LEE- Mimari Tasarım Lisansüstü Programı
Bu topluluk için Kalıcı Uri
Gözat
Sustainable Development Goal "Goal 11: Sustainable Cities and Communities" ile LEE- Mimari Tasarım Lisansüstü Programı'a göz atma
Sayfa başına sonuç
Sıralama Seçenekleri
-
ÖgeAfet sonrası geçici barınma amacıyla kullanılacak kamusal yapıların seçimi için bir model: Geçici İşlevsel dönüşüm (adaptive reuse)(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2022-09-19) İdemen, Ayşe Esra ; Şener, Sinan Mert ; 502032002 ; Mimari TasarımAfet, "bir toplumun veya topluluğun işleyişini ciddi biçimde bozan ve kendi kaynaklarını kullanarak baş edebilme kapasitesinin üzerinde bir can kaybı, maddi, ekonomik veya çevresel kayba neden olan ani ve yıkıcı bir olay"dır. Bir afet sonrası meydana gelebilecek en önemli ve en büyük toplumsal hasarlardan biri de barınma ve konut sorunudur. Bu anlamda, afet sonrası devlet eliyle gerçekleşen müdahale stratejilerine bakıldığında, bu sorunun çözümü, genellikle hızlı ve esnek barınma çözümlerine (çadır kentler, kamplar, prefabrikler vb.) dayanmaktadır. Bununla birlikte, afet mağdurlarının acil barınma ihtiyaçlarını karşılamak için kullanılan çeşitli çözüm modelleri arasında mevcut binaların geçici "İşlevsel Dönüşümü" de (İng. adaptive reuse, AR), hem düşük maliyetli hem de pratik bir çözüm olarak değerlendirilebilir. İlgili literatürde, mevcut yapıların toplu barınma amaçlı işlevsel dönüşümü, bir "geçici yerleşke" seçeneği veya tipolojisi olarak da adlandırılabilecek "kolektif merkezler" kategorisi altında sınıflandırılmaktadır. Türkiye Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı'nın (AFAD) Aralık 2013 yılında yayınlanan Türkiye Afet Müdahale Planı'nda (TAMP Bölüm 1.8 Varsayımlar) "yiyecek, içecek, giyecek, barınma ve benzeri acil yardım ihtiyaçlarının belirlenmesinde ve temininde acil yardım süresinin 15 günden daha fazla olabileceği" varsayımı yapılmaktadır. Bu anlamda, afet sonrası normal yaşama geçiş sürecinin kısaltılmasına ve barınma konusunda devlet ve sivil toplum kuruluşlarının yükünün hafifletilmesine katkıda bulunabilecek çözümlerin araştırılması önem kazanmaktadır. Bu öngörü ile bu çalışmada AFAD tarafından İstanbul il sınırları dışında kurulması planlanan konteyner kent ve çadır kent çözümlerine ek olarak, yapılaşmış şehir dokusu içindeki alternatif barınma kaynaklarının da kullanılabilirlik potansiyelinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Afet hallerinde pek çok acil durum işlevine ihtiyaç duyulmakla birlikte, karar vericiler için hızlı, ekonomik ve sürdürülebilir bir çözüm olarak özellikle geçici barınma işlevi ve yapılarda geçici işlevsel dönüşüm (İng. temporary adaptive reuse) konusu ele alınmıştır. İşlevsel dönüşüm mimaride "tarihsel olarak önemli binaları yıkımdan korumak için bir yöntem" olarak adlandırılırken, gayrimenkul alanında "bir arazi veya yapı için yeni bir kullanım bulmak adına kapasitesini, işlevini ve performansını değiştirmek için bakımın ötesinde ve üzerinde herhangi bir işlem" olarak tanımlanmaktadır. Bu anlamda geçici bir süre için toplu barınma merkezi olarak hizmet verecek binalara yapılacak ve afetzedelerin yararına, olası riskleri azaltmaya veya ortadan kaldırmaya yönelik herhangi bir müdahale, işlevsel dönüşüm ile yeniden kullanım altında sınıflandırılabilir. Afet halinde okullar, kışlalar, toplum merkezleri, belediye hizmet binaları, spor salonları, oteller, depolar, kullanılmış fabrikalar gibi mevcut yapılar acil durumda afetzedeleri bir arada barındırmak üzere kullanılacak birer seçenek olarak düşünülebilir. Bununla birlikte, bu gibi yapıların afet sonrası kullanıma uygunlukları tam olarak açıklığa kavuşmuş değildir. Bu alanda farklı kırılgan gruplara odaklanan AFAD, 2015 yılından bu yana kamu ve özel sektör yapılarına yönelik çeşitli çalışmalar yapıyor olsa da, bu yapıları sistematik olarak değerlendirecek kapsamlı bir bina değerlendirme modeli yalnız Türkiye'de değil, dünyada da mevcut değildir. Bu noktadan hareketle, bu çalışmada, Türkiye ve benzer afet riski altındaki ülkelerde de uygulanabilecek, pratik faydaları olması muhtemel "Geçici işlevsel dönüşüm potansiyeli (ARP) değerlendirme modeli" için bir çerçeve önerilmektedir. Afet sonrası yerinden olmuş kitleleri barındırmak için hızlı kararlar almak zorunda olan karar mercilerinin, sadece afet sonrasında değil aynı zamanda afet öncesi afete hazırlık aşamasında da böyle bir işlevsel dönüşüm modeli uygulamasından yararlanması muhtemeldir. Bu uzun vadeli süreçte mimarlara da önemli görevler düşmektedir. Bu tez çalışmasının birinci bölümünde çalışmanın amacı, yöntemi ve yapılan literatür çalışması üzerinde durulmuş; ikinci ve üçüncü bölümde, çalışma kapsamında gayrimenkul sektöründe kullanılan kar amaçlı geliştirilen uluslararası bina değerleme modelleri ile kamu yararı gözeten afet literatürü ve toplu barınma ile ilişkilendirilebilecek ilgili standartlar incelenmiş; dördüncü bölümde ölçütler ortaya konmuş, veto ölçütleri belirlenmiş; Çok kriterli karar verme (ÇKKV) yöntemlerinden AHP tanıtılarak, bu kriterlerin nasıl ağırlıklandırılabileceği üzerinde durulmuş; saha değerlendirme formları oluşturulmuş, modelin test edilmesi amacı ile barınma amaçlı kullanılabilecek 2 eğitim yapısı bu formlar aracılığı ile değerlendirilmiş; beşinci ve son bölümde karar vericiler için önerilen modelin kullanımı ve alt süreçlerine dair bir akış şeması tanıtılmış, modelin okul binalarına uygulanması neticesinde elde edilen bulgular ortaya konmuş ve sonuçlar tartışılmıştır. Bu çalışma ile afet öncesi süreçte yapıların acil ve geçici barınma halinde avantaj ve dezavantajlarının ortaya konması, varsa yapısal problemlerinin önceden belirlenmesi, muhtemel risklerin azaltılması ve bertaraf edilmesi hedeflenmiştir. Barınma problemi üzerinden kamu yapılarının afete cevap verebilirliğinin (resilience) artırılmasına dair bir model ve yöntem önerilmiş, normları ve yönetmelikleri esas alan değerlendirme kriterlerine dayalı tasarım yaklaşımı ve uygun yer seçimi ile kırılgan grupların maruz kalabileceği risklerin azaltılabileceğinin mümkün olduğunu ortaya koyan aydınlatıcı sonuçlar alınmıştır. Çalışma bulguları, okul, spor salonu, kültür merkezi, cami gibi çeşitli kamu yapılarının, bir afet veya acil durumda da kullanmaya elverişli esneklikte tasarlanmasını mümkün kılacak mevzuat değişikliklerine gidilmesi ve mevzuat içeriklerinin bu amaçla gözden geçirilmesi gerektiğine işaret etmektedir. Çalışma kapsamında ele alınan kriterler ve model önerisi, gerek afet sonrası barınma amaçlı hizmet vermesi planlanan mevcut binaların dönüştürülmesi, gerekse afet endişesi güden yeni tasarlanacak binalar için kolaylayıcı ve belirleyici bir bakış açısı sunmaktadır. Önerilen model, gelecekte kapsamlı bir proje dâhilinde geliştirilerek, çeşitli dijital araçlar aracılığı ile sivil toplum kuruluşları ve afet hallerinde yetkili karar verici mercilerin kullanabileceği bir veri tabanı, bir ara yüz ve uygulama ile bütünleştirilmek suretiyle daha erişilebilir ve yaygın kullanılır bir araç haline gelebilir. Bina değerlendirmelerinin disiplinler arası bir uğraş kapsamında uzmanlarca gerçekleştirilmesi gerekliliği, ilgili meslek alanlarından uzman yetiştirmek ve istihdam yaratmak adına da dolaylı bir fayda sağlayabilir. Bu çalışmanın hem ulusal hem de uluslararası düzeyde, afet öncesi ve afet sonrası süreçlerde, afete hazırlık ve afete cevap verebilirlik kapasitesinin güçlendirilmesine önemli katkıları olacağı umulmaktadır.
-
ÖgeAffordability and quality issues in social housing; a comparative study in selected European countries(Graduate School, 2022-02-17) Gharanfoli, Shilan ; Dülgeroğlu, Fazilet Yurdanur ; 502112010 ; Architectural DesignIn recent years, there has been an ever-greater demand for affordable housing in metropolitan regions. However, with rapid urbanization and population growth, housing people in decent conditions has become challenging. Access to affordable housing has become more critical, particularly in the global emergency posed by COVID-19. Despite all efforts to tackle housing shortages, the issue continuously increases. The quantity of housing is not the only issue; the quality of the living environment also plays an important role. Today, people's living conditions have changed, and social housing needs to accommodate a greater diversity. Social housing must be more inclusive and multigenerational to be sustained for a long time. This research examines the relationship between housing quality and affordability and the possibility of reconciling these seemingly contradictory concepts in social housing design. The study rethinks the role of architectural design principles and housing policies in transforming social housing. The study compares European attitudes toward social housing policies and implementations of their integration into global housing policies. It is based on multidimensional research that combines quality and affordability aspects. The literature review indicates that the attitude toward the concept of housing affordability has changed; it is not only assessed in terms of economic viability, but it extends to border issues related to housing quality, neighborhood quality, and quality of life. Lack of balance between quality and affordability will be economically and socially costly throughout the life-cycle of housing and directly impacts dwellers' life quality. While considering this balance, social housing design provides more potential for sustainable developments. The research also developed a social housing timeline model (1984–2018). A historical timeline of social housing provides a better perspective for creating a successful project. It examined the transformation of social housing in four selected European countries and five historical periods. The selected countries for research are the UK, the Netherlands, Austria, and France. They were chosen for analysis because they have a long history and the highest percentage of social housing in Europe. The timeline model presents the transformation of social housing from the 19th century to the present. The status of social housing has risen and fallen over time. Population, household size, ownership status, rents, the quality of indoor and outdoor public amenities, and crime rates have all changed, and these have affected social housing. Besides assessing its transformation as a whole process, the research also investigated sixteen projects from different countries and periods. In other words, the study indicates that changes and the extent of issues vary across projects and over time. It evaluated projects in the four countries during four periods, assessing transformations of concepts, practices, and policies throughout the history of social housing. In this sense, the thesis represents social housing transformation through those sixteen case studies in Europe. It examines the renovation of significant social housing projects, both completed and in development, at various urban scales, from the neighborhood and public spaces to blocks and residential units. Also, different periods of transformation and the main changes in housing design and policy that have affected social housing architecture are examined. For this purpose, the research developed a multicriteria framework to analyze the dynamic relationship between housing quality and affordability. The multicriteria set includes ten aspects: accessibility, identity, diversity, adaptability, density, privacy, safety, social interactions, energy efficiency, and cost-efficiency. The research applies this framework to case studies to explore aspects that enhance the design quality and housing affordability of renovated social housing. As a result, comparing case studies illustrates the success rate of social housing in terms of design principles and their contribution to designing more affordable housing. The case study analysis makes it possible to understand better each social housing regarding the defined set of criteria in terms of quality and affordability. Also, intervention methods used for the renovation of case studies are compared, and their effects on housing quality and affordability are investigated. The physical intervention strategies related to modifying existing units and adding new units help to improve housing diversity, adaptability, and density. The physical interventions related to renovating the facade offer several solutions and arrangements for promoting the physical identity. Enhancing the building's connection with its neighborhood through physical interventions promotes social interactions, enhances privacy, ensures safety for its tenants, and generates housing diversity and mixed-used developments. This research tries to bring together a remarkable selection of architectural case studies, from award-winning projects to thought-provoking speculation on housing redevelopment. It analyzes the transformation of social housing from the 1900s to the present and the complex social housing issues revolving around how authorities, in collaboration with architects and residents, can address profound social housing solutıons to create more high-quality and affordable housing. The findings from literature research and case study analysis are used to propose new social housing improvement strategies. This proposed framework includes physical, socio-cultural, and economic dimensions to improve housing quality, strengthen balanced communities, and create a more affordable housing. The proposed methods indicate that hybrid partnerships that create mixed-use projects are a new paradigm for successful social housing redevelopments. The future of social housing depends on partnerships, people-based design, and place-based planning that make mixed developments. According to the comparative analysis of selected countries and case studies, the redevelopment of most large-scale social housing projects has led to changes in tenure, typology, density, and delivery methods. The most significant shift in social housing is toward public-private partnerships, mixed-use development projects, sustainable architecture, and new forms of living. After many years of standard dwellings, some European countries began to experience a new era in social housing design. The research examined social housing from a new perspective to understand its aspects and interrelationships. In this sense, the research provided a holistic and transdisciplinary model based on planning, design, construction, social interaction, policy, and financing strategies. Indeed, the developed set of criteria for housing quality and affordability and the proposed integrated social housing model make it possible to redevelop social housing sustainability. This integrated social housing model can help designers, decision-makers, and university authorities better understand the relationship between housing quality and affordability to create sustainable social housing developments. It also provides opportunites. Further studies toward developing a more comprehensive and in-depth knowledge base are possible by adding new indicators to have a more detailed examination of sustainable social housing. Also, the study's findings are significant in transferring aspects to other contexts.
-
ÖgeEmploying Grids: A Discursive Account of Spatial and Performative Skills(Graduate School, 2022-08-08) Gürpınar Cürgen, Hatice Cansu ; Kahvecioğlu, Hüseyin ; 502142017 ; Architectural DesignAs a net thrown into the space, a curtain drawn to the eye, a method coded into the mind, grids are omnipresent and repetitive in every stage of spatial design and order. Grids are forms of repetition and are also repeatedly related to the most immanent discussions of architectural theory, as in originality, modernity, rationality, autonomy, typology, functionality, and temporality. This study focuses on grids' repetitive and operative employments and diverging roles in architectural and spatial design projects. Grids as concepts are problematised in this approach, generating interest due to blurring boundaries in their roles as both a design tool and a designed outcome. Grids are associated with a wide range of attributions, adjectives, and performative qualities for their design roles. Based on the findings of the preliminary genealogical study of what the word "grid" refers to, the research interest is directed towards grids' relation and contribution to the production of architectural knowledge. How do they become performative, thus operative in design processes and within a larger context of cultural, political, and social practices? Aiming to explore the interrelations of varying performances and skills of grids when they are employed in different stages of designing and maintaining spaces, the methodical trajectory of this research follows the principles of the grounded theory approach, starting by cultivating examples of spatial grids under various rubrics. I examine the literature throughout the second chapter in order to analyse it under the emergent categories in the following chapters. An extensive survey in geology and history of settlements, art and representation history, scientific and technological engagements, graphic design, philosophy, and architectural design guided the emergent categorisation of grids' operational capacities. Drawing upon two strands of their skill sets, the hard and soft skills, the third and fourth chapters aim to determine these emergent and divergent roles and attributions assigned to grids in designing and governing spaces. Accordingly, the hard skills cover an array of grids, operating in different stages of the design and envisioning spaces; they are employed for projection, composition, calculation, compilation, contemplation, and emancipation. Whereas the soft skills are concentrated on spatial conditions envisioned and created by the grids, the chapter focuses on their regulative, administrative, and captive roles, through which a particular spatial organisation is exercised. Critically engaging with grids through their spatial implications and theoretical reflections, I cross-read and position grids' agency in producing and affecting architectural knowledge and spaces in the last chapter. Examining spatial gridding practises in dialogue with power/knowledge structures, this dissertation discusses how and through which technologies the grid has become an available apparatus for forming and disciplining architectural thinking and its praxis. As a part of its findings, this study suggests evaluating grids as dispositifs, xx particularly in formations and validations of Western architectural conceptions and their dissemination.
-
Ögeİç olmayan: Mimarlık ve sinema kesişiminde eleştirel bir mekansal üretim(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2023-01-24) Balaban, Büşra ; Şenel, Aslıhan ; 502191003 ; Mimari TasarımBu tez çalışması, gündelik hayatta, bilimsel üretimlerde ve mimarlıkta sıklıkla karşılaşılan ikili karşıtlıklardan temellenen düşünme biçimini tartışarak bu ikili düşünmenin ötesinde olabilecek kuramsal ve pratik bir üretimi araştırır. Tezin Mimarlık Teorisinde ve Tarihinde İç Meselesi isimli ilk bölümü, ikili karşıtlıkları mesele edinen eleştirel düşünceyi ve feminist çalışmaları inceleyerek mekanın kurulumu, üretimi, yaşanışı, algılanışı konusundaki ikilikleri eleştiriye açmaktadır. Mimarlık düşüncesi ve pratiği, baskın güçleri ayrıcalıklı kılan ve eril çağrışımlara sahip olan özel/ kamusal, kadın/ erkek, iç/ dış gibi bir dizi cinsiyetlendirilmiş ikilik etrafında yapılandırılırken "iç" (interior/ity) meselesi dezavantajlı olarak konumlanır. Bu araştırmaya, mimarlığın dışladığı konuları keşfetmeye ilişkin bir motivasyonla başlıyor ve cinsiyetlendirilmiş güç ilişkilerini anlamak üzere iç/ dış ikili karşıtlığının ötesindeki mekansal ihtimalleri tartışıyorum. Bu tartışmayı yapmak üzere Robert Smithson'ın (1996) "yerin var olan anlamlarını yeniden kurmanın aksine iki karşıt kavram ortaya koymadan yerin yeni anlamlarını üreten" olarak tanımladığı "yer olmayan"a atıfla, sahip olduğu özellikleri neticesinde ikili karşıtlıklara sığmayan "iç olmayan" kavramını öneriyorum. Tez boyunca iç olmayanı, birbirine paralel olarak kuram ve pratik aracılığıyla araştırıyorum. İç Olmayanın Kuramsal Üretimi başlıklı ikinci bölümde, mimarlık ve sinema kuramlarını ve üretimlerini, topografik pratikler kapsamında bir arada ele alarak kuramsal bir çerçeve kuruyor ve eleştirel mekansal bir pratik geliştirmeyi amaçlıyorum. Bu kuramsal araştırma, iç olmayanın hangi koşullarda üretildiğini keşfetmeyi sağlıyor. İç olmayan, içe ilişkin bir temsilin bedenli deneyimi ve hareketliliği aracılığıyla üretilir. Bu sebeple "yazarın ölümü"nü gerektirir; alışılmış ikili özne/ nesne ilişkilerini sorgulayarak muğlaklaştırır ve "anlam"ı üreten, sürece dahil olan bir okuyucu/ izleyici/ kullanıcı tarifler. Mekanın bütünsel bir temsilini, kesin tanımlı bir halini sunmak yerine konumlu ve kısmi üretim(ler) olduğu için parçalı bilgi sağlar ve böylece muğlaklıklar içerir. İç olmayan, bu belirsizlikleri ortaya çıkarır ve beklenmedik ilişkiler üretir. Dolayısıyla iç olmayan, sabit bir temsili veya mekanı ifade etmez ve performatif olarak "haritalama" aracılığıyla ortaya çıkar. Haritalama, tezde hem bir araştırma yöntemi olarak hem de iç olmayanın pratikteki üretiminin bir koşulu olarak yer bulur; böylece kuram ve pratiği bir araya getirerek eleştirel mekansal bir çalışmayı mümkün kılar. İç olmayanın barındırdığı muğlaklıkları ortaya koymak üzere, İç Mekanın Maddesel Belirsizlikleri bölümünde, iç ve dış arasındaki karşıtlığın aksine geçişkenliğe ve performatifliğe odaklanan güncel eleştirel mekansal pratikler üzerinden çeşitli materyal durumlar araştırılır. Balkon, pencere, kapı gibi çeperde konumlanan "iç"ler, iç mekanın "iç"leri olarak gizemlileştirilen banyo, yatak odası, mutfak gibi muğlak alanlar, bu içlerin de içinde eşya ölçeğinde içler üreten yatak, dolap, koltuk, masa gibi alanlar ve otel odası veya araba içi gibi iç mekanı "dış"a taşıran ve ikisi arasında farklı bir ilişki ortaya koyan ara durumlar keşfedilir. Farklı ölçeklerde karşılaşılan bu maddesel durumlar üzerinden kurulan tartışmalar, içi ikili zıtlıklar dahilinde kurmaya yarayan kavramların ötesinde başka türlü bir bakış önermektedir. İncelemeler gösterir ki; bu tür bir bakış kazanmak, ancak iç mekana disiplinler arası bir alandan yaklaşarak ve yaratıcı eylemler dahilinde mekanı yeniden okuyarak ve de farklılaşan izleyici veya kullanıcı pozisyonunu yaratıcı bir konum olarak benimseyerek mümkün olabilmektedir. Bir film izleyicisi ile bir yerde (site) gezinen veya bir mekanı deneyimleyen bir ziyaretçi de benzer deneyimleri paylaşır; her ikisi de yerle bedenli bir buluşma gerçekleştirir. Tezin dördüncü bölümünde, iç olmayanın pratik üretiminin bir koşulu olan bu bedenli buluşma önemsenir ve iç mekanın maddesel belirsizliklerinin izi, filmdeki "iç" temsili üzerinden gerçekleştirilen haritalamalarla sürülürken İç Olmayanın Film Aracılığıyla Üretimi sağlanır. Bu kapsamda iç olmayanın pratik üretimini gerçekleştirmek üzere Chantal Akerman'ın Les Rendez-vous d'Anna (1978), Jeanne Dielman, 23 Quai du Commerce, 1080 Bruxelles (1975) ve News from Home (1976) ve No Home Movie (2015) filmleri çalışma kapsamına dahil edilmiştir. Bu filmler, izleyici ve üretici konumlarını sorguya açması, otobiyografik etkiler barındırarak bu konumları eleştirip dönüştürüyor olması, iç mekanı geleneksel olarak kurmak yerine aykırı ve/ya özgün bir bakışı benimseyerek o yeri üretmesi gibi meseleler ve bu kapsamda iç mekana ve kadın karakterlere ilişkin sunduğu derinlikli araştırmalar da gözetilerek iç olmayan araştırmasını sürdürmek üzere önemli bulunmuştur. Bu araştırmada, araştırmacı olarak film izleme aracılığıyla "seyahat ederek" filmin dokunsal alanını haritalayan hareketli bir izleyici olarak konumlanmamın, iç mekanın ikili karşıtlıklara "sığmayan" bir tartışmasına olanak sağlayacağı düşünülmektedir. Sözü edilen iç mekanın belirsiz materyal hallerinin disiplinler arası bir alandan araştırılması, iç mekanda ikili zıtlıkları eleştiren ve başka türlü olasılıkları görmeye olanak veren "iç olmayan"ın kuram ve pratik aracılığıyla keşfedilmesini sağlamıştır.
-
ÖgeKültür politikaları ve mekân üretimleri ilişkisi: İstanbul'daki belediye kültür merkezleri(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2022-02-11) Albayrak, Sedanur ; Aksagür Akpınar, İpek ; 502181028 ; Mimari TasarımKültürün politikleşmesi, erişilebilir ve gelişebilir olması için ona bir yönetim mekanizması kurma ve mekân biçme ile başlar. Kurulan yönetim ve mekânlar, kültürün yaşayan ve gelişme gösteren bir pozisyon aldığı durum ile sembolleştiği ve iktidar göstergesi olarak kaldığı durum arasında ince bir çizgide yer alır. Bu çizginin hangi tarafında, ne gibi etmenlerle ve nasıl olunduğunu sorgulamak kültür politikalarına yeni bir tartışma aralığı açma potansiyeline sahiptir. Çalışmanın kavramsal çerçevesini kültür-iktidar ilişkisi, kültür politikaları ve mekân üretimleri oluşturur. Bireylerin sahip olduğu kültür haklarından yararlanabilmesini sağlayan ve kültürü seçkin azınlığın tekelinden çıkarıp demokratikleştiren kültür politikaları, kültür-iktidar ilişkisinin bir ürünüdür. Sosyoloji ve yönetişim alanlarında yoğun çalışmalar yürütülen kültür politikalarının, mekânsal ve kentsel tasarım perspektifinden ele alınması çokça tartışılan kültürel hareketliliğin sağlanması meselesine katkıda bulunma potansiyeline sahiptir. Kültür politikalarının mekân üretimleri, kentte kamusal alan tanımlama ve toplum için ortak değer yaratma potansiyelleri ile sosyal ve kültürel kalkınmada rol oynar. Çalışma kapsamında, tüm ilçelerde kültüre erişim ve katılımın artması için yerel kültür politikalarında mekân ve kent odaklı ne gibi stratejiler geliştirilebileceği sorusuna yanıt aranır. İstanbul'da 2000'li yıllardan itibaren iktidarın kültürel alandaki girişimciliği ile orantılı olarak, kültür ve sanatı tüm ilçelere yaymak adına belediye kültür merkezleri sayıca artış göstermektedir. Birçok belediye kültür merkezi inşa etmeyi bir tanıtım ve rekabet aracı olarak görmekte; sosyal hizmet anlayışından gelen bir üslup ile kültür ve sanatı desteklemeye çalışmaktadır. Bu desteğin, her şeyden biraz mantığı ile nitelik yerine nicelik odaklı olması sebebiyle işlevini tam olarak gösteremediğini söylemek mümkündür. Yapıların işlevsel ve mekânsal özelliklerinde, bulunduğu bölge ve belediyenin sosyo-kültürel alt yapısının etkileri bazen bir sınıra dönüşebilmektedir. Mekân üretim sürecinin belirleyici aktörleri olan belediye başkanlarının kişisel vizyon ve ideolojileri kültür politikalarına, mekânlara ve doğal olarak kente yansır. Bu nedenle, İstanbul'daki kültür yapılarının kent üzerinde büyük etkiler yaratması hedeflenen simgesel örnekleri veya özel kurumların nitelikli mekânları dikkat çekerken, belediye kültür merkezleri ait olduğu belediyeye göre farklılık gösterse de genel anlamda niteliksel olarak geri planda kalmaktadır. Çalışmanın amacı, belediye kültür merkezlerini kentsel ilişkileri, mekânsal ve işlevsel kimlikleri üzerinden inceleyerek gündelik hayata katılımlarını sorgulamak ve görünür kılmaktır. Çalışmada kültüre biçilen bu kemikleşmiş mekân tipolojisinin iktidar ilişkileri, ideolojiler ve kentsel tasarım yaklaşımları çerçevesinde benzeşen ve ayrışan yönleri ele alınır. Yöntem olarak kavramsal okumaların ışığında farklı bağlamlarda, farklı mekânsal ilişkilere sahip dört örnek projenin (Beylikdüzü Atatürk K.S.M., Şişli Nazım Hikmet K.S.M., Kartal Bülent Ecevit K.M. ve Zeytinburnu K.S.M.) incelemesi yapılır. Yapıların projelendirilme süreçleri, programları ve ait oldukları belediyelerdeki (ideolojilerdeki) farklılık seçilmelerinde belirleyici olmuştur. Seçilen örneklerin gündelik yaşama katılabilme ve canlılık yaratabilme düzeyleri; çevre ile kurduğu ilişkileri, mekânsal-işlevsel kimlikleri ve aktörlerinin söylemleri üzerinden bütüncül bir inceleme ile anlamlandırılmaya çalışılır. Yöntem ile yapılmaya çalışılan, kültür politikaları ve mekân üretimi ilişkilerini tekil yapılar üzerinden tespit etmek değil; İstanbul genelinde gözlenen durumların yapılar üzerinde nasıl incelenebileceği ve somutlaştırılabileceği üzerine bir öneri sunmaktır. Kültür politikaları ile mekân üretme pratikleri arasındaki ilişkileri ortaya koyan çalışma; yerel ölçekte kültür merkezlerinin var olma biçimlerini sorgularken, belediyelere ve bireylere kültürel mekân üretimine bütüncül ve eleştirel bir bakış açısı sunmaya çalışır.
-
ÖgeMimarlıkta otantiklik teknolojileri kartografisi: Teknik aracılar, özneleşmeler ve mimarlık kültürü(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2023-04-10) Balcı, Hüseyin Furkan ; Uz, Funda ; 502162011 ; Mimari TasarımOtantiklik, mimarlık kuram, eleştiri ve tarihyazımı içerisinde sıklıkla başvurulan bir kavrayış türünü cisimleştirir. Mimari nesneyi kendinden başka bir şey olmaya zorlayan kurumların, makinelerin, kitapların, mimari biçimler hafızasının ve bunun gibi pek çok şeyin ötesine geçme arzusu, bugün bile, mimarlık kuramları içerisinde varlığını güçlü bir biçimde sürdürür. Ele alınan olgunun doğasının, canlılığının, yaşamının hakiki prensiplerine başvuran ve bu olgunun yeniden anlaşılmasını hedefleyen strateji, mimarlık düşüncesinde hala üretkenliğini korur. Bu çalışma, mimarlık bilgi alanları içerisinde görünür hale gelmiş farklı otantiklik kavrayışlarına dair, bu kavrayışların medya teknolojileri ile kurduğu ilişkileri merkezde tutan bir perspektiften, bir kartografi üretme girişimidir. Araştırma, "otantiklik teknolojileri" kavramını eleştirel bir araç olarak önerir ve bu kavramı mimarlık kuramı, tarih ve eleştirisi içinde, mimari nesnenin hakiki bir biçimde kendisi olarak üretilmesinde, ifade kazanmasında ve aktarılabilmesinde işlev gören, söylemsel ve teknolojik bileşenler ile işleyen bir dizi operasyon olarak tanımlar. Bu operasyonlar aracılığı ile, mimari nesnenin kendinden daha geniş bir dizi hakikat ile bağlantısı kurulur. Bu bağlantı kültürel hafıza ve bu hafızanın parçası olarak barındırdığı mimari biçimler arasında yeni değer hiyerarşileri örgütler. Bu çalışma kapsamında, otantiklik teknolojilerine başvuran altı kuramsal hat değerlendirilmeye alınır ve bu hatların birbirileri ile kurdukları süreklilikler/süreksizlikler işaret edilir. Bu hatlar Marc-Antoine Laugier'in, Augustus Welby Northmore Pugin'in, Eugene Emmanuel Viollet-le-Duc'ün, Hendrik Petrus Berlage'ın, Archizoom'un, Superstudio'nun mimarlık söylemleri ve mimarlıkta kuram-sonrasına yönelik tartışmalar üzerinden geçer. Bu kuramsal teşebbüslerin otantiklik teknolojilerini işlevsel kılma biçimlerine dair eleştirel bir değerlendirme yapılır. Bu kuramların hafızaya, doğadaki ve yaşamdaki işleyişlere başvurma biçimi sorunsallaştırılır ve mimarinin bu işleyişler ile kurduğu bağlantılara odaklanılır. Araştırma, mimarlık bilgi alanları içinde işe koşulan otantiklik teknolojilerine kartografik bir yöntem çerçevesinde temas eder. Bu temelde, bütüncül bir tarihsel anlatı ya da bir gelişim çizgisi ortaya konulduğu iddiası üstlenilmez. Hedeflenen, otantiklik teknolojileri kavramının yüklendiği zeminde, mimarlıkta hakikati dürüst bir biçimde ifade etmeye yönelen kanonların, kullandıkları medya teknolojilerinin failliği vurgusunu akılda tutan, eleştirel bir okumasıdır. Bu çerçevede başka eleştirel değerlendirmelere ve yeniden sınıflandırmalara açık, bir çeşit envanter ortaya koyulması hedeflenir. Bu tekniklerin ve teknolojilerin birbirileri ile kurdukları birtakım süreklilikler ve süreksizlikler işaret edilmeye çalışılır. Araştırma metninin birinci bölümde, otantiklik teknolojileri kavramının kuramsal öncülleri işaret edilir. Mimarlıktaki otantiklik arzusuna yönelik bu türden bir sorgulamaya dair güncel bir aciliyet üreten; doğanın, yaşamın, evrenin medya teknolojileri tabanında yeniden tanımlanmasına yönelik, tarihsel bir bağlam açıklanmaya çalışılır. Bu tarihsel bağlam gerek eleştirel kuramlarla gerekse de mimarlık disiplini içerisindeki bir dizi üretimle yakın ilişkiler kurmuştur. İkinci bölüm, otantiklik arzusunun, Marshall Berman'ın, Lionel Trilling'in ve Friedrich Kittler'in çalışmaları üzerinden tarihsel, toplumsal ve medya teknolojik inşasını ele alır. Erken Aydınlanma döneminde, öznenin doğa ile kurduğu ilişkinin kavranma biçiminde meydana gelen önemli bir dönüşüm işaret edilir. Otantiklik, özneden ayrışık bir varoluşa sahip olan toplumun hatalı, bozulmuş, çürümüş, mekanikleşmiş bileşenlerinden öteye geçmeye, tüm bunların altında yatan, maskelenmiş, saklanmış gerçekleri açığa çıkarmaya muktedir, birleştirici bir öznelik türünün inşası ile ilişkilendirilir. Bu çerçevede, vaka incelemelerini oluşturan üçüncü bölümde tartışmaya açılan ilk otantiklik teknolojisine, doğayı, mimarlığın kompozisyonunda barındırması gereken çeşitli ideaları açığa çıkaran kaynak olarak değerlendiren Marc-Antoine Laugier'in mimarlık kuramı içerisinde rastlanır. Laugier'in gereksinimler temelleninde şekillenen mimarlık kuramı, Erken Aydınlanmanın enformasyonel yapılanmasında gerçekleşen dönüşümlerle birlikte değerlendirilir. Mimarlığın geri döndürülmesi gereken bir altın çağ temasının, metinsel hafızanın saklanmasına yönelik sorunlarla ilişkisine dair bir dizi eleştirel okuma gerçekleştirilir. Ele alınan ikinci otantiklik teknolojisi ise Augustus W. N. Pugin'in görülebilir bir dürüstlük temelinde anlamaya çalıştığı Katolik Hristiyan Mimarlığı kuramsal girişimlerdir. Pugin, yayımladığı bir dizi kitap ile hakiki bir mimarlığın en son 15. yüzyıl İngilteresinde gerçekleştiğini, 15. yüzyıldan itibaren mimarlığın hakiki bir biçimde kendisi olma, olduğu gibi görünme prensibini bir kenara bıraktığını ve 19. yüzyıl'da İngiltere mimarlığının içinde bulunduğu tüm buhranın harmonik bir toplumun çeşitli sebeplerle terk edilmesinden kaynaklandığını ifade eder. Üçüncü otantiklik teknolojisi, Eugene Emmanuel Viollet-le-Duc ve Hendrik Petrus Berlage hattında takip edilebilen, evrensel bir geometrik üsluba sahip doğa kavrayışında temellenir. Buna göre doğadaki nesneler, mikro düzeydeki kristallerden, büyük jeolojik biçimlenmelere kadar; tüm evrene yayılmış geometrik bir matris içerisinde cisimlenirler. Bu prensip evrenseldir ve bir bakıma tüm mimarlık tarihine çeşitli biçimlerde nüfuz etmiş, mimarlığın farklı coğrafyalarda organik bir biçimde serpilip gelişmesinde rol oynamıştır. Dördüncü otantiklik teknolojisi, Lous Sullivan'ın 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında, Amerika Birleşik Devletleri bağlamında ortaya koyduğu mimarlık kuramı içerisinde teşhis edilir. Sullivan, amnezik bir biçimde doğaya dönüldüğünde; biçim ve işlev arasında bir karşılıklılık olduğunu teşhis eder; mimarlık ortamını ele geçirmiş olan çeşitli sorunlar, bu bağlantının yitirilmesinden kaynaklanmaktadır. Beşinci otantiklik teknolojisi, Archizoom ve Superstudio'nun radikal mimarlığında teşhis edilir. İki grup da, eleştirel kuramla ilişkili olarak, 19. yüzyıldan itibaren kentleri örgütlemeye çalışan altyapı sistemlerini kullanarak, kapitalizm ve yabancılaşma sorununu bir oyun alanı haline dönüştürür. Teşhis edilen altıncı otantiklik teknolojisi, hayatın ve canlılığın enformasyonel bir kavranışına başvurarak kuramın mimarlık kültürü içerisindeki yerini sorunsallaştıran kuram-sonrası tartışmalarıdır. Bu tartışmalar, kuramı hayatın önceden tanımlanmış, indirgenmiş bir hali ile olmakla suçlar; mimarlık pratiğinin artık bu türde bir araca olanak veremeyecek kadar hızlı bir biçimde değişen bir ağ içerisinde harekete geçtiğini vurgular. Çalışmanın dördüncü bölümünde, mimarlıkta, tüm bu kuvvetli otantiklik kurgularının üretkenliğine rağmen başkası olmaktan çekinmeyen girişimler, inotantiklik, tematize edilmeye çalışılır. Araştırma bu bölgenin zaten mimarlık bilgi alanı içerisinde, sıklıkla operasyonel bir araç olarak kullanılmakta olduğunu teşhis eder ve bu aracın üretken bir biçimde kullanıldığı çeşitli durumlara yönelik bir tartışma yürütür. Zira inotantiklik, kimliğe, müellifliğe ve benzeri kavramlara yönelik kapsamlı bir dizi sorgulamanın da zemini haline dönüşür. Bu bölüm içerisinde değerlendirilen, Alejandro Zaera-Polo'nun "Hokusai Dalgası" stratejisi, Frank Gehry'nin 1980'lerden 1990'ların ortasına kadar araştırdığı ikonografik mimarlıklar, Superstudio'nun "Barnum Jr.'un Muhteşem ve Harika Şehri" gibi girişimler üzerinden, mimarlığın ahlâki sorumluluklarına rağmen, "başkası olma" temasının mimarlıkta üretken bir biçimde nasıl harekete geçirilebileceği tartışmaya açılır. Sonuç bölümünde ise mimarlığın araştırma süreçlerini yürütmesi için, kendini bir otantiklik argümanına yaslamasının zaruri olmadığı vurgulanır. Ancak yine de, tam da yukarıda sıralanan bu stratejilerin farklı alanlardaki üretkenliği göz önünde bulundurulursa, kasıtlı bir antagonizma kurmaya yönelik bileşenler barındıran otantiklik teknolojilerinin, mimari araştırmayı sürdürmeyi sağlayacak bir mimari anlatı aracı olarak ehlileştirmenin olası olduğu tartışılır. Yani hem otantiklik argümanlarının hem de çeşitli başkası olma performanslarının, mimari projeyi çeşitli derecelerde meşrulaştıracak, daha geniş çevrelere ve ekolojilere bağlayacak aygıtlar olarak kullanılabileceği belirtilir.
-
ÖgeOrijinalkopya bir mimarlığa doğru: Mimarlıkta bir yüzer gösteren(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2022-09-23) Söhmen Tunay, Zeynep Gül ; Uz, Funda ; 502122024 ; Mimari TasarımBaşta sanat ve mimarlık olmak üzere tüm yaratıcı pratikler için "orijinallik" merkez bir kavramdır. Bilginin çoğalması ve yaygınlaşması ile üretimin zaman içinde dönüşen, bazen özelleşmiş, bazen anonimleşmiş interdisipliner kurgusu, orijinallik tartışmalarının ivmesini değiştirmiştir. Bu tartışmalar, edebiyat, çağdaş sanat, tasarım, müzik, yazılım vb. birçok yaratıcı pratikte yapıların/yapıtların belirli hiyerarşik algılara yerleştirilmesine aracılık etmişlerdir. Mimarlık, özellikle orijinal ya da kopya olma tanımlamaları ile sınırları sürekli yeniden çizilerek bu tartışmaların merkezinde yer almıştır. Bugün mimarlıkta şu sorularla karşı karşıyayızdır; orijinallik mevhumunu, günümüzün değişen koşulları ışığında, bundan yüz yıl önce olduğu gibi "orijinal" ve "kopyanın" katı semantik sınırlarına inanarak yapmak ne derece geçerlidir? Dilsel sınırların etkisi altında var olan mimarlık kültürümüzde, orijinal ve kopyayı, dilimize geçtikleri dillerdeki semantik sınırlarıyla tartışmak hiç mümkün olmuş mudur? Bu tez çalışmasında, bir ikili karşıtlıktan doğmuş karar-verilemez bir öğe olan "orijinalkopyayı" oluşturan kavramların metafizik karşıtlıklarını ortaya çıkararak mimarlık düşüncesine içkin değerini sorgulamak ve iki anlamlılığa indirgenemeyecek bir saçılma ile semantik ufku hakkında fikir edinmek amaçlanmaktadır. Bu semantik kapsamından yola çıkılarak mimarlıkta değişken anlamlara sahip orijinalkopyanın bir "yüzer gösteren/imleyen"(floating signifier) olarak mimarlığın anlamına nasıl dahil olduğunun açıklanması amaçlanmaktadır. Yüzer gösterenler, hiçbir gerçek nesneye işaret etmeyen ve üzerinde anlaşmaya varılmış bir anlamı olmayan bir sözcük, göstergebilim ve söylem analizinde üzerinde ortak bir kanıya varılmış göndergesi olmayan gösterenlerdir. Orijinalkopyayı bir yüzer gösteren olarak ele alabilmek öncelikli olarak Derrida'nın yapısöküm felsefesi ve orijinalkopya kavramı arasında kurulmuş bağlantıların mevcudiyetinin göstergesidir. Mimarlıkta orijinalkopya gibi bir terimin doğuşunun, mimarlıkta yapısökümün tezahürüyle doğrudan ilişkili olduğu düşünülmektedir. Yapısöküm bir olgunun içine dışarıdan eklemlenebilecek herhangi bir teori değildir. Metnin içinde var olur. Orijinalkopyanın mimarlıkta yapısöküm ile olan bağını keşfetmek, araştırma kurgusunu şekillendiği süreçte önemli bir rol oynamıştır. Araştırma kurgusunun ilk aşaması orijinal ve kopya arasındaki ilklik ikincillik hiyerarşilerinin tarihsel bir boyutta inşasında rol oynayan sözlüklerde verili anlamlarının karşılaştırmalı bir okumasını kapsamaktadır. Ancak, metinlerde anlam bağlam ile ilişkili olarak kurulurken anlam bağlamın içinde inşa edilmektedir. Derrida'ya göre hiçbir anlam tanımlanabilir değildir. Her gösteren diğer bir gösterene işaret eder, metin her tekrarında başka metinlere açılırken, anlam da bir metinden diğerine, bir bağlamdan diğerine ertelenecektir. Bu nedenle orijinalkopya gibi bir kavramın semantik katmanları üzerine yapılacak bir çalışmanın, yalnızca, anlamı bir gösterenden diğerine sabitleyen temel kaynaklar olan sözlüklere dayalı bir araştırma sonucunda ortaya koyulması imkânsızdır. Bu nedenle ikinci bir aşama olarak, tez çalışmasında orijinalkopyanın ve onu önceleyen neolojizmlerin izlerini sürmek, anlamsal saçılmalarını ortaya koymak amacıyla mimarlıkta çok özel bir metin türü olan manifestolarda yer alan "orijinal" ve "kopya" üzerine söylemlerin eleştirel bir çözümlemesine gidilmiştir. Türkçede kullandığımız terimler yabancı dillerden dilimize geçmiş olsalar da kaynak dildeki anlamlarıyla aynıymış gibi ele alınırlar. Bu çevirinin sonucunda bir farklılaşma beklenmez. Bu durum belirli bir mimarlık terimine dilimizde icat edilmiş yerli sözcükler için de aynı şekilde gerçekleşir. Original ve özgün, imitation ve taklit aynı kabul edilir. Tezin sorunsalı iki önemli soruyu önümüze sermektedir. İlk olarak, mimarlıkta orijinalin ve kopyanın semantik sınırları ve birini diğerine üstün kılan karşıtlık ilişkisi her daim var olmuş mudur? Yoksa orijinal ve kopya hep karşıtına dönüşmeye açık bir antagonizmanın mı ürünü olmuşlardır? İkinci soru ise, dilimizde orijinalkopyanın mimarlık ve sanat alanında kapsadığı semantik alan İngilizcedeki ile aynı mıdır? Bu aradaki çeviride neler kaybedilmekte ve kazanılmaktadır? Bu noktadan sonra tez çalışmasının araştırma kurgusunun şekillenmesinde önemli rol oynayan orijinalkopya sözcüğünün dil bilgisel özellikleri tezin ikinci bölümünde incelenmiştir. Orijinalkopya'nın bir neolojizm ve bir oksimoron olmasından ileri gelen karakteri yapısökümcü felsefe ışığında bir neografizm ve bir "yüzer gösteren" olarak yorumlanmıştır. Bu kavramlar bu bölümde açıklanmıştır. Orijinalkopyanın temelde bir yapısöküm olarak okunması tez sürecinde araştıma kurgusunda önemli dönüşüm yaratmıştır. Araştırma kurgusu kapsamında Derrida'nın ilklik ikincillik, karar verilemezlik, saçılma, köken ve différance kavramları üzerinden değerlendirildiğinden yapısöküm düşüncesine ait kavramsal altyapıya yer verilmiştir. Bu bölüm içerisinde söylem analizine felsefi yaklaşım ve Derrida'nın söylem araştırmalarını bıraktığı noktadan itibaren tezde nasıl ele alınacağı üzerinde durulmuştur. Tezin üçüncü bölümünde orijinal ve kopya sözcüklerinin tarihe dayalı sözlük araştırmasına yer verilmiştir. Sözlük birimler, madde karşılıklarında çoklukla ötekini de dâhil etmişlerdir. Orijinal sözcüğü günümüzde on sekizinci yüzyılda geldiği anlamları taşımamaktadır. Benzer bir şekilde kopya da İngilizce de bolluk anlamından daha güncel "türev olma" anlamında doğru geçiş yaşamıştır. Zaman içinde yaşanan bu değişiklik sözcüğün anlamını bir çeşit çokluktan "orijinalliğin kıt ve nadir olması" anlamına doğru ilerletmiştir. Sözcüğün pozitif bir anlam barındıran ilk halinden, tüm değerini orijinalinden türemiş olmasından alan ikinci anlamına doğru geçtiği görülür. Günümüzde kopya sözcüğü anlamını orijinal bir kopyayı da kapsayacak şekilde genişletmiş görünmektedir. Sözlük araştırmalarıyla bağlantılı olarak yalnızca orijinal sözcüğü değil "origin"(köken) ve "originality"(orijinallik) sözcükleri de sözlük araştırması kapsamında incelenmiştir. Aynı şekilde kopya sözcüğünün "imitation" ve "mimesis" kavramlarıyla olan bağı göz önünde bulundurularak, araştırmada yalnızca "copy" değil "imitation" ve "mimesis" kavramları da dikkate alınmıştır. Orijinal ve kopya arasında bulunduğu var sayılan ilklik ikincillik hiyerarşisi, iki sözcüğün sözde karşıt anlamlardan ibaret olmadığı, birbirlerinin anlamlarını tarih boyunca içerdikleri gözlemlenerek açık edilmiştir. Tezin beşinci bölümünde mimarlık manifestosuna ve onun yapısöküme dayalı karakterine yer verilmiştir. Hem bir yıkım hem bir yeniden doğuş niteliğinde olan manifestolar yapısı gereği önce yıktığı hâkim düşünceye bir ağıtı sonra da bir devrimi haber veren tezatı ve coşkuyu aynı anda barındıran metinlerdir. Manifestolar, "orijinal" ve "kopya" sözcükleriyle, geçmişte üretilmiş olan ile bir hesaplaşma içerisindeyken, bir "yeni"yi ortaya koyan araçlar olmaları yönünden yakın ilişkiler içerisindedirler. Tezin bu kısmında "orijinal" ve "kopya" sözcüklerinin, mimarlığın geleneğine karşı duran, onu yeniden inşa eden metinler olarak kabul edilen mimarlık manifestolarındaki anlamları incelenmektedir. Mimarlık manifestolarında belirli bir fikri daha az sözle ortaya koymak amaçlı sık sık karşıt sözcüklerin bir arada kullanımlarına veya yeni birleşik neolojizmlerin icat edilmesine başvurulur. Manifestonun biçimselliği, üslubu ve başvurduğu kelimeler, o dönemin medya araçlarının kültürel bir temsili ve sonucudur. Eğer postmodern dönem Modernizmin despotik dilinin bir tezahürü olan mimarlık manifestosunun sonunu, mecaz, kinaye ve taklit ile hazırlamışsa, dijital dönem de her türlü imi "kopyalayıp-yapıştırdığı" paylaşımlar, anonim üretimler ve serbest dolaşan imgelerle getirmiş, eylem ve manifesto arasındaki her türlü hiyerarşinin ortadan kalkmasının bir sonucu olarak bildiğimiz anlamda manifestonun sonunu getirmiştir. "Yeni" olmayan bir manifesto nasıl oksimoronsa "çokluk" içinde bir manifesto oksimoron bir algı yaratır. Bu nedenle mimarlık manifestoları bu çalışma kapsamında söylem analizi için yalnızca bir kaynak değil aynı zamanda mimarlık üretiminde günümüzde orijinalkopyanın sanat ve mimarlıkta tezahürüne yönelik bir örnek olarak ele alınmaktadır. Söylem analizi sonucunda, bu iki kilit kavramın anlamlarının geçtiğimiz yüzyıldan bu yana nasıl tersyüz olduğu görülmüş, bu değişim bir grafik olarak görselleştirilmiştir. "Yapısökümcü mimarlık" (deconstructivist architecture) mimarlığa yeni bir bakış açısı getiren, klasik düzenin ya da modernizmin anlamsal kurallarını yerle bir eden örnekleriyle mimarlık tarihinin belirli bir dönemiyle kısıtlı kalmıştır. Ancak "yapısökümcü mimarlık" başlığının dışına çıkıldığında, mimarlıkta yapısökümcü bir mantığa sahip yaklaşımların hiç sonlanmamış olduğu görülür. Mimarlık kendi kökenlerini ve orijinallik mevhumunu sorguladığı örnekler vermeye artarak devam etmiştir. Yapısökümcü özelliklerinden ötürü söylemek mümkündür ki, günümüzde üretilen kopya manifestolar dekonstrüktivist mimarlığın kendisinden çok daha yapısökümcü söylem ve eylemlerdir. Mimarlıkta yapısöküm düşüncesi, mimarlığın diline "nakil"(graft), "arada kalmışlık" (in-betweenness), "orijinal-olmayan göstergeler"(unoriginal signs) gibi kökenin yerine boşluğu koyan, kökenden sapmaya, herhangi bir noktanın bir orijin noktası olabileceğine, temsilin başlatıcı gücüne dayanan yaratıcı neolojizmlere ihtiyaç duymuş ve dilde günümüzde yer alan bir yüzer gösteren, "orijinalkopya" gibi bir kavramın doğuşunun yolunu açmıştır. Tezin altıncı bölümünde "orijinalkopya bir mimarlığa doğru: mimarlıkta bir yüzer gösteren" manifestosuna yer verilmektedir. Tez sonucunda mimarlıkta orijinal ve kopyanın varsayılan anlamlarının metafizik varlığı gözler önüne serilmiş, yirminci yüzyılın başından bu yana mimarlıkta orijinal ve kopyaya dair anlamların nasıl tepetaklak olduğu, iç içe geçmiş olduğuna ilşkin yorumlara yer verilmiştir.
-
ÖgePlânlı konut yerleşimlerinde açık mekân kurgusu ile ilişkili yaşantı potansiyellerinin incelenmesi: Ataköy örneği(Graduate School, 2021-08-25) Mangut, Burak ; Özsoy, Ahsen ; 502162003 ; Mimari TasarımEndüstri Devrimi ile başlayan süreçte artan nüfus yoğunluğu ve kullanım çeşitliliği sorunlarını barındıran kentsel alanlar, kitlelerin barınma ihtiyacına cevap verecek yeni konut çevrelerinin üretimine ihtiyaç duymuştur. Geleneksel üretimlerin sahip olduğu çok katmanlı yapılanmanın aksine; plânlı konut yerleşimlerinin üretiminde yerleşim düzeni, kümelenme sistemi, dolaşım ağı gibi kullanım sürecini etkileyecek kararların en baştan alınması gerekmiştir. Bu süreçte, tasarlanan mekânsal ilişkiler ağının aynı zamanda içerisinde barındırdığı toplumsal kümelenmeye ilişkin sosyal ilişkileri de tariflediği görülmektedir. Fiziksel, sosyal ve kültürel anlamlarda çeşitlilikler barındıran bu yapılanmalar, kullanıcıların birbirleriyle olan etkileşimleri ve iletişimleri üzerinden toplumsal yapının gelişimini desteklemekte ve yerleşim kültürünün oluşumunu sağlamaktadır. Bu kapsamda, kullanıcıların birbirleriyle en doğal yollardan ilişki kurabilecekleri zemini meydana getiren açık mekânlar, sağladıkları kentsel yaşantı potansiyelleri etkisinde ortak yaşantının temelini oluşturmaktadır. Bu doğrultuda, düzenin amacı yalnızca fiziksel parçaların bir araya gelmesi ile oluşturulan kümelenmeden öte; mekânsal olarak tanımlanmış bir alanı paylaşan bireyler arasında toplumsal ilişkiler bütünü oluşturma çabası olarak ifade edilebilmektedir. Plânlı konut yerleşimleri, sahip oldukları açık mekân kurgularına bağlı olarak yaşantı potansiyellerini ve ortak yaşantının organizasyonunu biçimlendirmektedir. Oluşturulan düzenin; sosyal yapının ve insan davranışlarının şekillenmesinde önemli bir etken olduğu görülmektedir. Bu süreçte, yapıyı meydana getiren birimlerin oran ilişkileri ve buna bağlı gelişen yoğunluk durumları, düzeni etkileyen unsurlardan birini meydana getirmekte iken; birimler arası ilişkiler ve bu örüntülere bağlı olarak gelişen sosyal yapı diğer boyutu meydana getirmektedir. Çalışmanın temel amacı, plânlı konut yerleşimlerindeki çeşitli yoğunluk durumları ve mekânsal düzenlemeler ile sosyal organizasyonun zenginliği arasındaki bağıntıyı anlamaya çalışmaktır. Bu kapsamda, plânlı konut yerleşimlerindeki açık mekân organizasyonu ile ilişkili yaşantı potansiyelleri, çevreyi oluşturan iki alt bileşen üzerinden 'fiziksel' ve 'toplumsal' yapı üzerinden irdelenmektedir. Fiziksel mekânın insan davranışlarının şekillenmesinde önemli bir etken olduğu görüşü, çalışmanın temel değişkenlerini de belirlemektedir. Fiziksel çevreyi meydana getiren örüntü kurguları ve konut birimlerinin oluşturduğu kümelenme sistemleri ile birlikte değişken olarak konut birimi miktarına ve yoğunluk durumlarına bağlı olarak farklılaşan ve aynılaşan yerleşim düzenlerinin incelenmesi, çalışmanın faaliyet alanlarından birini meydana getirmektedir. Yerleşimlerdeki ortak yaşantının biçimlenişini etkileyen mekânsal ve toplumsal etkileşimlerin incelenmesi ise çalışmanın bir diğer sorunsal boyutunu ortaya koymaktadır. Tez çalışması kapsamında öncelikle plânlı konut yerleşimlerinin boyut ve kapsamını belirleyen bir değişken olarak yoğunluk ve ilişkili mekânsal etkileşimleri tartışılmıştır. Kavrama ilişkin değerler ve değişkenlerin tanımlanmış; uluslararası ve ulusal literatürdeki karşılıkları incelenmiştir. Açık mekânların etkin bir biçimde tariflenmesini sağlayacak yoğunluk değişkenleri değerlendirilmiş ve farklılaşan yoğunluk değerlerine bağlı olarak yerleşim düzeni ilişkileri incelenmiştir. Ölçüm yöntemi haricinde kavramın sahip olduğu potansiyeller göz önünde bulundurularak kullanıcıların yoğunluk algılarını meydana getiren kurulumlar incelenerek kavramın kentsel yaşantı potansiyelleri üzerindeki etkileri araştırılmıştır. Tez çalışmasının üçüncü bölümünde, mekânsal örgütlenme ilişkileri çerçevesinde konut çevrelerindeki yerleşim düzenleri analiz edilmiştir. Konut birimlerinin bir araya gelerek oluşturduğu eklemlenme mantıkları tanımlanmış, kümelenme sistemini ortaya koyan yerleşim düzeni ile komşuluk örüntüleri arasındaki ilişkiler ele alınmıştır. Bu kapsamda, plânlı konut yerleşimlerindeki birimler arası örüntü ilişkilerinin yerleşim düzenini yapılandırıcı gücü irdelenmiştir. Kümelenme sistemine bağlı olarak açık mekânların organizasyonu ve kullanıcıların yerleşimdeki konumları kurgulanmakta iken; bu sistem içerisinde kullanıcıların hareket kabiliyetlerinin ve diğer kullanıcılarla kurdukları ilişkilerin anlaşılabilmesi için erişim prensipleri incelenmiştir. Kullanıcının yerleşim içerisinde konut birimine nasıl eriştiği ve komşuluk örüntüleri sonucu tanımlanan fiziksel ve sosyal çevreye ilişkin yaklaşımları 'dolaşım ağı' kapsamında araştırılmıştır. Tariflenen bütün doğrultusunda kullanıcıların kamusal ve özel yaşantı çevrelerinin etkileşimleri incelenerek sosyal yapının biçimlenişini etkileyen yerleşim düzeni kaynaklı mekânsal ilişkiler değerlendirilmiştir. Tezin dördüncü bölümünde, konut yerleşimlerindeki gündelik yaşantı pratikleri etkisinde mekânsal ve toplumsal etkileşimlerin kurulumları araştırılmıştır. Açık mekânlardaki temel insan davranışları irdelenerek alansal davranış pratiğinin örgütlenmesine ilişkin incelemeler gerçekleştirilmiştir. Kavramın literatürdeki yeri ve gelişimi değerlendirilmiş, konut yerleşimlerindeki davranışsal boyut ile birincil ve ikincil kullanım çevrelerinin kurulumu araştırılmıştır. Yerleşimlerdeki gruplar ile kullanım süreçlerine bağlı olarak ortak yaşantı kurguları ve sahiplenme düzeyleri ele alınmış, sosyo-mekânsal düzeni etkileyen unsurlar irdelenmiştir. Tez çalışmasının beşinci bölümünde konut yerleşimlerindeki açık mekân kurgusu ile ilişkili yaşantı potansiyellerinin değerlendirilebilmesi için oluşturulan kavramsal model, çoklu araştırma metodlarını kapsayan bir alan çalışması üzerinden değerlendirilmiştir. Emlâk Kredi Bankası bünyesinde üretilen, ulusal bağlamda irdelendiğinde mimari, mekânsal ve toplumsal anlamlarda önemli bir örnek ortaya koyan Ataköy Plânlı Konut Yerleşimleri, bu kapsamda ele alınmıştır. Öncelikle alan çalışmasının amacı ve yöntemi aktarılmış, yerleşim seçimine ilişkin unsurlar tartışılarak Ataköy'ün literatürdeki yeri ve incelemenin çalışmaya sağlayacağı faydalar irdelenmiştir. Yerleşim bütününü oluşturan mahalleler incelenerek mekânsal karakteristiklerin analizi kapsamında yerleşim düzeni, açık mekân kurgusu ve kullanım ilişkileri ile üretim süreçlerindeki değerler aktarılmaya çalışılmıştır. Gerçekleştirilen incelemeler ile mahallelere ilişkin verilerin analiz ve sentezi yapılmış, alan çalışmasının uygulanması için mahallelerin ve alt bölgelerin taşıdığı değerler ele alınmıştır. Yerleşim içerisinde seçilen bölgeler çalışma kapsamında irdelenen kavram setleri üzerinden çalışılmıştır. Bölgelerdeki yoğunluğa temel oluşturan sayısal veriler incelenmiş, doğal ve sistemli gözlemler yoluyla kullanım süreçleri ile yapılı çevreyi meydana getiren mekânsal ve toplumsal boyutlar anlaşılmaya çalışılmıştır. Aynı alandan çoklu araştırma metodları kullanılarak elde edilen farklı verilerin bir arada örgütlenmesi amacıyla temelde kullanıcı davranışlarını anlamayı hedefleyen davranış haritalaması gerçekleştirilmiştir. Gerçekleştirilen inceleme ile mekânsal örüntüler ve sergilenen davranış biçimlerinin üst üste çakıştırılmış, alt bölgelerdeki kullanıcı davranışları ve sahiplenme düzeyleri tespit edilmiştir. Çalışmanın sonraki aşamasında bölgelerde ikâmet eden kullanıcıları odak grubuna alan anket çalışması gerçekleştirilmiştir. Kullanıcıların yerleşime olan tepkilerinin ve etkileşim boyutlarının ölçülmesini hedefleyen anket çalışması kapsamında kullanıcılara açık ve kapalı uçlu sorulardan oluşan karma sorular sorulmuştur. Elde edilen veriler değerlendirilerek tez çalışması kapsamında önemli olan bağıntıların kurulması sağlanmıştır. Tez çalışmasının sonuç ve değerlendirme bölümünde alan çalışmasından elde edilen sonuçlar, kuramsal veriden çıkarımlar ile birlikte değerlendirilmiştir. Sonuçların genel olarak araştırma hipotezini doğrulayacak biçimde olduğu görülmektedir. Çalışma kapsamında kurulan kuramsal çerçeve ve gerçekleştirilen alan çalışmasından elde edilen sonuçlar, açık mekân kurgularının plânlı konut yerleşimlerindeki mekânsal ve toplumsal yapıların biçimlenmesine etki ettiğini göstermektedir. Çalışmanın önemli bulgularından biri; sayısal ve algısal yoğunluk değerleri, yerleşim düzeni, komşuluk örüntüleri ve dolaşım ağı biçimlenişleri arasında bütüncül bir ilişki olduğudur. Mekânsal ve sosyal yaşantının zenginliğinin sağlanabilmesinin; bu değerlerin etkileşimli bir biçimde ele alınması ile mümkün olduğu anlaşılmaktadır. Mekânsal örgütlenme ilkelerinin fiziksel çevre ile birlikte, sosyo-mekânsal düzenin kurulumunu etkileyerek ortak kullanım alanlarındaki gündelik yaşantıyı, alansal davranış pratiklerini ve sosyal ilişki ağlarını biçimlendirdiği izlenmektedir. Plânlı konut yerleşimlerinin üretimlerindeki en önemli amaçlardan biri, kullanıcıların dengeli bir insan-çevre organizasyonu içerisinde yaşayabilecekleri konut çevrelerinin üretilmesidir. Tez çalışması, açık mekânların bu olguya sağladığı katkıların incelenmesi ve ulusal bağlamda önemli bir örnek oluşturan Ataköy Plânlı Konut Yerleşimleri'nin bu bakış açısıyla değerlendirilmesini amaçlamaktadır.
-
ÖgeThe impact of minimalist versus maximalist interior space on human short-term memory(Graduate School, 2022-02-08) Al Samarraie, Shahad Mustafa Fadhil ; Özkan Yıldız, Dilek ; İnce, Gökhan ; 502181030 ; Architectural DesignMinimalism is a widespread movement applied to every aspect of our lives, including our surrounding physical environment. Nevertheless, few experimental studies have been conducted on minimalist design, especially environmental psychology and its effects on psychology and the brain. Also, maximalism is considered as a new trend that has few experimental studies on. On the other hand, human spatial memory, a significant brain function used in everyday life, is affected by the environment that human experience. For this reason, this study explores the impact of the minimalist and maximalist interior spaces on the human's spatial short-term memory. It is examined by the comparison between three virtual living rooms; one of them is minimalist interior space (MNS) which represents a modern designed room with the least number of objects or stimuli, the second is grey-maximalist interior space (GXS) which represents the modern designed room with lots of objects and details but grey scale colors, and the third is colored-maximalist interior space (CXS) which is the same room like GXS but with color. Twenty participants aged 18-35 years have been asked to watch two videos while using the eye tracker device. Ten of them have watched the MNS video and the GXS video, and the others were asked to watch the MNS and CXS video while the video sequence was randomized. Then, they filled a questionnaire about memorizing the interior spaces and the objects there. It is found that the watching order is not significantly effective on the results so that they would not be biased. Also, the eye tracker's results showed that the MNS demands less fixation rate to be memorized with better efficiency than GXS, while the CXS demands the least degree of fixation. The behavioral results showed that the MNS caused the highest retrieving performance level, in contrary to the CXS which caused the least level. While, the GXS had lower retrieving performance level than MNS and higher than CXS levels. However, the MNS generally had the best behavioral results, but the differences mostly were not significant. Also, the color factor made the memorizing process less effort-demanding according to the eye-tracker results than in MNS. In addition, the significant gender differences were detected only in the remembered sketched objects of MNS while females scored higher performance than males. However, it is recommended to enlarge the studies on the MNS to have more vital evidence by using other methods with more participants. Also, it is recommended to explore the effect of color in the MNS on memory performance.