ancak kullanılan bu organik çözücüler toksik ve yanıcı olması gibi sebeplerden dolayı bazı kısıtlamalara sahiptir. Aynı zamanda çok fazla çözücü kullanılması da çevre sorunlarını beraberinde getirmektedir. Sulu enzimatik ekstraksiyon yöntemi çözücü olarak su kullanılması sebebi ile çevre dostu bir yöntemdir ve bu yöntemle yüksek kalitede ürünler ekstrakte edilebilmektedir. Bununla birlikte herhangi bir bozulma olmadan yüksek besin içeriğine sahip yan ürünlerin de elde edilmesine olanak sağlamaktadır. Ayçiçeği, yağ, küspe ve biyodizel gibi kullanım alanları açısından önemli bir yağlı tohum bitkisidir. Günümüzde üretilen ayçiçeği tohumunun büyük bir kısmı yağ üretimi için kullanılmaktadır. Bu çalışmada, ayçiçeği tohumlarından yağ eldesinde, geleneksel solvent ekstraksiyonu yöntemi yerine sulu enzimatik ekstraksiyon yöntemi kullanılarak yağ elde edilmesi ve aynı zamanda yağ ekstraksiyonu sonrasında ayçiçeği proteinlerinin de eş zamanlı olarak elde edilmesi amaçlanmıştır. Sulu enzimatik ekstraksiyon sonrasında elde edilen yağda verim hesaplanarak Soxhelet ekstraksiyonu ile elde edilen yağ verimleri ile karşılaştırılmıştır. Aynı zamanda, sulu enzimatik ekstraksiyon sonrası sulu fazda alkali ekstraksiyon-izoelektrik çöktürme ile protein izolatı elde edilmiştir ve protein izolatlarında bulunan klorojenik asitin uzaklaştırılması için yıkama yapılmıştır. Sulu enzimatik ekstraksiyon için Yüzey Tepki Metodolojisi (RSM) kullanılarak 31 adet örnek deney tasarımı oluşturulmuştur. Optimum sulu enzimatik ekstraksiyon koşullarını belirlemek için 1:4, 1:7, 1:10 katı sıvı oranı ve 1,3,5 ml/100 g enzim oranları ve ekstraksiyon süresi olarak 30, 60, 90 dk (Celluclast® ve Alcalase® için ayrı ayrı) kullanılmıştır. Yapılan denemeler sonucunda, optimum sulu enzimatik ekstraksiyon parametreleri 4g/g katı sıvı oranı, 5mL/100g enzim konsantrasyonu, Celluclast® süre 1,5 ve Alcalase® süre 1,5 saat olarak belirlenmiştir. Bu koşullarda gerçekleştirilen SEE sonrası elde edilen yağ verimi %33,44 ve protein değeri %3,82 olarak bulunmuştur. Elde edilen yağın serbest yağ asidi değeri %0,74±0,05, peroksit değeri 1,55±0,175 meqiv/kg bulunmuştur. Sulu enzimatik ekstraksiyon ile elde edilen yağ verimi, solvent ekstraksiyonu ile elde edilen yağ verimi ile kıyaslandığında daha düşük bir yağ verimi elde edilmiştir. Alkali ekstraksiyon-izoelektrik çöktürme ile elde edilen protein izolatı miktarı 1,60±0,07g ve protein içeriği %54,99±1,12 olarak bulunurken klorojenik asit uzaklaştırma işleminden sonra elde edilen protein izolatı miktarı 0,81±0,13g ve protein içeriği %58,27±0,15 olarak elde edilmiştir. Belirlenen optimum koşullarda HPLC kullanılarak izolatlardaki klorojenik asit miktarları tespit edilmiştir. Sulu enzimatik ekstraksiyon sonucu elde edilen protein izolatlarındaki klorojenik asit miktarı 2,43±0,56mg/g olarak tespit edilirken klorojenik asit yıkama sonrasındaki protein izolatlarındaki klorojenik asit miktarının 3,66±0,84mg/g olduğu gözlemlenmiştir ve klorojenik asit uzaklaştırma için denenen yöntemin etkili olmadığı gözlemlenmiştir.
-
ÖgeTahin-pekmez karışımlarının doğrusal olmayan reolojik davranışlarının incelenmesi(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2023-01-30) Akkaya, Gülay ; Altay, Filiz ; 506181521 ; Gıda MühendisliğiPekmez ülkemizde uzun yıllardan beri üretilen ve tüketilen raf ömrü uzun konsantre bir geleneksel gıdadır. Geçmişten günümüze kadar olan süreçte en çok üzümden pekmez üretilmiştir ve en çok tüketilen pekmez türü üzüm pekmezi olmuştur. Bir diğer geleneksel Türk gıdası olan tahin, kavrulmuş ve kabuğu alınmış susam tohumlarının öğütülmesiyle elde edilmektedir ve sağlığa faydası ve çeşitli yiyeceklere kattığı yeme özelliklerinden dolayı tüm dünyada popülerlik kazanmıştır. Tahinin farklı şeker kaynakları ile karıştırıldıktan sonra tüketimi yaygındır ve bu amaçla üzüm pekmezi sıklıkla kullanılmaktadır. Tahin ve pekmez kaynakları piyasada karışım halinde ya da ayrı olarak satışa sunulmakta ve tüketiciler tercihlerine göre çeşitli oranlarda karışım hazırlayabilmektedir. Tahin-pekmez karışımı, yüksek besin değeri nedeniyle özellikle kış aylarında Türkiye ve İran'da yaygın olarak tüketilmektilen bir gıda ürünüdür. Yüksek şeker, vitamin ve mineral içeren pekmez ile yüksek protein, lipit, doymamış yağ, diyet lifi ve antioksidan içeren tahinin karışımıyla elde edilen ürün tüketicilere besleyici, yüksek enerjili ve sağlıklı bir alternatif sunmaktadır. Tahin-pekmez karışımları su içinde yağ emülsiyonu olarak düşünülebilmektedir ve emülsiyonda tahin yağ fazını (dağıtılan faz) oluştururken pekmez su fazını (sürekli faz) oluşturmaktadır. Dolayısıyla karışımın emülsiyon türü tahin-pekmez oranına bağlılık göstermektedir. Karışım içindeki proteinler yağ su arayüzünde emülgatör görevi görmektedirler ve emülsiyonun stabilitesinden birinci derecede sorumludurlar. Tahin-pekmez karışımı ürünlerinin tüketici tarafından kabulü, ekmek gibi başka bir malzemeye yayılabilirliklerine bağlıdır ve bu yayılabilme özelliği esas olarak gıda yapısıyla doğrudan ilişkilidir. Güvenilir reolojik veriler, belirli bir ürünün tasarımı, üretimi ve kalite kontrolü, duyusal değerlendirme, stabilite ve tüketicinin kabulü için gerekli görülmektedir. Gıda reolojisi gıda endüstrisinin hammaddelerinin, ara ürünlerinin ve nihai ürünlerinin deformasyonu ve akışı üzerine yapılan bir çalışma olarak tanımlanmaktadır. Gıdaların su, protein, karbonhidrat, yağ ve önemli miktarda liften oluşan çok karmaşık yapısı, bir gıda sisteminin akış özelliklerini ve dolayısıyla reolojik özelliklerini önemli ölçüde etkilemektedir. Gıda endüstrisinde reolojik veriler; boru hatları, pompalar, ekstrüderler, karıştırıcılar, kaplayıcılar, ısı eşanjörleri, homojenizatörler ve çevrimiçi viskozimetreler gibi çok çeşitli ekipmanları içeren proses mühendisliği hesaplamalarında, ürün geliştirme çalışmalarında bileşen işlevselliğini belirlemede, ürün bileşenlerinin ve nihai ürünlerin özelliklerinin belirlenmesinde, ara ürün ve son ürün kalite kontrolünde, raf ömrü testlerinde, ürün performansının değerlendirilmesinde, müşteri kabulünün değerlendirilmesinde, ürünlerin duyusal analizlerinde kullanılmaktadır. Deneysel ölçümlerden elde edilen reolojik modeller, momentum, enerji ve kütle denklikleri ile birlikte kullanıldığında gıda mühendisliği süreçlerinin tasarımında faydalı olabilmektedir. Geleneksel olarak gerçekleştirilen reoloji analizlerinde, malzemelere mikro yapıyı bozmayan küçük gerilmeler uygulanmaktadır ve analiz sonucunda uygulanan gerinim büyüklüğünden veya gerinim oranından bağımsız doğrusal viskoelastik (LVE) bölgedeki malzeme özellikleri elde edilmektedir. Buna karşın endüstriyel ölçekte proses sırasında uygulanan birçok işlemde malzemeler üzerinde doğrusal viskoelastik bölgenin çok ötesindeki gerilimler ve gerinmeler oluşmaktadır ve benzer doğrusal viskoelastik özelliklere sahip karmaşık malzemeler farklı doğrusal olmayan viskoelastik davranışlar sergileyebilmektedir, bu nedenle doğrusal olmayan (NL) rejimdeki gıdaların reolojik tepkisinin ölçülmesi pratik uygulamalar için önemli görülmektedir. LAOS (Yüksek Genlikli Salınımda Kayma) tekniğinde, yalnızca doğrusal olmayan viskoelastik tepkiler ölçülmekle kalmayıp, aynı zamanda karmaşık gıda sistemlerinin mikroyapısı ve morfolojisinin gelişimi ile ilgili bilgi de sağlanmaktadır. Çalışma kapsamında tahin, pekmez ve tahin : pekmez (50:50) karışımlarının geleneksel reolojik analizlerle değerlendirilemeyen reolojik özellikleri LAOS tekniği kullanılarak analiz edilmiştir. Örneklere uygulanan yüksek gerinimin örnekler üzerinde oluşturduğu doğrusal olmayan mekanik tepkisini doğru karakterize edebilmek amacıyla üç farklı sabit frekans değerinde gerinim değeri artırılarak analiz gerçekleştirilmiştir. Bu çalışmada geleneksel Türk gıdaları olan tahin, pekmez ve bunların karışımlarının doğrusal olmayan reolojik özelliklerinin belirlenmesinde LAOS yönteminin uygulanabilirliği araştırılmıştır. Yapılan analizler sonucunda tüm numunelerde (tahin, pekmez, tahin-pekmez karışımı) uygulanan gerinim değerindeki artışla elastik Lissajous döngülerinin dar şekli genişlemiş, elastik davranışın giderek daha viskoz davranışa dönüştüğünü göstermiştir. Artan frekans ise gerilim-gerinim döngülerinde daha eliptik şekillere sebep olmuş, numunelere daha elastik benzeri yapı kazandırmıştır. Viskoz Lissajous döngüleri, tüm numunelerin uygulanan gerinim miktarı arttıkça daha geniş eğriler sergileyerek daha büyük gerilim tepkisi gösterdiğini ve uygulanan frekans arttıkça daha dairesel şekil sergilediğini doğrulayarak, elastik izdüşümleri kanıtlamıştır. Tahin, pekmez ve tahin-pekmez karışımlarına ait doğrusal olmayan elastik göstergelerin (e_3/e_1 ve S) ve doğrusal olmayan viskoz göstergelerin (v_3/v_1 ve T) gerinim ve frekansa bağlı olarak incelenmesi yapılmıştır. Yapılan inceleme sonucunda. tüm numunelerde uygulanan tüm frekans değerlerinde ve neredeyse tüm gerinim genliği aralığında e3/e1 ve S değerleri sıfıra çok yakın pozitif değerler verirken zaman zaman birkaç gerinim değerinde sıfıra çok yakın negatif değerler göstermiş, numuneler doğrusal elastik davranışa yakın davranış göstermiştir. Tüm numunelerin v3/v1 ve T değerleri yaklaşık olarak sıfıra eşit seyrederek doğrusal viskoz davranışa yakın davranış göstermişlerdir. Analiz edilen tüm frekans değerinde e_3/e_1 ve S, v_3/v_1 ve T değerleri birbirini destekleyecek şekilde sonuçlar vermiştir Elde edilen sonuçlar elastik ve viskoz Lissajous-Bowditch grafikleri ile uyumluluk göstermiştir. Gerinim modülleri incelendiğinde; tahin, pekmez ve tahin-pekmez karışımı numuneleri belirli bir gerinim değerinde maksimum G'L ve G'M değerini vermiş ardından numunenin gerinim yumuşaması davranışı gösterdiğini ifade eden bir düşüş göstermiştir. G'L ve G'M değerleri nerdeyse tüm gerinim değerlerinde yaklaşık olarak eşit değerlerde sonuç vermiştir ve bu sonuç doğrusal viskoelastik özelliğe yakın davranış özelliğini göstermektedir. Tüm numunelerde uygulanan frekans arttıkça elde edilen G'L ve G'M değerleri artış göstermiştir, bu durumda tüm numunelerin artan frekansla birlikte elastik özellik kazandığı görülmektedir, elde edilen bulgular elastik Lissajous-bowditch eğrileri, e_3/e_1 ve S değerleri ile uyumluluk göstermektedir. LAOS analizi tahin, pekmez ve tahin-pekmez karışımlarının doğrusal olmayan reolojik özelliklerinin belirlenmesinde uygulanabilir olarak bulunmuştur. Endüstriyel ölçekte proses sırasında uygulanan birçok işlemde malzemeler üzerinde doğrusal viskoelastik bölgenin çok ötesindeki gerilimler ve gerinmeler oluşması sebebiyle bu gıdaların doğrusal olmayan rejimdeki reolojik tepkisinin ölçülmesi pratik uygulamalar için önemli görülmektedir.
-
ÖgeYumurta bileşenlerinin kek hamuru reolojisine ve kek tekstürüne etkilerinin incelenmesi(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2022-05-15) İnanlar, Batuhan ; Altay, Filiz ; 506191504 ; Gıda MühendisliğiEndüstriyel kek üretiminde, tüm proses parametreleri aynı kalmasına rağmen kullanılan yumurtanın değişimi sonucunda ürünün kalitesinde farklılıklar gözlemlenmektedir. Kalitedeki farklılıklar, standart bir ürün elde etmeyi zorlaştırmaktadır. Bu kapsamda, farklı tedarikçilerden alınan yumurtaların bileşenlerinin kek hamuru reolojisine ve kek tekstürüne etkisi incelenerek farklılığın temelindeki sebeplerin bulunması amaçlanmıştır.