Lisansüstü Eğitim Enstitüsü
Bu topluluk için Kalıcı Uri
Gözat
Başlık ile Lisansüstü Eğitim Enstitüsü'a göz atma
Sayfa başına sonuç
Sıralama Seçenekleri
-
Öge1,3-ditiyolenil ve 1,3-ditiyepenil sübstitüye propargilaminlerin halka genişleme tepkimeleri(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2024-06-27) Dinç, Mert ; Yücel, Barış ; 509211265 ; KimyaHalka genişleme yöntemi, farklı büyüklükteki karbohalkalı ya da heterohalkalı yapıların üretilmesinde oldukça etkili bir stratejidir. Diğer yöntemlerle, özellikle büyük halkalı yapıların üretimi daha zor ve düşük verimle gerçekleştirilebilir. Halka genişleme tepkimelerinde, halkalı bir yapıdan yola çıkılarak, daha yüksek üyeli bir halkalı yapıya bir katalizatör varlığında veya basit reaktifler eşliğinde tek bir adımda ulaşılmaktadır. Bu da halka genişleme tepkimelerini atom ekonomisi ve tepkime verimi açısından oldukça önemli kılmaktadır. Bu bağlamda, özellikle ditiyoasetal türevleri büyük ilgi çekmektedir. Ditiyoasetal türevlerini karbonil bileşikleri gibi basit moleküllerden elde etmek kolay ve ekonomiktir. Bunların arasında, özellikle 1,3-ditiyen ve 1,3-ditiyolen türevleri organik sentez çalışmalarında önemli bir rol oynamaktadır. İlk olarak, karbonil gruplarını koruma görevi üstlenirler ve hem altı üyeli 1,3-ditiyen hem de beş üyeli 1,3-ditiyolen yapıları bu amaçla sıkça kullanılır. Ayrıca uygun 1,3-ditiyen türevleri güçlü bazlar aracılığıyla açil anyon eşdeğerlerini oluşturarak çeşitli elektrofiller ile tepkimeye girerler. Bu çalışmada 1,3-ditiyolenil ve 1,3-ditiyepenil sübstitüye propargilaminlerin bazik koşullar altında halka genişleme tepkimeleri incelendi. Kuvvetli bir baz ile bu yapıların öncelikle propargilik protonunu kaybettiğini ve sonrasında 1,3-ditiyolenil ve 1,3-ditiyepenil halkalarının genişlemesiyle sırasıyla 8- ve 10-üyeli kükürt içeren heterohalkalara yeniden düzenlendiği saptandı. Tepkime koşulları optimize edilerek farklı amino ve aril gruplarına sahip 8- ve 10-üyeli S,S-heterohalkalı yapılar iyi verimlerle sentezlendiler. Baz içeren düzenlenme tepkimesi için radikalik bir mekanizma önerildi. Önerilen mekanizma döteryum etiketleme ve radikal tuzaklama deneyleriyle desteklendi.
-
Öge1,5kW IE4 verim sınıfı asenkron motor ve şebeke kalkışlı daimi mıknatıslı senkron motor tasarımları ve performans karşılaştırması(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2022-02-11) Gedik, Hakan ; Ergene, Lale ; 504071007 ; Elektrik MühendisliğiDünyada enerji kaynakları hızla tükenirken ve sera gazı salınımları hızla artarken karar vericiler ve politika uygulayıcılar enerji verimliliği ile ilgili ciddi çalışmalar yapmaya başlamıştır. İklim sözleşmeleri ve bunun uygulama adımları olan regülasyonlar sayesinde enerji tüketen ürün ve cihazların verim değerleri ile ilgili zorunluluklar yürürlüğü girmiştir. Elektrik motorları, enerji tüketimindeki ciddi payı sayesinde regülasyonların radarına giren ilk ürünlerden biri olmuştur. 1990'lı yılların sonunda CEMEP tarafından verimli elektrik motorları için bir gruplama yapılmış, motorlar devir sayısı ve güçlerine göre belli verim değerleri ile artan verim sınıfına göre sırasıyla EFF3, EFF2 ve EFF1 olarak gruplanmıştır. Verimlilik konusunda yapılan çalışmalar neticesinde öncelikle 2008 yılında IEC 60034-30 standardı yayımlanarak verimli motor kapsamı, tanımı ve değerleri uluslararası geçerliliği olan bir şekle dönmüştür. En düşük verim sınıfı IE1 olmak üzere IE2, IE3 ve IE4 şeklinde tariflenen motorlar, 2009 yılında Avrupa Birliği'nde yayınlanan 640/2009 regülasyonu ile zorunlu bir üretim ve kullanıma tabi olmuştur. Öncelikle IE2 ve IE3 motor kullanımını zorunlu hale getiren regülasyon Temmuz 2021 itibari ile çıtayı yükselterek 0,75kW altı motorlar haricinde IE2 motorları yasaklamış, ilave olarak 2023 yılında IE4 verim sınıfını büyük güçlü motorlarda zorunlu hale getirmiştir. Regülasyonlar ile verim çıtasının daimi yükseltildiği motor sektöründe pazara ciddi oranda hakim olan asenkron motorlarda verimi arttırıcı faaliyetler hız kazanmış, bununla beraber bu motorlara alternatif olabilecek diğer motor türlerinin endüstride yer bulabilmesi adına çalışmalar başlamıştır. Elektrik motorlarının kullanım alanları arasında ciddi orana sahip olan pompa, fan, kompresör gibi uygulamalar değişken devirli uygulamalar olmalarına rağmen inverter kullanımı çok düşük olduğu için asenkron motorlara alternatif olabilecek dikkat çekici motorlardan biri şebeke kalkışlı daimi mıknatıslı motorlar olmuştur. Bu tez çalışmasında IE3 verim sınıfı 1,5kW 4p 90 gövde bir asenkron motor referans alınarak öncelikle klasik yöntemler ile IE4 verim sınıfı seviyesine çıkarılmıştır. Bu çalışmanın yanında IE3 asenkron motorun statoru sabit tutularak yeni bir rotor tasarımı sayesinde IE4 verim sınıflı şebeke kalkışlı daimi mıknatıslı senkron motor tasarlanmış ve doğrulanmıştır. Motor gövdesi, kapaklar ve diğer mekanik parçalar IE3 verim sınıfı motora ait olup tez çalışması kapsamında tasarlanan parçalar değildir. Elektrik ve elektromanyetik tasarımlar Flux 2D ve SPEED manyetik analiz programları ile gerçekleştirilmiştir. Öncelikle var olan IE3 verim sınıfı asenkron motor modellenerek diğer çalışmalar için referans oluşturması sağlanmıştır. Klasik yöntemlerden paket boyunun arttırılması, verimli sac kullanımı, verimli rulman kullanımı gibi yöntemlerle IE4 asenkron motor tasarımı yapılmıştır. İlave olarak yeni bir rotor tasarımı ile hem mıknatıs hem de alüminyum çubuklardan oluşan hibrit bir yapı ile şebeke kalkışlı senkron motorun tasarımı tamamlanmıştır. Yapılan tasarımlar prototiplenerek IEC 60034-2-1 standardına göre sırasıyla ısınma testi, performans testi ve boşta test adımlarına tabi tutularak test edilmiştir. Yapılan testler neticesinde her iki motorun da IE4 verim değerini yakaladığı tespit edilmiştir. Başarılı tasarım ve doğrulama çalışmalarından sonra her iki motor tipinin performans değerleri karşılaştırılarak uygulama alanına göre kullanıcılar tarafından değerlendirilebilmeye sunulmuştur.
-
Öge1-(1,3-Ditiyen-2-İl) propargilaminlerin iyodosiklizasyonuyla 3-amino-4-iyodotiyofenlerin sentezi(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2022) Mert, Zeynep ; Yücel, Barış ; 740890 ; Kimya Bilim DalıTiyofen türevleri biyolojik aktiviteye sahip doğal ve sentetik ürünlerin yapısında sıklıkla görülmektedir. Özellikle multi- sübstitüe olmuş ve üzerinde bir amino grubu ihtiva eden tiyofen türevleri sitotoksik, anti-enflamatuar, antiviral ve antibakteriyel aktiviteler göstermektedirler. Aynı zamanda güçlü biyolojik aktivitelere sahip multi-sübstitüe iyodotiyofenler metal katalizli çapraz bağlama reaksiyonları ile tiyofen halkasını daha da işlevselleştirmek için kullanılan değerli ara maddelerdir. Öte yandan tiyofen türevleri materyal kimyasında iletken oligomerik ya da polimerik yapılarda da yer almaktadır. Bu çalışmanın amacı 1,3-ditiyenil sübstitüe propargilamin türevlerinden yola çıkarak iyodosiklizasyon reaksiyonu ile 3-amino-4-iyodotiyofen türevlerinin sentezi için yeni ve verimli bir yöntem geliştirmektir. Başlangıç maddeleri olan 1-(1,3-ditiyen-2-il)propargilaminlerin sentezi bu tez kapsamında olmamakla birlikte, literatürde A3- kenetlenme reaksiyonu olarak bilinen bir yöntem ile sentezlenmişlerdir. Literatür araştırmalarından yola çıkılarak A3-kenetlenme ürünlerinin ditiyen bölgesinin bir dizi reaksiyonu tetikleyebileceği öngörülmüş ve A3- kenetlenme ürününün iyot ile aktive edilen üçlü bağa kükürt atomu saldırısı yoluyla molekül içi bir siklizasyona uğradığı anlaşılarak iyodotiyofen türevlerinin sentezi gerçekleştirilmiştir. İyodosiklizasyon reaksiyonu için gerçekleştirilen optimizasyon çalışmaları bir model reaksiyon üzerinden denendi ve 3-amino-4-iyodotiyofen türevi olan 4-(4-iyodo-5-fenil-(2-p-tolil)tiyofen-3-il)morfolinin başarıyla sentezlendiği görülerek yapısı tek kristal X- ray spektroskopisi ile aydınlatıldı. Optimizasyon çalışmaları sonunda aril ve heteroaril sübstitüe kenetlenme ürünleri için en iyi sonuç CH2Cl2 içinde 3 eşdeğer oranında I2 ile gerçekleştirilen reaksiyon koşulu ile sağlandı. Yapısında alkil sübstitüe ditiyenil grubu bulunan A3- kenetlenme ürünlerinin iyodosiklizasyon reaksiyonları için optimize edilen reaksiyon koşulu ise 1.5 eşdeğer CaCO3 ve 3.0 eşdeğer I2 varlığında diokzan-su karışımı içinde 70 oC sıcaklık olarak bulundu. Sonuç olarak aril, heteroaril ve alkil sübstitüe iyodotiyofen türevleri iyi- orta verimlerle sentezlendi ve flaş kolon kromotografisi ile izole edildi. 1,3-Ditiyenil sübstitüe A3- kenetlenme ürünleri, iyodosiklizasyon reaksiyonu için optimize edilen koşullarda beklenen iyodotiyofen türevlerini üretmediler. Bu başlangıç maddeleri baz içeren optimize koşullarda morfolin sübstitüe dihidroiyodotiyofen türevlerini verirken, baz içermeyen optimize koşullarda ise tiyoalkil sübstitüe iyodotiyofen türevlerini ürettiler.
-
Öge%100 kayma etkisi altında düşük basınçta lastik davranışının incelenmesi(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2022-09-13) Kalyoncu, Alp ; Parlar, Zeynep ; 503191203 ; KonstrüksiyonBu tezde lastiklerde, kontrol edilmediği takdirde, zaman içerisinde, meydana gelen basınç düşüşünün etkileri incelenecektir. Lastiklerde basınç düşüşü hiçbir çevre faktörü etkili olmasa dahi ozmoz nedeniyle gerçekleşmektedir. Lastiklerin bu nedenle ayda 1-3 psi arası basınç kaybettiği lastik firmalarının çalışmalarınca tespit edilmiştir. Çevresel faktörlerin de bu basınç kayıplarında etkisi olabilmektedir. Sıcaklık farkları, fark edilmeyen ancak etkili bir nedendir. Her 10°C sıcaklık düşüşü 1-3 psi lastik basıncı düşüşüne neden olacaktır. Supap kapağının zamanla eskimesi ve özelliğini yitirmesi, yolculuklar sırasında çukurlara ve tümseklere maruz kalma gibi faktörler de zamanla lastik basıncının beklenenden kısa sürede düşmesine neden olur. Tezin ilerleyişi öncelikle lastiğin temel yapısının anlatılışı ile başlayacaktır. Ardından lastik tipleri ve aşınma türleri tanıtılacaktır. Daha sonra aşınma nedenleri ve düzensiz aşınma tiplerinden bahsedilmiştir. Lastiğin temel fiziksel davranışlarının daha iyi kavranabilmesi için kullanılan fırça modeli tanıtılmıştır. Fırça modelinin tanıtılması ile lastiğin yere güç aktarımı sırasında meydana gelen kayma olayı açıklanmıştır. Lastiğin modellenmesi ile ilgili gerekli bilgiler verildikten sonra analizin sınır koşulları ve bu koşulların nasıl seçildikleri açıklanmış, ardından analiz sonuçları sunulmuştur. Düşük basınç altında lastik yapısında bulunan karkas yapısının da etkisiyle yere yapılan basınç dağılımı düzensiz bir hal almaktadır. Bu düzensizlik, kendini omuz kısımlarında yoğunlaşıp, sırt kısımlarında yeterince yere basınç uygulamayan bir dağılım ile göstermektedir. Lastiğin yere uygulayabileceği çekiş kuvvetleri, yere yaptığı basınç ile doğrudan ilişkilidir. Dolayısıyla burada gerçekleşen düzensiz dağılım kendini çekiş kuvvetleri anlamında da gösterecektir. Yapılan analizler ile düşük basınçta gerçekleşen düzensiz dağılım gösterilmiştir. Yere yapılan basınç dağılımının yanı sıra lastik ile yer arasındaki sürtünme kaynaklı gerilme ve lastikte oluşan Von-Mises gerilmeleri de analiz sonuçlarında verilmiştir. Sonuçlar kısmında elde edilen veriler tablo ile karşılaştırmalı olarak sunulmuştur. Buna göre sürtünme kaynaklı gerilimde düşük basınç durumunun normal basınca göre %13'e varan bir oranda düşüşe neden olduğu görülmüştür. Bu düşüşe neden olan temel etmen yere yapılan basıncın düzensiz dağılması sonucu efektif bir şekilde kullanılamayan taban alanıdır. Ortaya çıkan bir başka sonuç ise lastik deseninde bulunan sivri köşeli oyukların daha hızlı aşındıklarıdır. Kayma esnasında hücum kenarında bulunan köşelerde daha yüksek gerilmeler gözlenmiştir.
-
Öge11.-14. yy. Kı̇lı̇kya savunma yapılarının koruma sorunları(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2022-07-01) Kök Sökmen, Derya ; Sayar Kahya, Yegan ; 502142205 ; RestorasyonKilikya, kuzeyinde Torosların güneyinde Akdeniz'in coğrafi olarak sınırlarını çizdiği, doğu-batı aksında İskenderun Körfezi ile Alanya arasında kalan, yaşam ve tarım ürünleri için uygun iklime, madencilik, ormancılık, dokumacılık gibi ekonomik getirisi yüksek faaliyetlere sahip bir bölgedir. Anadolu'yu Akdeniz'e ve Mezopotamya'ya bağlayan yollar üzerinde olan konumu stratejik önemini arttırmaktadır. Ayrıca, denize paralel olan Toroslar Anadolu platosu ile arada doğal savunma oluştur ve bu hat üzerinde az sayıdaki geçitlerden bölgeye ulaşımın sağlanması ile kontrol edilebilirliği, hakimiyeti kolay bir bölgedir. Güvenliğin ve ekonomik zenginliğin sağlanabilmesinde sunduğu imkanlar ile yerleşimler için son derece avantajlı olan bölgenin sahip olduğu bu ayırt edici özellikler tarih boyunca Kilikya'nın çok sayıda hakimiyet mücadelesine ev sahipliği yapmasına neden olmuştur. Sahip olunan topraklarda hakimiyetin devamlılığını sağlama veya hakimiyet elde etme isteği ile 'savunma ve saldırı' tarih boyunca gündemde olmuştur. Çalışmada konu alınan 11-14.yüzyıl aralığı savunma yapılarının sayısı, bölgedeki dağılımı ve mimarileri ile savunmanın bölgede son derece önemli olduğu bir dönem olarak ön plana çıkmaktadır. Nitekim, çalışma kapsamında bu döneme ait 90 yapı tespit edilmiştir. Savunmanın antik dönemlerden itibaren ihtiyaç olması, başlangıçta sivil yerleşimlerin saldırılar karşısında güçlendirilmesine, daha sonra ise savunmanın kendine has çözümleri ile sivil yapılardan ayrılan bir mimarinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Yüzyıllar içinde doğal veriler, stratejik noktalar, yapım süresi, mali kaynaklar gibi çeşitli değişkenler ile birlikte savunmaya olan katkılarının deneyimlenmesiyle bazı biçimsel ve yapısal özellikler yüzyıllar boyunca tüm bölgede geliştirilerek kullanılırken, bir kısmının kullanımı son derece seyrekleşmiş veya terk edilmiştir. Bu nedenle, bölgenin coğrafyası, tarihi, stratejik noktaları öncelikle tanımlanmıştır. Ayrıca, çalışma kapsamında ele alınan yapıların mimari özelliklerini geniş bir bakış açısı ile değerlendirebilmek için eski çağdan itibaren çeşitli dönemlere ait tarih katmanları tespit edilmiş savunma yapıları da incelenmiştir. 11-14.yy.'da tüm Anadolu'da olduğu gibi Kilikya'da da savaşların yoğunlaşması ve hakimiyet sağlamanın, savunma yapıları ve idari merkezlerin ele geçirilmesi ile bağlantılı olması, savunma yapılarına olan ihtiyacı arttırmıştır. Bölgenin önemli merkezlerinin (idari, üretim, ticari), haç, askeri veya ticari amaçlarla kullanılan geçitlerin, yolların, yerleşimlerin, tarım alanlarının güvenliği için mevcut yapılar güçlendirilmiş veya yenileri inşa edilmiştir. Ayrıca, birbirlerinin menzil alanı ile kesişim noktaları oluşturarak kontrol edilen sınırın genişlemesine imkân verecek şekilde konumlandırılmışlardır. Yüzyıllar içinde bölgedeki siyasi ve ekonomik gelişmelere bağlı olarak sayıları çoğalırken bir araya geldiklerinde günümüz siluetinde de takip edebildiğimiz yoğun bir savunma sistemi oluşmuştur. Bu sistemin bölge haritası çıkarıldığında, yapıların bölgedeki yerleşiminin detaylı olarak incelenmesi ile homojen bir dağılımın olmadığı, belirli yol, akarsu ve yerleşimlerde yoğunlaşıldığı, buna karşı bazı alanların savunma yapısı ile desteklenmediği görülmüştür. Yapıların bölge içindeki konumlarında olduğu gibi mimari biçimleri de stratejik bir yaklaşımın sonucunda meydana gelmiştir. Dolayısı ile bölge içinde savunulması gereken stratejik noktanın belirlenmesinin ardından yapının inşa edileceği yerleşim yerinin kararı son derece önemlidir. Çalışmada bu nedenle yapıların yerleşim alanı yerinde incelenerek, yüzey şekli ve sahip olduğu çevre elemanları gözlenmiş, buna göre akarsu, ticari yollar, yerleşim yerleri ve stratejik noktaların yapının yerleşim kararlarındaki etkisi araştırılmıştır. Savunma mimarisinin temel elemanları olan beden duvarı, burç ve girişlerin yerleşim planındaki konumu savunma stratejisi için son derce kritiktir. Yapılar peyzaj verileri (bulunduğu arazinin biçimi, akarsular, zemin yapısı vb.), finansal güç (merkezi veya feodal yönetimin katkısı), işin bitim süresi (saldırılar devam ederken hasar gören yerin acilen tamamlanması veya gelecek saldırılar için önlem olarak inşa edilmesi), dönemin askeri ve inşa tekniği, kültür etkisi gibi çok sayıda parametrenin farklı kombinasyonlarla bir araya gelmesi ile inşa edilmiştir. Bu değişkenler, yapıların birbirinden farklı olmasına neden olmakla birlikte bölgesel bir savunma stratejisinin parçaları olarak her yapı için uygulanan kararlarda ve etkili değişkenlerdeki ortaklıkların artması ile benzerliklerin de oluşmasına neden olmuşlardır. Buna yönelik tespitler için burç, beden duvarı, giriş, sivil kütleler olan sarnıç ve şapeller mimari yönden incelenmiş, böylece 11-14.yy. Kilikya savunma yapılarının mimari özellikleri tanımlanmıştır. Çalışma konusunun bölgeselden, yerleşim alanına ve yapısal elemanlara doğru farklı ölçeklerde ele alınması ile yapıların sahip olduğu koruma değerleri tanımlanabilmiştir. İşlevden kaynaklanan ortaklıklar nedeniyle savunma yapılarının sahip olduğu değerler ile çakışma gösterdiği tanımlamalar kaçınılmaz olarak mevcuttur. Ancak, çalışma konusunun farklı bölgelerdeki yapılardan tamamen veya kısmen farklılaşan değerlerinin olduğu tespit edilmiştir. Bu, koruma sorunlarının doğru tespitine imkân verirken korunması gereken değerler olarak çözüm önerilerini de yönlendirecek olması nedeniyle önemlidir. İşlevlerinin sona ermesi ile terk edilen ya da özgün işlevinde kullanılmayan yapılar bozulma sürecine girmiştir. Bu sürecin çalışmaya konu olan her yapı için aynı seyretmediği alan çalışmaları sonunda tespit edilmiştir. Sorunların nedenleri tanımlanmadan önce koruma durumları değerlendirilmiştir. Yapıların bölge içindeki konumu, yerleşim kararları ve mimari özelliklerinin mevcut durumları üzerindeki etkisi araştırılmıştır. Yapıların kentsel, kırsal, izole alanlarda yer almaları, tarım, orman veya kıyı ile ilişkileri, erişilebilirlik ve görünürlüğün ve yapısal özelliklerin yapıların bozulma durumları ile ilişkili olduğu tespit edilmiştir. Koruma sorunlarının arka planı ise bu tespitler ışığında, Kilikya savunma yapıları özelinde aynı parametreler üzerinden ele alınmıştır. Tüm kültür varlıklarında etkisinden söz edilebilecek doğal nedenler, yapıların bölge içindeki konumu, çevre verileri ve yapısal özellikleri ile ilişki kurularak değerlendirilmiştir. Alan çalışmalarında elde edilen birikimin yanında yasal ve yönetsel sorunların tespit edilebilmesi için ilgili kurumlarda tüm yapılar için arşiv araştırılması yapılmıştır. Elde edilen tüm veriler her yapı için bölgesel ve yapıların yakın çevresi ile ilişkilendirilmiştir. Böylece, farklı boyutları ile yapıların koruma durumlarının arka planı çözümlenirken, korumaya sorun teşkil eden noktalar alana özel olarak saptanmıştır. İçinde bulunduğumuz yüzyılın henüz ilk çeyreği tamamlanmamışken Türkiye'de geçmişle kıyaslandığında hiç olmadığı kadar savunma yapısı koruma çalışmasına alınmış ve alınmaya devam edilmektedir. Bu ilginin artması yüzyıllardır doğanın ve insanın tahribi karşısında 'savunmasız' kalan yapılar için olumlu bir süreç olarak değerlendirmek mümkündür. Ancak, çalışma kapsamında, onarım gören yapıların onarım sonrası durumları ve koruma çalışmalarındaki süreç incelendiğinde, her yapı bağlamsal olarak ilişkide olduğu çevresinden ve sistemin geri kalan yapılarından bağımsız olarak ele alınmıştır. Nitekim, çalışmada tanımlanan Kilikya savunma yapılarının koruma değerlerinin tanımlanmamış olduğu görülmektedir. Bu değerlerin korunması için önerilecek koruma çalışmalarının, eksik veya yanlış koruma yaklaşımları ile tespit, tescil, belgeleme, planlama, projelendirme ve uygulama süreçlerinde belirlenen sorunların gölgesinde ilerlemesi Kilikya savunma sisteminin özgünlüğü ve bütünlüğü için önemli bir risk oluşturmaktadır. Her yapının günümüze ulaşan bu bütünlüğün parçası olması ve birinin kaybının bu bütünselliği olumsuz yönde etkileyeceği nedeniyle sorunların çözümü önem ve aciliyet içermektedir. Çalışmada bu bakış açısı ile, sistemi oluşturan her yapının ve dolayısı ile sistemin korunabilmesi için önerilerde bulunulmuştur. Merkezi yönetimin koruma yaklaşımından uygulamaya giden koruma sürecinin bütün adımları için savunma yapılarına yönelik öneriler sunulmuştur. Ayırt edici özellik olarak tanımlayabileceğimiz yüzyıllardır ayakta kalmayı başarmış olan savunma sisteminin sürekliliği için ise bölgeye özgü bütüncül bir koruma yaklaşımı geliştirilmiş, ortak sorunlar ve temalar üzerinden yönetim alanları oluşturulmuştur.
-
Öge17 Ağustos 1999 Marmara Depremi ile 6 Şubat 2023 Kahramanmaraş depremlerinin boylamsal analiz yöntemi ile karşılaştırılması(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2023-10-19) Fırat, Mine ; Kundak, Seda ; 502201862 ; Şehir Planlama21. yüzyılın ilk çeyreğinde dünyanın farklı noktalarında gerçekleşen çeşitli afetlerin sayısının her geçen gün arttığı görülmektedir. Bugüne kadar tecrübe edilen afet sayısındaki artış, afet risk yönetimi alanında teorik ve pratik olarak gerçekleşen birçok çalışmayı da beraberinde getirmektedir. Bilindiği üzere Türkiye bir deprem ülkesi olmakla beraber, aynı zamanda iklim değişikliğine bağlı gelişen çeşitli afetlerle farklı zamanlarda ve farklı lokasyonlarda yüzleşmek durumunda kalmaktadır. Ülkemiz bugüne kadar sayısız büyük depremle karşı karşıya kalmıştır. 1939 Erzincan Depremi'nin ardından etki alanı en büyük deprem bugüne kadar 1999 Marmara Depremi olmuştur. 6 Şubat 2023 04.17 de gerçekleşen ve merkez üssü Kahramanmaraş olarak belirlenen depremin ardından 13.24'te gerçekleşen ve merkez üssü tekrar Kahramanmaraş olan 2 büyük depremin bilançosu 1999 Marmara Depremi'nden daha büyük olmuş ve Türkiye tarihinin en yıkıcı depremlerinden birisi olarak kabul görmüştür. Depremin etkilediği 11 şehirin yaklaşık nüfusu 13.5 milyon olup; Marmara depremi ile karşılaştırılamayacak büyüklükte bir alan ve nüfus depremden etkilenmiştir. Tecrübe ettiğimiz bu deprem mekansal planlama standartlarının bölge özelinde belirlenmesi gerekliliğinin, afet risk yönetim öncesi ve sonrası planlarının hazırlanmasının, kurumsal organizasyon ve entegrasyonun önemini tekrardan gözler önüne sermiştir. Bu çalışmanın amacı, tecrübe edilen afetlerden sonra revize edilen yasal araç ve uygulamarın ve ulusal çalışmaların uygulamada başarılı ve başarız yönlerini belirlemektir. 1999 ve 2023 depremleri arasında geçen zamanda yürütülen uygulamalara bağlı olarak afet sonrası tecrübe edilen şeylerin ve yaşanan problemlerin tekrar edip etmediğini görmek ve elde edilen sonuçlar ışığında öneriler geliştirilmeye çalışılmıştır. Çalışma kapsamında, 17 Ağustos 1999 Marmara Depremi ve 6 Şubat 2023 Kahramanmaraş Depremleri çeşitli başlıklar altında incelenerek afet risk yönetimi ve bu bağlamda uygulamada olan yasal araç ve uygulamaların süreç içerisindeki gelişimlerinde bulunan eksiklikleri ve başarılı olunan tarafları ortaya koyulacaktır. Çalışmanın yöntemi, 17 Ağustos 1999 Marmara Depremi ve 6 Şubat 2023 Kahramanmaraş Depremleri'nin boylamsal analiz yöntemi ile karşılaştırmalı vaka analizinin yapılması olup; mekansal veriyi analiz edebilmek adına çeşitli parametreler belirlenmiştir. Mevcut kanun, mevzuat ve yönetmeliklerin uygulama araçları ve pratikleri ile depremlerden etkilenen bölgelerde arazi kullanımı, yapı performansı ve kentsel donatı elemanlarının deprem öncesi ve sonrasında ilişkisel bağlantıları incelenmiş ve boylamsal analiz yöntemi ile karşılaştırılması yapılmıştır. Aynı zamanda karşılaştırma çalışmaları esnasında çalışma alanlarının depremsellik açısından coğrafi özellikleri, meydana gelen depremlerin deprem karakteristikleri, demografik yapı ve depremlerin medya ve basına yansımaları değerlendirilen diğer başlıklar arasındadır. Yapılan çalışmadan elde edilen sonuç 1999 depreminden çıkarılan derslerin ve elde edilen sonuçların uygulamada yeterince geliştirilmemiş olduğu, mevzuat esas ve usullerinin uygulama eksikliklerinin olduğu ve mekansal planlama çalışmalarının etkin bir şekilde yürütülemediği, afet risk yönetim planları hazırlanırken daha detaylı çalışmaların yürütülmesi gerektiği, afet öncesi aksiyon planlarının geliştirilmesi ve kentsel dönüşüm çalışmalarının hızlandırılması gerektiği olmuştur.
-
Öge1865 Hocapaşa yangını sonrası Piyer Loti-Peykhane caddeleri ve çevresinin gelişimi ve koruma-sergileme önerisi(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2022) Saka, Cansu ; Özdoğan Eres, Zeynep ; 725691 ; Restorasyon Bilim Dalı1865 Hocapaşa yangını Tarihi Yarımada'nın büyük bir kısmını harap etmiş, yangın sonrası yeniden düzenlemeler sonucunda kent dokusu değişmiş ve yeni akslar ortaya çıkmıştır. Hocapaşa yangın bölgesinde yer alan çalışma alanı, iki önemli aks olan Piyer Loti-Peykhane Caddelerini ve kesişiminde kalan bölgeyi kapsamaktadır. Günümüzde, konum olarak önemli bir kentsel boşluk olan Sultanahmet Meydanı çeperinde olmasına rağmen tarihsel önemi fark edilmemektedir. Piyer Loti-Peykhane Caddelerinin niteliğinin yansıtılması için yangın sonrası değişen kent dokusu, dönemin modern imar uygulamaları kapsamında incelenerek alanın kültürel değerlerinin topluma sunulmasına yönelik çalışmalar yapılması gerekmektedir. Osmanlı İmparatorluğu'nda, 19. Yüzyıl'ın ikinci yarısına kadar yangın sonrası yeniden düzenlemelerde yerleşim dokusu ve sokaklar korunmuştur. Ancak Tanzimat Dönemi'nde çeşitli nizamnamelerle kentin sokak örüntüleri Batılı kentlere öykünerek değiştirilmeye çalışılmıştır. 1848-1882 yılları arasında çıkan altı adet Ebniye Nizamnamesi'nde yerleşim dokusu, sokak genişlikleri ve yapı inşa teknikleri belirlenmiştir. Nizamanmelerde, İstanbul'un Avrupa başkentleri gibi birbirini dik kesen geniş ve ferah sokaklara sahip olması amaçlanmaktadır. Harap olan yangın bölgeleri nizamnamelerin uygulanabileceği alanlar olarak görülmüş ve Osmanlı Dönemi modern imar uygulamalarına ev sahipliği yapmıştır. Bu bağlamda Hocapaşa yangını sonrası ilk kapsamlı uygulamalar gerçekleştirilmiştir. Kentsel dokunun değişimi yangın öncesi ve sonrasına tarihlenen haritalardan görülmektedir. Tez kapsamında, yeniden düzenlemelerin saptanması amacıyla eski haritalar dijital ortamda sayısallaştırılarak karşılaştırılmıştır. Çalışma alanının büyük bir bölümünde çıkmaz sokakların kaldırıldığı, yeni yol akslarının oluştuğu ve sokak genişliklerinin nizamnamelere göre düzenlendiği görülmektedir. Sokollu Mehmet Paşa Külliyesi'nin batısında ahşap yapıların çoğunlukta olduğu organik yerleşim dokusu, Divanyolu Caddesi'nin güneyinde ise kagir yapıların çoğunlukta olduğu ızgara yerleşim dokusu belirginleşmiştir. Izgara dokuyu kavisli geometrisiyle kesen Piyer Loti Caddesi, nizamnamelere uygun genişliği ile diğer caddelerden ayrışmaktadır. Çevresinde bulunan kagir ve bahçeli yapıların yerine günümüzde modern üslupta inşa edilmiş apartmanlar bulunmaktadır. Caddenin niteliği göz önüne alındığında günümüzde olduğu gibi yeni açıldığı dönemde de önemli bir aks olduğu anlaşılmaktadır. Piyer Loti Caddesi'ni kesen diğer aks olan Peykhane Caddesi, Divanyolu Caddesi ve Sultanahmet Meydanı arasında bağlantı kurmaktadır. Yangın öncesine tarihlenen haritalarda izi görülmektedir. Çevresinde günümüze ulaşmış Bizans, Osmanlı ve Cumhuriyet Dönemi yapıları bulunmaktadır. Çalışma alanının yangın sonrası değişen kentsel dokusu içinde tarihsel süreklilik gösteren tek akstır. 20. Yüzyılın ortalarında konut ihtiyacının artması ile kagir ve ahşap yapı stoğu farklılaşmış ve 4-6 katlı betonarme apartmanlar inşa edilmiştir. Bu değişime rağmen çalışma alanının niteliğini tanımlayan yerleşim dokusu 19. Yüzyılın sonundan itibaren değişmemiştir. Aynı zamanda yapı parsel büyüklükleri ve cephe genişlikleri korunarak günümüze ulaşmıştır. Somut öğelerin yanı sıra süreklilik gösteren sokak isimleri, manzarayı içeren bakı noktaları çalışma alanının tarihsel önemini vurgulamaktadır. Kentsel miras değerinin ortaya çıkarılması ve tanımlanması amacıyla 2011 tarihli Valetta İlkeleri incelenmiş, bu bağlamda ilke ve stratejiler belirlenmiştir. Sultanahmet Meydanı'na sınırı olan çalışma alanı, turizm açısından değerlendirildiğinde de merkezi bir konumda yer almaktadır. Yerli, yabancı turistlere ve İstanbullulara alanın miras değerlerinin sunulmasına yönelik öneri geliştirilmiştir. Müdahale ve koruma projeleri, konumunun potansiyeli değerlendirilerek, mevcut bilgiler ışığında bölgenin tarihi öneminin vurgulanmasını amaçlamaktadır. Piyer Loti- Peykhane Caddeleri ve çevresinin tarihi kimliğini yansıtabilmek ve bütüncül şekilde topluma sunulmasına yardımcı olmak ümit edilmektedir.
-
Öge19. yüzyıl İstanbul mimarlık ortamında Rum Ortodoks kiliselerinin yapım ve onarım süreçleri(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2020-10-15) Pulat Sönmez, Ece ; Mazlum, Deniz ; 502142202 ; Restoration ; Restorasyon18. yüzyılda batı ile etkileşimi artan Osmanlı Devleti 19. yüzyıl ile birlikte idari, sosyo-kültürel ve ekonomik alanda birçok değişim yaşamıştır. Yaşanan bu değişimler kentsel düzene ve mimariye de etki etmiş, kent içinde yeni yapı tipleri ve yeni mimari üsluplar görülmeye başlanmıştır. Bu çalışma ile söz konusu değişimlerin Rum Ortodoks kiliselerinin yapım ve onarım süreçlerine nasıl etki ettiği ele alınmıştır. Özellikle Tanzimat ve Islahat fermanları ile eşitlik olgusunun vurgulanması ve gayrimüslim kesimin yeni haklar elde etmesi, kilise mimarisi için de yeniliklere sebep olmuştur. İstanbul kent merkezinde bulunan tüm Rum Ortodoks kiliselerinin ön çalışma olarak izlenmesi ve onlara dair envanter fişleri oluşturulması ile başlanan bu tezin ana kaynaklarını da Osmanlı arşiv belgeleri oluşturmaktadır. Osmanlı Arşivi dışında, kilise vakıflarına ait arşivlerde ve bazı özel arşivlerde yapılan araştırmalar sonucunda elde edilen belgelerin gün ışığına çıkarılması amaçlanmıştır. Bu belgeler ile seçilen Rum Ortodoks kiliselerinin onarım ve yapım süreçlerindeki, idari işleyiş ve mimari teknik bilgiler incelenmiştir. Onarımlarda kullanılan yapı malzemeleri, çalışan meslek grupları, yapım teknikleri, kullanılan ölçü birimleri, görev alan kurum ve kuruluşlar gibi bilgiler arşiv belgelerinden öğrenilmektedir. Bu belgeler aracılığı ile geçmiş dönem restorasyon uygulamaları ile ilgili bilgi edinmek gelecekteki müdahaleler için yol gösterici niteliktedir. Çalışma sırasında İstanbul'da bulunan 96 adet Rum Ortodoks kilisesi için ön araştırma ve inceleme yapılmıştır. Tüm bu kiliseler için Osmanlı Arşivi'nde bulunan belgeler tespit edilmeye çalışılmıştır. Kiliselerin tarihî ve mimari özelliklerine, eski fotoğraf ve haritalardaki varlıklarına ve haklarında yapılan detaylı çalışmalara yer verilen envanter fişleri hazırlanmıştır. Arşiv belgelerinin niteliğine göre şekillenen bu tezde Galatasaray Panayia Kilisesi'nin genişletilmesi, Şişli Metamorfosis Kilisesi'nin yapımı, Kumkapı Panayia (Elpida) Kilisesi'nin ve Gedikpaşa Ayia Kiryaki Kilisesi'nin yeniden yapım süreçleri detaylı olarak ele alınmıştır. Örnek incelemelerinden önce 19. yüzyılda İstanbul'da mimarlık ve kültür ortamının nasıl olduğu; kent dokusunda, toplumsal ve kültürel alanda yaşanan değişim ve dönüşümler, İstanbul'daki gayrimüslimler ve mimarlık etkinlikleri, gayrimüslimler içinde Rumların yeri alt başlıkları ile ele alınmıştır. 19. yüzyıl İstanbul'unda yapım ve onarım faaliyetleri ise; anıtsal yapıların yapım ve onarım süreçleri, idari yapılanma, yasal süreçte yaşanan değişimler, Rum Ortodoks kiliselerinin yapım ve onarım süreçleri alt başlıkları ile aktarılmıştır.
-
Öge19. yüzyıl İstanbul'unda tarihî camilerin ihyası, örnekler ve arşiv belgeleri üzerinden bir tespit ve araştırma(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2022-02-25) Çiçek Ünal, Özlem ; Mazlum, Deniz ; 502082207 ; Restorasyon ; Restoration19. yüzyılda İstanbul'da çok sayıda tarihî cami ve mescit; yaşanan yangınlar, 1894 depremi, bakımsızlık ve imar faaliyetleri gibi nedenlerle kullanılamaz duruma gelmiş ve yeniden inşa/ ihya edilmiştir. O dönemde imparatorluğun Batı ile gelişen ilişkileri, değişen mimari beğeniler, yaşanan maddi sorunlar ve İstanbul'da yaşanan değişim ve dönüşümler yeniden inşa faaliyetlerinin ölçek ve niteliğini etkilemiştir. İstanbul'un artan nüfusu ile orantılı fiziki büyümesi imar hareketlerini beraberinde getirmiş; yeni ulaşım ağları, rıhtımlar, meydanlar gibi düzenlemeler hız kazanmıştır. Üst üste yaşanan yangınlar, pek çok kayba neden olmanın yanında, sonrasında getirilen yeni düzenlemelerle Batılı bir kent görünümüne kavuşmak için fırsat sunmuştur. Yangınlar ve 1894 depremi sonrası pek çok yapının aynı anda hasar görmesi, gerekli onarımların ve inşaatların yapılabilmesi için kaynak bulunmasını güçleştirmiş ve kimi durumlarda yapıların ayakta tutulabilmesi için gerekli olan müdahaleler gecikmiştir. Osmanlı arşivinde bulunan; yangınlar sonrasında hasarlı yapılar ve bağlı bulundukları vakıfların maddi durumları hakkında hazırlanmış defterler yaşanan sorunları ortaya koymaktadır. Vakıf yapısı olan tarihî cami ve mescitler, vakıfların yönetimindeki bozulma ve suistimaller neticesinde düzenli bakım ve onarımları için gereken ödeneklerden mahrum kalmış; yangın ve deprem gibi ani hasarların yanında kimi zaman geçen zaman içinde gelişen hasarların onarım bedellerini de karşılayamayacak duruma gelmiştir. Bu durumun önüne geçebilmek için vakıf yönetimleri ve bütçelerini tek bir çatı altına toplamak için idari adımlar atılsa da yaşanan maddi sorunların önüne geçmek kolay olmamıştır. Sonuç olarak kentteki tarihî cami ve mescitler hem bağlı oldukları vakıfların sorunları hem de içinde bulundukları kentte yaşanan afetler ve değişimler neticesinde ayakta tutulamayarak ihya edilmişlerdir. Tez kapsamında yapılan ve selâtin camilerini kapsam dışında bırakan araştırma, 1780-1920 zaman aralığında İstanbul'da 153 cami ve mescidin çeşitli nedenlerle kısmi ya da bütüncül olarak yeniden inşa edildiğini ortaya koymuştur. Gerçekleşen bu ihyalarda yapıların tarihî kimlikleri değil vakıf kimlikleri önde tutulmuştur. Genel olarak ihyalarda amaçlanan hedef vakfedilen işlevi uzun süre yerine getirebilecek sağlam bir yapı elde etmektir. 19. yüzyılda Batı'da gelişen anıt eser ve koruma kavramları Osmanlı'da gecikmeli olarak yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında tartışılmaya başlanmıştır. Batının etkisiyle antik eserler üzerinde oluşan ilk ilgi zaman içinde daha geç dönem eserlerine kaymıştır. Çoğu vakıf yapısı olan, anıt niteliğindeki eski eserlerin onarımları yaşanan afetler nedeniyle 19. yüzyılda da gerçekleştirilmiş; önemli eserlerin uygulamalarında dönemin genel pratiklerine uygun olarak yabancı ya da yurt dışında eğitim almış mimarlar ağırlıklı olarak görevlendirilmiştir. Yapılan yasal düzenlemelerle onarımların uzman kişilerce ve denetim altında yapılması sağlanmaya çalışılmıştır. Osmanlı arşiv belgeleri; gerçekleştirilen ihyaların nedenleri, ihya kararının alınması, yapıları ihya ettiren kurum ve kişiler, ihya bedellerinin belirlenmesi ve karşılanması, ihya uygulamalarında izlenen süreç ve ihyalarda kullanılan yeni mimari üsluplar konusunda bilgi vermektedir. Yapıların ihyasında yukarıda sıralanan konular her yapının kendi koşulları ve hasar durumu özelinde değişebilmektedir. Yapılar kimi zaman kısmen ayakta tutularak, kullanılabilir durumdaki mevcut malzemesi ile ihya edilirken kimi zaman ise ihya edilecek yapı tamamen ortadan kalktığı için yeni baştan bir yapı inşa edilmektedir. Yapıların ihyasında bunun gibi değişkenlik gösteren durumları ortaya koyan örnekler tez çalışması içinde detaylı olarak aktarılmıştır. Kelime olarak "yeniden canlandırma" ve "diriltme" anlamına gelen "ihya" koruma biliminde rekonstrüksiyon (yeniden yapım) eylemine karşılık gelmektedir. 19. yüzyılda gerçekleştirilen ihyaların amacı yapıyı yaşatmaktan çok vakfedilen işlevi ve vakfedenin adını yaşatmaktır. Bu nedenle yapı tamamen değişse bile adı ve işlevi değişmemektedir. Cami ve mescitlerin, kendi arsalarında yeniden inşa edilmiş olmaları nedeniyle, konumları sabit kalmakta böylece kent tarihinde değişmeyen noktalar olarak günümüze ulaşmaktadırlar. Her ne kadar ihyalarda zamanın ihtiyaç ve yönelimlerine göre; üslup, malzeme, teknik ve ek işlevler değişebilse de yapının adı, işlevi ve konumu korunarak vakıf hizmeti yeniden canlandırılmakta ve devam ettirilmektedir. Rekonstrüksiyon koruma alanında tartışılmaya başlandığı günden itibaren belli sınırlar ve kurallar koyulmaya çalışılan bir uygulamadır. Çoğu zaman maksadını aşan bu uygulama; özellikle ani eser kayıplarına neden olan savaş ve afet gibi durumlarda, toplumun hafızasının devam edebilmesine ve iyileşmesine yönelik olarak başvurulabilir bir uygulama olarak tanımlanmakta ve sınırlandırılmaya çalışılmaktadır. Günümüzde koruma için neredeyse bir problem haline gelen rekonstrüksiyon; toplumsal iyileşme ve kültürel devamlılık gibi nedenlerin dışında; eski eser-turizm ilişkisinin getirdiği ekonomik kazanç, yapılaşma kısıtlaması olan tarihî yerleşimlerde inşaat yapma fırsatı ve simge yapıların hizmet edeceği politik çıkarlar gibi motivasyonlarla uygulanabilmekte, hatta kültür varlıklarının kaybını telafi edebilen bir müdahale olarak değerlendirilmektedir. Bu tezin, günümüzde moda bir tabir ve uygulama olan "ihya"nın koruma tarihimizdeki gerçek yerini anlamaya katkıda bulunması ve incelediği örneklere yapılacak olası müdahalelere ışık tutması umulmaktadır.
-
Öge19. yüzyıl tarihi demiryolu binalarında yapısal malzeme ve yapım teknolojilerinin deprem performansına etkisi(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2024-06-25) Küçükayan, Sena Merve ; Çelik, Oğuz Cem ; 502211513 ; Çevre Kontrolü ve Yapı TeknolojisiBu tez çalışması, Osmanlı Devleti döneminde inşa edilen tarihi demiryolu hatları ve demiryolu yapılarını, yapısal ve mimari özellikleri ile birlikte deprem performanslarını içermektedir. İlk olarak, Osmanlı'da önemli demiryolu ağları olan İzmir-Aydın, Rumeli, Anadolu, Bağdat ve Hicaz demiryolu hatları ve güzergâhları detaylıca araştırılmış ve bu güzergâhların oluşmasında göz önünde bulundurulan durumlar incelenmiştir. Demiryolu duraklarının konumu belirlenirken, stratejik önemleri, doğal kaynaklar ile ilişkisi, ekonomik katkısı, ticaretin gelişebilmesi ve şehir merkezlerine olan yakınlığı gibi durumlar etkili olmuştur. İncelenen tarihi demiryolu projeleri, devletin modernleşme ve kalkınma sürecinin bir parçası olarak başlasa da zamanla ekomomik durumlardan ötürü yabancı yatırım ve alanında uzman mimar ve mühendislerin katksısı ile gelişmiştir. İnşa edilen demiryolu hatları ile birlikte Osmanlı Devleti'nin iç ve dış ticareti gelişmiş, zamanla hatların genişlemesi ile birlikte farklı bölgeler birbirlerine bağlanmıştır. Yabancı şirketlerin katkısı ve kullanılan yapım teknikleri de demiryolu hatlarının gelişmesi sürecinde önemli bir rol oynamıştır. Demiryolu yapılarında sıkça görülen, ancak günümüzde yaygın olmayan perçin teknolojisi ile birlikte çelik yapılar strüktürel açıdan incelenmiştir. Yığma, ahşap ve çelik yapı malzemeleri ile taşıyıcı ve çatı sistemleri hakında da detaylı bir şekilde inceleme yapılmıştır. Son olarak, tarihi demiryolu garlarının ve istasyonlarının zaman içerisinde yaşanan depremler sonrasında performansları analiz edilmiş ve meydana gelen hasar boyutları ele alınmıştır. Bu kapsamda, demiryolu yapılarının ciddi oranda etkilendiği iki deprem olan 10 Temmuz 1894 İstanbul depremi (~M 7.0) ve 6 Şubat 2023 Kahramanmaraş depremleri (Mw 7.9 ve 7.8) ele alınarak farklı bölgelerde yer alan istasyon yapılarının nasıl etkilendiği detaylandırılmıştır. Yapılan analizler ile birlikte, tarihi demiryolu yapılarının gelecek kuşaklara güvenle aktarılabilmesi için kapsamlı olarak yapısal bakımdan incelenmesi gereği ortaya çıkmıştır. Demiryolu yapılarının incelenmesi, bir yandan ait olduğu dönemin teknolojisini ve mühendislik başarısı ile birlikte yapıların nasıl inşa edildiğini, kullanılan malzemeleri, uygulanan tekniklerini ve dönemin koşullarını göstermektedir. Sonuç olarak bu çalışma, demiryolu yapılarınının detaylı bir şekilde incelenerek yapısal sistemlerinin anlaşılmasını ve tarihi demiryolu yapılarının korunması ve güçlendirilmesi için önemli kararların alınmasına yönelik öneriler sunmaya yöneliktir. Tarihi demiryolu yapılarının yapısal özelliklerini ve depremlere dayanıklılığını anlamak, tarihi mirasın gelecek nesillere aktarılabilmesi için önemli bir süreçtir. Çalışmanın, tarihi demiryolu yapılarının yapısal ve mimari değerini anlamak ve korunmasını isteyen uzmanlar, tarihçiler, mimarlar ve mühendisler için yol gösteren bir kaynak olması hedeflenmektedir.
-
Öge1920-1960 arası dönemde planlanan çok katmanlı Batı Anadolu yerleşimlerinin modern mimarlık mirası değerlerinin korunması(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2023-03-13) Atala Önsel, Zeren ; Salman, Yıldız Sakine ; 502112203 ; RestorasyonOn dokuzuncu yüzyıl sonuna gelindiğinde endüstrileşme hareketleri ile birlikte eski kent merkezlerindeki nüfus hızlı bir biçimde artmıştır. Bunun sonucunda sağlıksız ve konforsuz yaşam alanları oluşmuş ve bu yoğun nüfusu barındırma sorunu ortaya çıkmıştır. Özellikle Birinci Dünya Savaşı sonrasında yeni yaşam biçiminin gerekliliklerini karşılayacak konut tasarımı ve üretiminin yoğun olduğu bir dönem başlamıştır. Konut alanlarının çevresinde ise yine değişen ihtiyaçlara cevap verecek eğitim, sağlık, spor, eğlence, ulaşım ve endüstri yapıları ile açık alan düzenlemeleri gerçekleştirilmiştir. 1923 yılında Cumhuriyet'in kuruluşundan sonra yeni hükümet, millileştirme programı kapsamında kapsamlı ve bütüncül bir kalkınma politikası izlemiştir. Ana ideoloji ve fikirler İzmir İktisat Kongresi'nde açıklığa kavuşturulmuş ve kalkınma planlarıyla uygulamaya konulmuştur. Bu politika, Anadolu'da köylüleri özgürleştirmeyi, tarım ve sanayiyi geliştirmeyi ve bütünleştirmeyi amaçlıyordu. Bu dönemde yeni planlı bir ülke kurma ve ulusal bir peyzaj oluşturma hedefi benimsenmiştir. Kırsal, kentsel, üretim ve ulaşım konularında yapılan düzenlemelerle ulusal peyzaj yeniden tasarlanmıştır. Planlı şehirler, demiryolları, devlet fabrikaları, köy enstitüleri ve devlet çiftlikleri ile kır-kent entegrasyonu sağlanmış ve sanayinin tarım üzerindeki ilerici etkisinden yararlanılmıştır. Ankara'nın Cumhuriyet'in başkenti seçilmesi ulus devletin en önemli mekansal stratejisidir. Dolayısıyla Ankara, yeni Cumhuriyet'in modernleşme projesinin model şehri olmuştur. Bu dönemde kentsel planlama faaliyetleri daha çok on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında inşa edilen demiryolu ağı ile Ankara'ya bağlantısı olan Batı Anadolu'da yoğunlaşmıştır. Yeni Cumhuriyet'in millileştirme idealine uygun olarak üretilen imar planları da bu idealin gerçekleştirilmesinde araç olarak kullanılmıştır. Bu imar planlarının bileşeni olan tasarlanan mekânlar, modernist ve yerel değerleri yansıtmaktadır. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında tarihi merkezler dünya çapında korumaya konu olmuş; ancak modern kent katmanları görece daha az sayıda olan ülkelerde ancak 1990'lardan sonra miras olarak kabul edilmeye başlanmıştır. 2001 yılında Helsinki'de ICOMOS Finlandiya tarafından bir konferans düzenlenmiş, 2002 yılı 18 Nisan Dünya Anıtlar ve Sitler Günü ise yirminci yüzyıl mirasına adanmış ve aynı yılın Tehdit Altındaki Miras Raporu'nda da yine bu dönem yapıları vurgulanarak akademik çevrede uluslararası farkındalık arttırılmıştır. ICOMOS tarafından 2008 yılında Quebec'te gerçekleştirilen toplantıda yerin ruhu-genius loci kavramı mirasa yönelik olarak geliştirilmiş, 2011 yılında kabul edilen Valetta İlkeleri'nde ise somut ve somut olmayan değerleri de içeren çok yönlü bir yaklaşım oluşturulmuştur. 2011'de ICOMOS ISC20C tarafından kabul edilen ve somut değerlere ek olarak somut olmayan değerlerin de altını çizen Madrid Belgesi, 2017 tarihinde Yeni Delhi'de gerçekleştirilen ICOMOS Genel Kurulu sonrasında, Madrid-Yeni Delhi Belgesi olarak güncellenerek kentsel alanlar ve peyzajları da içerecek şekilde güncellenerek yapılı çevrenin farklı dönem ekleriyle bir katman olarak korunması gerekliğinin altını çizer. Öte yandan, Türkiye'deki mevzuat çerçevesi hiçbir zaman yirminci yüzyıl mirasını kapsayacak şekilde güncellenmemiştir. Korumanın anıtsal yapılardan kentsel ölçeğe genişletilmesi yolunda ilk adım, 1972'de İmar Kanunu'nun revizyonu ile atılmıştır. Bu kanun, anıtlarla bir bütün oluşturan çeşme, sokak ve meydanların korunması gerekliliğini vurgulamıştır. "Koruma alanı" terimi ise ilk kez 1973 tarihli ve 1710 sayılı Eski Eserler Kanunu'nda kullanılmıştır. 1973-1983 yılları arasında yapılan planlama çalışmalarında geleneksel kent merkezleri protokol alanı olarak tanımlanmış ve imar kapsamına alınmamıştır. Mevzuattaki bu eksiklik, Batı Anadolu yerleşimleri için bir süreklilik değeri barındıran ve bu yerleşimlerin bütünlüğünü oluşturan modern katmanların göz ardı edilmesine yol açmıştır. Mevcut koruma planlarının hiçbiri modern kent peyzajı değerlerini korumayı amaçlamamakta, bunun yerine 1980'lerin koruma planlaması anlayışını takip etmektedir. Bu çerçevede gerçekleştirilen ve Batı Anadolu yerleşimlerine odaklanan tez çalışması, 1920-1960 yılları arasında, DPT kurulmadan ve planlı büyüme dönemine geçilmeden önceki dönemde planlanan yerleşimlerde inşa edilen ve o yerleşimin önemli bir tarihsel katmanını oluşturan modern mimarlık mirasını konu edinmiştir. Çalışmanın ana hatlarının çizildiği giriş bölümünün ardından modern kent planlama çalışmalarının İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrasındaki tarihsel gelişimi ikinci bölümde değerlendirilmiştir. Tezin üçüncü bölümünde Türkiye'de koruma ve planlama pratiğinin gelişimi koruma planlaması kavramı üzerinden, koruma amaçlı imar planı çalışmaları öncesi ve sonrası dönemdeki değişimlerle birlikte ele alınmıştır. Bu bölümde ayrıca Osmanlı'dan Cumhuriyet'e planlamaya ilişkin kurumlar ve yasal düzenlemeler irdelenmiştir. Tezin dördüncü bölümünde, çalışmanın odağı olan Batı Anadolu yerleşimlerinde 1920-1960 arası dönemde gerçekleştirilen planlama çalışmaları ve bu çalışmalardaki koruma boyutu açıklanmıştır. Tezin beşinci bölümü, Batı Anadolu yerleşimlerinde 1920-1960 arası dönemde yürütülen planlama çalışmalarının söz konusu yerleşimler üzerinden değerlendirildiği bölümüdür. Bu değerlendirme, Batı Anadolu'da detaylı irdelenen yerleşimler olan Afyon Merkez, Aydın Merkez, Aydın Nazilli, Aydın Söke, Balıkesir Merkez, Burdur Merkez, Denizli Merkez, Denizli Buldan, İzmir Bergama, İzmir Ödemiş, İzmir Tire, Kütahya Merkez, Manisa Akhisar, Manisa Alaşehir, Manisa Kula ve Uşak Merkez üzerinden gerçekleştirilmiştir. Her bir yerleşimin planlama tarihçesi ve miras değerleri irdelenerek, yürütülmekte olan koruma çalışmaları ve mevcut durum değerlendirilmesi yapılarak, günümüzde bu değerlerin korunmasında karşılaşılan sorunların dökümü yapılmıştır. Tezin altıncı ve son bölümünde, Batı Anadolu yerleşimleri özelinde değerlendirilen yirminci yüzyıla ilişkin kentsel katmanın korunması ve karşılaşılan tehditlerin azaltılmasına yönelik benimsenmesi gereken yaklaşım açıklanmıştır.
-
Öge1923-1960 yılları arasında Üsküdar'ın kent morfolojisindeki değişim(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2022) Turan, Hatice ; Gül, M. Murat ; Mimarlık Tarihi Bilim DalıCumhuriyet'in ilanı ile İstanbul, başkentlik statüsünü kaybetmiş; siyasi, sosyal ve ekonomik faaliyetlerin odağına yeni başkent Ankara yerleşmiştir. Yeni Türk-ulus devletinin modernleşmenin bir aracı olarak üzerinde durduğu konulardan biri de kent tasarımları olmuştur. Cumhuriyet yönetiminin gündeminde öncelikli olarak başkent Ankara'nın ve Kurtuluş Savaşı sırasında Yunanlıların terk ederken yaktıkları şehirlerin imarı yer almıştır. Dolayısıyla bu şehirlerin inşası için kaynakların seferber edildiği yaklaşık on yıllık bu süreç, eski başkent İstanbul için bir durgunluk süreci olarak yaşanmıştır. İstanbul'un yeniden inşa faaliyetleri 1933 yılında İstanbul Belediyesi tarafından düzenlenen çağrılı bir yarışma ile gündeme gelmiş, yarışmanın kazananı Hermann Ehlgötz olmasına rağmen belediye bu projeyi yürürlüğe koymamış ve nihayetinde 1936 yılında Henri Prost'un İstanbul Nazım İmar Planı ve Programı'nı hazırlanmasına karar verilmiştir. Cumhuriyet yönetiminin çıkardığı bir dizi kanun ve düzenlemeler çerçevesinde İstanbul'un planlama serüveni Prost'un çalışmaları ile başlamıştır. Bu süreç, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Türkiye'de çok hızlı kentleşmenin görülmesiyle birlikte farklı bir boyut kazanmıştır. 1945-1960 yıllarını kapsayan bu dönemde; çok partili hayata geçilmiş, ekonomide liberalleşmeye gidilmiş, tarımda makine kullanımı yaygınlaşmış, kırsaldan kente olan göçler artış göstermiş, gecekondulaşma ve barınma sorunları oluşmuştur. Ülkede meydana gelen bu değişimlerin İstanbul üzerinde ve kentin Anadolu yakasındaki odak noktası olan Üsküdar üzerinde ciddi etkileri olmuştur. Dolayısıyla bu çalışma İstanbul'un başkentlik statüsünü yitirdiği günden metropol bir kente dönüşmesine değin önemli kırılmaların yaşandığı 1923'ten 1960 yılına değin uzanan sürece odaklanmakta ve Üsküdar tarihi kent merkezinin kent morfolojisinde geçirdiği değişim serüvenini incelemeyi amaçlamaktadır. Üsküdar, yüzyıllar öncesine dayanan tarihi, mimari dokusu, kültürel birikimi ile İstanbul'un Anadolu yakasındaki en önemli ilçelerinden biridir. Cumhuriyet Dönemi'nde de bu özelliğini sürdüren Üsküdar, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra gerçekleşen hızlı kentleşmeden ciddi bir şekilde etkilenmiştir. Bu bakımdan tez kapsamında 1923 ile 1960 yılları arasında Üsküdar örneği üzerinden kentsel değişimi ele almak, dönemin siyasi, sosyal ve ekonomik etkilerinin kente ve mimariye yansımaları hakkında daha detaylı bilgi sunacaktır. Üsküdar, İstanbul'un Anadolu yakasında yer alan ve günümüzdeki sınırları ile güneyinde Kadıköy, kuzeyinde Beykoz, doğusunda Ataşehir ve Ümraniye bulunan bir yerleşim yeridir. Bu çalışmada, 1922 tarihli İstanbul haritasından (Plan d'ensemble de la ville d Constantinople) (Şekil 3.3. ve Ek B) da anlaşılacağı üzere Osmanlı İmparatorluğu'ndan miras kalan Üsküdar'ın tarihi merkezi ile yakın çevredeki Paşalimanı, Salacak, Nuh Kuyusu, Bağlarbaşı ve Selamsız ilçeleri üzerine odaklanılmıştır. Bu nedenle Cumhuriyet Dönemi'nde Üsküdar'ın kentsel değişim konusu incelenirken; Osmanlı'dan Cumhuriyet'e miras kalan Üsküdar'ın tarihi merkezi ele alınacaktır. Üsküdar'ın ilerleyen yıllarda çevresine doğru genişlediği semtler (Çengelköy, Kandilli, Kuleli, Kuzguncuk, Çamlıca, Bulgurlu) bu çalışmaya dahil edilmeyecektir. Araştırmanın giriş bölümü; tezin amacı ve kapsamı, literatür taraması ile çalışma yöntemi başlıklarından şekillenmektedir. Birinci başlıkta araştırmanın amacı, ele alınan bölgenin sınırları ve tarih aralığı ortaya konulmuştur. Literatür taramasında; araştırma konusu ile ilişkili kitap, sempozyum, tez ve makale incelemelerine yer verilmiştir. Giriş bölümünün üçüncü başlığı altında ise araştırma süresi boyunca yararlanılan kaynaklar, faydalanılan kütüphaneler, belediye ve arşivler çalışma yöntemi olarak sunulmuştur. Tezin ikinci bölümünde Üsküdar tarihine ilişkin genel notlara yer verilmiştir. Bu bölüm, Üsküdar'ın yüzyıllar öncesine dayanan tarihi, mimari dokusu ve kültürel birikiminin günümüzde de belirgin etkileri bulunan Osmanlı Devri referans alınarak, Osmanlı Devri öncesi ve Osmanlı Devri sonrası olarak iki alt başlıkta ele alınmıştır. Böylelikle, bölgenin geçmişten gelen birikim ile Cumhuriyet Dönemi'ne aktarılan değerlerine ilişkin genel bir çerçeve çizilmeye çalışılmıştır. Bu bölüm, Cumhuriyet Dönemi'nde yapılan kentsel değişimlerin daha etkin bir şekilde analiz edilmesine zemin hazırlayacaktır. Çalışmanın üçüncü bölümü; Türkiye'deki siyasi, sosyal ve ekonomik ortamın daha kolay etüt edilmesine yönelik olarak iki alt başlık altında ele alınmıştır. İlk alt başlıkta, 1923-1945 yılları arası tek partili dönemden II. Dünya Savaşı'na kadar olan sürece odaklanılırken; ikinci alt başlıkta, 1945 yılı II. Dünya Savaşı'nın bittiği dönemden 1960 yılı Demokrat Parti iktidarının son bulduğu sürece kadar olan zaman dilimine odaklanılmaktadır. Dönemsel bu sınıflandırma bir başlangıç veya bir bitişi ifade etmemekte, ülkenin Cumhuriyet sonrası dönemde yaşamış olduğu önemli kırılma noktalarına göre şekillenmektedir. Dolayısıyla bu kırılma noktaları esas alınarak çalışmanın üçüncü bölümünde Cumhuriyet Dönemi'nde İstanbul'un kentsel değişimindeki temel dinamiklere yer verilmiştir. Kentin bütününü etkileyen bu dinamikler Üsküdar bölgesi üzerinden okunmaya çalışılmıştır. Bu bölümde ülke genelinden İstanbul'a, özelde ise Üsküdar'a olacak şekilde bir akış şeması izlenmiştir. Üsküdar ile ilgili kentsel değişimler; "sınırlar, meydan, yollar, konutlar, mahalleler" bazında "gecekondulaşma, apartmanlaşma" tanımlamaları üzerinden ele alınacaktır. Dolayısıyla dönemin siyasi, sosyal ve toplumsal yaklaşımlarının mimarideki yansımaları Üsküdar örneği üzerinden okunmaya çalışılacaktır. Tezin sonuç bölümünde araştırma kapsamında edinilen bulgular değerlendirilecek ve çalışma sonucunda ulaşılan Cumhuriyet Dönemi'nde Üsküdar Bölgesi'nde meydana gelen değişimler; karşılaştırmalı hava fotoğrafları ve görseller üzerinden ifade edilmeye çalışılacaktır. Aynı zamanda 1960 sonrası döneme yer yer kısaca değinilerek tezin 1960 sonrasına odaklanan diğer çalışmalar ile bağlantısı kurulmaya çalışılacaktır.
-
Öge1H-MRSI of the deep gray matter structures in patients with amyotrophic lateral sclerosis(Graduate School, 2024-08-19) Torlak, Meryem ; Yıldırım, İsa ; Işık Öztürk, Esin ; 504211408 ; Biomedical EngineeringAmyotrophic Lateral Sclerosis (ALS) is a life-threatening disease that causes degeneration in nerve cells in the brain and spinal cord. In ALS patients, voluntary control of the arms and legs are affected. Currently, there is no cure for ALS. The primary goal of treatment is to manage symptoms to the greatest extent possible. Magnetic Resonance Spectroscopy (MRS) is employed to assess the concentration of metabolites in specific brain regions. This method has not been fully explored to understand the metabolic deficits in individuals diagnosed with ALS. It is crucial to understand the metabolic effects of ALS through various brain regions, particularly at the deep gray matter structures. 1H-MRSI data for 30 ALS patients, with a mean age of 57.8±9.55 years (17 females, 13 males) and 27 healthy controls, with a mean age of 48.44±10.5 years (16 females, 11 males) were acquired using a clinical 3T Siemens magnetic resonance imaging (MRI) scanner equipped with a multivoxel semi-LASER (sLASER) sequence (TR=1700ms, TE=40ms, VOI=10x10x15 mm3). In this study it is aimed to assess the metabolic differences between ALS patients and healthy controls (HC) at the thalamus, putamen, caudate and white matter regions. To achieve this, multivoxel magnetic resonance spectral data from ALS patients and HC were analyzed and metabolites Glx, GSH, tNAA, tCho, and Tau, as well as their ratio to tCr were quantified using LCModel. A Cramer-Rao lower bound (CRLB) threshold of less than 30 was employed to identify properly fitted metabolites. The metabolite peak ratios at the thalamus, putamen, caudate, and white matter regions were then compared between these two groups. A Wilcoxon signed-rank test was used to detect statistically significant differences in metabolite peak ratios between the left and right hemispheres at the thalamus, putamen, caudate, and white matter regions. The Mann-Whitney rank-sum test was used to evaluate metabolite peak ratio differences between ALS patients and healthy controls at some deep gray matter structures and white matter. MNI152 brain atlas was consulted to define the thalamus, putamen, and caudate regions. In conclusion, in this study, it was observed that ALS patients had a higher tCho/tCr ratio at the putamen compared to HC. Additionally, there was a trend for a lower Glx/tCr ratio at the left putamen of ALS patients compared to HC. ALS patients also showed a trend towards higher tCho/tCr and GSH/tCr ratios at the left caudate compared to HC. In ALS patients, higher Glx/tCr ratios were observed in the right thalamus and putamen compared to the left side. A trend towards a lower Glx/tCr ratio at the right caudate of ALS patients was observed compared to the left side. Additionally, ALS patients showed a lower tNAA/tCr ratio at the right caudate compared to the left side. In HC, higher Glx/tCr ratios were observed at the right thalamus compared to the left side. A trend towards higher tNAA/tCr and Glx/tCr ratios at the right putamen and right white of HC compared to the left sides were also observed. In this study, metabolic alterations were detected at the deep gray matter regions associated with executive function and behavior. Results of this study showed increased gliosis because of increased tCho/tCr ratio in ALS patients, a response to oxidative stress because of elevated GSH/tCr ratio in ALS patients, and deficiency in glutamate within these structures in individuals with ALS. The results of this study can contribute to a deeper understanding of ALS. Moreover, the findings obtained from this study suggest that MRS is a significant diagnostic and monitoring tool for neurodegenerative diseases such as ALS.
-
Öge2-step indoor localization for "smart AGVs"(Graduate School, 2022-06-17) Yılmaz, Abdurrahman ; Temeltaş, Hakan ; 504142101 ; Control and Automation EngineeringWith the fourth industrial revolution, in other words, Industry 4.0 (I4.0), the transition from traditional mass production to personalized production started in factories. One of the components of the next-generation factories compatible with I4.0 is cyber-physical systems (CPSs). Smart manufacturing islands, smart warehouses, and smart material-handling vehicles are examples of CPSs. The material handling vehicles employed in today's factories, such as automated guided vehicles (AGVs), are not ready for use in smart factories, as the digital transformation has not been completed and the vehicles are not equipped with software to perform fully autonomous operations. In smart factories, it is aimed that the new generation AGVs will do all the planning themselves while performing a given task. Thus smart AGVs will be able to use the whole free space in the factory instead of being restricted to the routes reserved for them. With this development, it will be possible to increase flexibility and efficiency in production. There may be no physical difference between the traditional and smart AGVs, but thanks to the capabilities of the embedded software, smart AGVs will be able to operate autonomously. One challenging problem to be overcome for smart AGVs to effectively realize an assigned logistic task is localization. Although localization is an extensively studied topic for both indoor and outdoor environments, there are still open problems. Considering the logistics problem, the localization problem can be divided into three in the general sense. The first is global localization, which means determining where the smart AGV is in the environment at the time the vehicle wakes up. The second problem is position tracking, which means updating the pose information depending on the movements of the robot, while the instantaneous pose of the robot is known. The third and last problem is the kidnapped robot problem, which occurs when the robot is moved from one place to another without informing. Cases that reduce the reliability of the calculated pose, such as instantaneous skidding, slipping, and crashing an object, can also be addressed under this problem. The localization approach to be utilized in smart factories is supposed to overcome these three sub-problems. There are two main tasks in a logistic operation. The first is the docking stage, which covers the cases of taking a load to the smart AGV or dropping the load of the smart AGV. At this stage, the aim is to reach the target (destination) where the load will be taken or left with industrial standards. With I4.0, reaching the target with sub-centimeter precision has become a goal. Therefore, estimating the pose with high accuracy and precision is expected from the docking localization algorithm. The second is the delivery stage, which covers carrying the load to the destination in the fastest and safest way in the parts outside the docking region. It is not essential to follow the planned route exactly in this stage, so rather than the high accuracy of the localization approach, showing similar positioning performance in the entire operating field is more important. Within the scope of this thesis, different localization algorithms have been proposed for the delivery and docking stages. In addition, a probabilistic decision mechanism that determines the boundary between the delivery and docking stages is designed. A variant of the particle filter-based Monte Carlo Localization (MCL) approach, Self-Adaptive MCL (SA-MCL), is taken as the basis localization method for the delivery stage. The main reason for choosing SA-MCL is that it can solve all aforementioned sub-problems of localization. While performing the traditional SA-MCL global localization task, it uses energy maps and assumes that all range sensors are uniformly placed on the robot in energy map generation. However, this assumption is not valid for many real applications, such as AGVs with two-dimensional (2D) laser scanners front and rear. Moreover, three-dimensional (3D) sensing technology is developing day by day with the widespread use of autonomous vehicle technology. With the ellipse-based energy model proposed in this thesis, the energy map-generating part of the traditional SA-MCL has been updated to overcome both of these constraints. The pose estimation accuracy of the SA-MCL approach performs more or less the same across the entire environment, making it suitable for the delivery stage. However, since the pose estimation accuracy level is proportional to the grid dimensions of the occupancy map, it may not be possible to reach the expected sub-centimeter precision within the docking region in large areas such as factories. Therefore, it was decided to use a scan matching-based precise localization algorithm in the docking region, and for this purpose, the affine iterative closest point (ICP) algorithm was adapted to the localization problem. To make the developed method robust against factors such as noises, disturbances, and/or outliers, the correntropy criterion was utilized while constructing the cost function of affine ICP. As a result, an updated SA-MCL method with an ellipse-based energy model is proposed for the solution of global localization, position tracking, and kidnapped robot problems in the delivery stage. On the other hand, an affine ICP-based precise localization approach is presented for position tracking in the docking stage. However, the boundary between the delivery stage and the docking stage may not be clear. For example, limiting the docking stage to a zone very close to the target may require extra maneuvers to tolerate positioning errors during the delivery stage due to the physical constraints of smart AGVs. If a larger area is specified as a docking stage, it may not meet the expectations since the performance of the precise localization approach may decrease further away from the target. For this reason, there is a need for a switching mechanism that can be adapted specifically to the application and decides whether to switch from the delivery stage to the docking stage. Since the pose estimation performance of the SA-MCL-based localization approach is roughly similar on the entire map, the deciding factor in the transition to the docking stage is the performance of the precise localization method used in the docking stage. In the literature, it is emphasized that the amount of overlap between matched point sets is supposed to be above 50% for the scan-matching-based methods to yield successful results. Within the scope of the thesis, a correntropy-based similarity rate definition, which gives better results than the overlap ratio calculation methods in the literature, is presented and utilized as the decision parameter of the switching approach. To avoid instabilities, a gap is left according to Hysteresis curve behavior while switching from the delivery stage to the docking stage or vice versa. Within the scope of the thesis, the two-stage localization method developed for the next-generation AGVs to be used in smart factories has been experimentally tested on a differential drive mobile robot. First, the ellipse-based energy model addition to the SA-MCL method has been verified by field tests, and its superiority in global localization has been demonstrated. Then, the affine ICP-based localization method used in the docking stage has been tested over nine separate real-world scenarios and it has been shown that it is possible to compute pose with sub-centimeter precision and reach the target at industrial standards. In addition, an affine ICP method, which is not available in the literature, was proposed, and the point set matching performance was demonstrated over synthetic point sets. After validating its performance in point set registration, it was also used for precise localization. Finally, the whole system was tested together. The delivery was carried out with improved SA-MCL, and the switching point from delivery to the docking stage was determined by the decision mechanism. As seen through three different scenarios, it is possible to complete the localization tasks in the delivery and docking stages in the smart factories by using the proposed methods.
-
Öge2000 Sonrası Türkiye Takı Sanatında İnanç Sembolizmi(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2022) Ener Tutar, Selen ; Haşlakoğlu, Oğuz ; 739191 ; Sanat Tarihi Bilim DalıHer medeniyette hatta medeniyet öncesi toplumlarda karşımıza çıkan takı, taşıdığı derin anlamlar sebebiyle toplumdan topluma, kültürden kültüre, nesilden nesle mesaj ileten ifade araçlarından birisi olmuştur. Ayrıca tarih boyunca tüm sanat akımlarının değişimi ve gelişimini takı sanatının tarihini inceleyerek çözümlemek mümkündür. Bu yönüyle takı tarihsel değişimlere ışık tutan kültürel bir öğedir. Takı insanlığın yaşadığı kültürel, sosyolojik, dini, siyasi, psikolojik değişiklikleri bazen net, bazen de içerdiği simgelerle çözümlenmesi zor ve karmaşık olarak yansıtan sanat eseridir. Takıya bakış açısı, teması, işlevi ve işlenmesi alanındaki köklü değişimler 18- 19. yüzyılda başlayıp Endüstri Çağı'nın da etkisiyle 20. yüzyılda artarak devam etmiştir. 20. yüzyılda yaşanan büyük savaşlar, yıkımlar, hayal kırıklıkları ve travmalar sonucu insanoğlu hayata ve sanata karşı eskiye oranla bambaşka bir bakış açısı geliştirmiştir. Bu durum 21. yüzyılın getirdiği sosyo-kültürel etkilerle daha farklı bir boyuta ulaşmıştır. Takı ise 20. yüzyıl ve özellikle 21. yüzyılda sosyo-kültürel farklılıkların ve teknolojik gelişmelerin etkisiyle bu zamana kadar alışılagelmiş şekilde tariflenen niteliklerinin ötesine geçerek büyük bir değişime uğramıştır. Ayrıca farklı disiplinlerden takıya merak salan kişiler kendi vizyonlarını katarak kendi bakış açılarıyla ürettikleri tasarımlarla, kavramsal ve biçimsel açıdan takıya farklı bir soluk getirmişlerdir. Yarattıkları takıları birer kavrama, hikâye anlatıcısına, mimari objeye, heykele, arkeolojik bulguya, sanat eserine hatta modern koruma kalkanlarına dönüştürmüşlerdir. 21. yüzyılda Türkiye takı sanatçılarının Anadolu öz kültüründen beslenerek kendi ideolojilerine ve felsefelerine göre yarattıkları takılarda inanç kavramlarına yer verme hatta gündelik hayata dahil etme eğilimlerinin yükselişe geçtiği söylenebilir. Bu doğrultuda inanç kavramlarına yönelik halkın talebinin de yükselişe geçtiğini söylemek doğru olacaktır. Bu çalışmada 2000 sonrası Türkiye takı sanatında inanç sembolizmi öğelerini incelerken, bu öğelerin artışa geçmesine zemin hazırlayan faktörler araştırılmıştır. 21. yüzyılın getirdiği sosyo-kültürel değişimlere ek olarak 2000 sonrası iktidar söylemlerindeki dini ve milli değerler vurgusunun Türkiye takı sanatını etkilemiş olduğunu söylemek mümkündür. Tez kapsamında bu etkinin hem tasarımcılar hem de takı tüketicisi açısından izdüşümlerini değerlendirebilmek adına takılarında inanç sembolizmi temasını işleyen tasarımcılarla röportajlar yapılarak inanç sembolizmi temalı takılarından seçkiler incelenmiştir. Ayrıca hem tasarımcılara hem takı tüketicilerine yönelik 2 adet anonim anket çalışması yapılmıştır. Röportajlar ve anketler kaynaklar kısmında yer almaktadır. Röportajlar ve anket incelemelerine dayanarak takı tasarımcılarının inanç sembolizmine karşı bakış açılarının, eserlerinde inanç sembolizmine sıklıkla yer vermelerinin sebeplerinin, halkın inanç sembolizmi konusundaki düşüncelerinin ve inanç sembolizmine duyulan ilginin sebeplerinin ortaya çıkarılması amaçlanmıştır. Sonuç olarak 2000 sonrası Türkiye takı sanatında inanç sembolizmi öğelerindeki artışın sosyo-kültürel sebepleri hem tasarımcılar hem de halkın ilgisi açısından değerlendirilerek yorumlanmaya çalışılmıştır.
-
Öge21. yüzyılda kemanın değer inşası: Goebbels'in Stradivarius'u ve Umut Kemanları Projeleri(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2024-11-13) Karabiber, Halide ; Dişiaçık Doğrusöz, Nilgün ; 414172012 ; Müzikoloji ve Müzik TeorisiBu çalışmada, 21. yüzyılda çalgının yeni bir simgesel anlam kazanmasında etkili olan iki vaka, zenginleştirme ekonomisi yaklaşımı temel alınarak analiz edilmekte, çalgının değerlenmesinin toplumsal inşası, yakın tarihli iki örnek ile ele alınmaktadır. Süreci besleyen sosyokültürel faktörlerin, kemanın değerlilik algısını nasıl şekillendirdiği, bir temsil nesnesi olmasında bu değerlilik algısının rolünün ne olduğu, tarihsel ve kuramsal bir zeminde irdelenmektedir. Keman yapımı ile ilgili literatür incelendiğinde konunun genel olarak tarihsel ve sosyolojik bağlamından yalıtılmış olarak ele alındığı görülmektedir. Nedensel alt metinlerden uzak olarak biçimlenmiş bu literatür, daha çok kemanın biçimsel dönüşümünün tarihine, yahut yapımcıların hayatlarına, stil özelliklerine ve gizemlerine odaklanmaktadır. Keman yapım tarihinin nerdeyse beş yüz yıllık oldukça uzun bir süreci kapsadığı göz önüne alındığında, çalgının gerek sosyal gerek ekonomik konumunu oldukça iyi korumuş olması yanında, sanatsal bir değer inşasının da tespit edilmesi, böyle uzun bir sürecin pek çok etken ile şekillenmiş olabileceği ihtimalini doğurur. Bu nedenle, süreci bütünsel olarak ele almak, çalgının gelişim uğraklarını tespit etmek ve tarihsel koşulları dışlamadan bu uğrakları belirlemek gerekli hale gelir. Çalışma keman yapım tarihinin seyrine bağlı olarak, alanın yapısını sosyolojik bir süzgeçten geçirir ve keman çalgısının, hem sanatsal hem de ekonomik değerinin nasıl oluştuğunu sorgular. Süreci oluşturan toplumsal dinamikler ve aktörler kronolojik olarak sıralanarak analiz edilmeye çalışılır. Aktörler arası ilişkiler ve çalgının değerinin inşa ediliş süreci, farklı dinamikleri, zaman dilimlerini ve aktörleri, çeşitli yönleriyle ele almayı gerektirdiğinden, "değer" teorileri çalışmanın kuramsal temelini oluşturur. Kemanın ilk üretildiği günden bugüne lutiye kimliğinin ve çalgının nasıl algılandığı, nasıl değer kazandığı, bu değerin hangi aktörler aracılığıyla üretildiği, çalgının değerinin toplumsal olarak nasıl inşa edildiği sorularına cevaben, çalışma dört bölümden meydana gelmektedir. Çalışmanın birinci bölümü olan giriş bölümünde genel olarak amaç, hipotezler ve literatür araştırması, çalışmanın dayandırıldığı kuramlar hakkında bilgi verilmiştir. Çalışma kemanın sanatsal ve ekonomik değerinin toplumsal inşasının izini sürmeyi amaç edinir. Sürecin nasıl ve hangi koşullarda biçimlendiği ve kemanın bir temsil nesnesi olmasına varan noktada hangi aktörlerin hangi rolü oynadığı, çalışmanın temel sorularıdır. Ayrıca bu çalışma, hem ulusal hem de uluslararası literatüre, keman yapımcılığını sosyokültürel açıdan ele alan bir kaynak olarak katkı sağlamayı amaç edinir. Çalışmanın temel hipotezi, kemanın üretildiği ilk tarihlerden bugüne çeşitli biçimlerde değerlendiği ve bu değerlenmelerin tek bir sebebe değil, farklı pek çok aktöre bağlı olduğudur. Bu aktörlerin oluşturduğu bir ilişki ağı da, bu değerlenmeye zaman zaman etki eder. Çalışma aynı zamanda, kemanın öncüllerinin yapısal özelliklerinin yanı sıra simgesel özelliklerini ve alımlanış biçimlerini miras almış olabileceğini, bu çalgılar daha kullanışlı hallerine evrildiklerinde, bu mirastan izler taşıyor olabileceklerini iddia eder. Konuyu doğrudan ele alan herhangi bir Türkçe ya da yabancı kaynak olmamakla birlikte, Murat Küçükebe'nin Geçmişin yeniden inşası: günümüz Cremona yapımcılığında otantisite ve mesleki örgütlenme isimli doktora tezi, çalışmanın önemli kaynaklarından birisidir. Japon müziği üzerine araştırmalar yapan akademisyen Margaret Mehl tarafından yazılan blog yazıları ve Carla Shapreau'nun Strad dergisinde yer alan The Stolen Instruments of the Third Reich isimli makalesi ise Antonio Stradivari'nin 2. Dünya Savaşı'nda bir propaganda nesnesi olarak Goebbels tarafından araçsallaştırılması ile ilgili temel kaynaklardır. Matej Santi'nin Musicologica Austriaca: Journal for Austrian Music Studies dergisi özel sayısında yayınlanan Inventing the Italian Violin Making "Tradition": Franjo / Franz / Francesco Kresnik, a Physician and Violin Maker, as Its Key Figure in a Fascist Environment, Exploring Music Life in the Late Habsburg Monarchy and Successor States isimli makalesi ise Cremona uyanış projesinde Stradivari üzerinden biçimlendirilen gelenek inşası sürecini aydınlatan diğer bir önemli çalışmadır. Stoeving'in The Story of Violin ve Stowell'in The Cambridge companion to the violin isimli kitapları, çalışmanın keman tarihi ile ilgili önemli kaynaklarındandır. Becker'ın Sanat Dünyaları ve Zennet'in Zanaatkar adlı yapıtları ise çalışmanın keman yapımcısının kimliğini net bir biçimde tanımlayabilmesine imkan sunar. Hülya Biçer Olgun'un Çağdaş Sanatın Toplumsal İnşası- Sanat Eserinin Değerinin Sosyolojik Oluşumu isimli yapıtı ise çalışmanın kavramsal bir zemine oturtulabilmesini sağlayan rehber kaynaklardan biridir. Luc Boltanski ve Arnaud Esquerre'nin zenginleştirme ekonomisi yaklaşımını açıkladıkları makaleler ile Pierre Bourdieu'nun pek çok yapıtı, çalışmanın kavramsal temelinin dayanağı olan kaynaklardır. Çalışmanın kuramsal ve kavramsal dayanaklarını, Pierre Bourdieu'nün sermaye-alan teorisi ve Boltanski&Arnaud Esquerre'in zenginleştirme ekonomisi yaklaşımları oluşturur. Çalışmanın ikinci bölümünde ise kemanın tarihsel seyri incelenmekte, keman yapımcılığının gelişim evreleri üzerinde durulmaktadır. Bu bölüm, bir ön tarih araştırması olup, Avrupa'nın yaylı çalgıları toplumsal açıdan nasıl konumlandırdığını anlamak, kemanın evrimsel sürecinde bu alımlanışın rolünü doğru tespit etmek bakımından önem taşır. Yaylı çalgıların evriminin izini sürmenin oldukça zor bir süreç olduğunu ve konu ile ilgili kesin bir yargıya varmanın mümkün olmadığını belirtmek gerekir. Yine de yakın tarihten geriye doğru gidildiğinde, her bir yaylı çalgının, öncüllerinin belli başlı yapısal özelliklerini taşıdığı açıkça görülmektedir. Bu bölümün birinci kısmında, kemanın öncüllerinin toplumsal konumu, sembolik özellikleri ve keman ile benzeşen yapısal özellikleri hakkında bilgi verilmektedir. Rebek, fidel ve kol liri çalgılarının incelendiği bu bölüm bir ön tarih araştırması olup, bu dönemi anlayabilmek, çalgıların ve yapımcılarının dönemsel konumunun ileriye dönük etkilerini doğru analiz edebilmek açısından önemlidir. 1500'lü yılların öncesini anlatan bu birinci kısım, kemanın ve keman yapımcılarının ilk üretim yıllarında alanı nasıl bir bilgi ve anlam aktarımıyla oluşturduklarının cevabını ararken, öncüllerinden miras aldıkları sermayelerin niteliklerini de tespit etmeye çalışır. Bu bölümde, bu çalgıların taşıdığı sembolik anlamlar ikonografik örnekler üzerinden incelenmiş ve çalgıların kültürel konumlarının kemanın değerlilik algısını etkilemiş olabileceği sonucuna varılmıştır. Bölümün "Keman Sonrası Dönem" başlıklı ikinci kısmında ise kemanın tarihsel anlatısına yer verilmiş, İlk üretimi itibariyle sahip olduğu konum, ilk keman lutiyeleri ve Cremona keman yapım geleneğinin taşıyıcıları, çalgının yaşadığı yapısal değişme ve çalgının ilk üretiminden günümüze kadar geçirdiği yapısal değişimi, toplumsal olaylar ve müziğin gelişimiyle ilişkisi, kuramsal dayanağı bağlamında incelenmiştir. Bu kısımda kemanın değerlenmesinde etkili olan her bir öğe, kısaca anlatılmaya çalışılmıştır. İtalyan keman yapım geleneğini oluşturan öncü isimler, Cremona keman yapımı geleneğinin oluşum süreci ve süreci etkileyen toplumsal dinamikler; besteciler, müzisyenler, koleksiyonerler, Cremona'da okullaşma süreci, yardımcı konu ve aktörler bu bölümün konusudur. Değer üretici aktörlerin tespitini kronolojik bir sıraya oturtmak, aktörler arasındaki bağlantıyı, ilişki biçimlerini tespit edebilmek açısından önem taşımaktadır. Tezin üçüncü bölümü, kemanın değerinin toplumsal olarak inşa ediliş sürecini, birbiri ile bağlantılı iki vaka örneği ile ortaya koyar. Bu vakalar Goebbels'in kemanı ve Umut kemanları isimleriyle ele alınır. Goebbels'in kemanı bölümünde, İkinci Dünya Savaşı döneminde, Nazi Almanyası'nın el koyduğu çalgılar ve Stradivarius olduğu iddia edilen bir kemanın, Goebbels tarafından propaganda malzemesi olarak kullanılması ele alınırken, Umut kemanları vakasında, bahsedilen süreçte yağmalanmış çalgıların bazılarının hayata döndürülmesi ve bu çalgılar özelinde, sembolik ve ekonomik bir değerlenmenin ortaya çıkışı konu edilir. Tezin dördüncü bölümü ise sonuç bölümüdür. Bu bölümde, çalışmanın bulgularına ve vardığı sonuçlara yer verilmiştir. Kendi dönemlerinde dini birer motif olarak iş görmekte olan kemanın öncüllerinin, ikonografik örnekler ve mezamir yoluyla, dünyevi olan ile uhrevi olan arasında bağ kuran birer sembol olarak araçsallaştırıldığı sonucuna varmıştır. Kemanın öncüllerinden aldığı miras, sadece yapısal ortaklık değil, aynı zamanda çalgıların bu algılanma biçimi ve sembolik değeridir. Çalgının zaman zaman bu sembolik değerinin hatırlatıldığı politik bir araçsallaştırma ile, yeni sembolik anlamlar edindiği tespit edilmiştir. Diğer yandan temel değer belirleyicisi başlangıçta üretici, besteci ve müzisyenler iken, Sanayi Devrimi ve II. Dünya Savaşı gibi toplumsal dönüşümün güçlü olduğu dönemlerde, alana yeni eyleyiciler (sermaye sahipleri) dahil olmuştur. Bu eyleyiciler değer üretici özneler olarak çalgıya, çalgının estetik, sembolik, politik ve ekonomik değerlenmesini biçimlendiren yeni roller atfetmiştir. Ayrıca Stradivarius'un çalgının ayrıcalıklı konumunu şekillendiren değer üretici öznelerden biri olduğu, fakat bunun salt yeteneği ile ilişkilendirilerek açıklanamayacağı sonucuna varılmıştır. Üstün insan kavramının "üstün ırk" kavramına evrildiği noktada, Stradivari'nin II. Dünya Savaşı sürecinde Nazi Almanyası'nda ve hemen öncesinde Benito Mussolini liderliğindeki Ulusal Faşist Partinin iktidara gelmesi ile İtalya'da, bu kavramı pekiştiren ve halk gözünde estetize eden araçlardan birisi olarak kullanıldığı belirlenmiştir. Bu araçsallaştırmanın çalgının küresel ekonomik değerini etkileyen değer üretici unsurlardan biri olduğu sonucuna varılmıştır. Ayrıca, bir hikaye anlatıcı olarak Amnon Weinstein ve Umut Kemanları Projesi'nin, II. Dünya Savaşının yağmalama ekonomisinin sonuçlarını vurgulayan yeni bir sembolik değer yarattığı düşünülmektedir. Keman bu proje ile Yahudi toplumu için tarihe tanıklık eden somut bir kültürel varlık olarak, yeni bir anlam kazanırken, proje içerisinde yer alan çalgılar, koleksiyon biçimi ile ekonomik bir değerlenme potansiyeli de taşır hale gelmişlerdir.
-
Öge26MnB5 kalite çeliğin statik deformasyon yaşlanması davranışının incelenmesi(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2025-05-29) Boz, Şeymanur ; Baydoğan, Murat ; 506201406 ; Malzeme MühendisliğiOtomotiv sektöründe son yıllarda performans, maliyet ve karbon emisyonu gibi gereksinimleri karşılamak adına üstün mekanik özelliklere sahip yeni nesil çelikler geliştirilmektedir. Bu çelik kalitelerinden olan 26MnB5 çeliği işlenebilirlik, kaynaklanabilirlik ve yüksek dayanım özellikleri sebebi ile otomotiv sektöründe farklı parçaların imalatında kullanılmaktadır. Bu tez çalışması kapsamında iki farklı ana grupta düşük sıcaklık ve yüksek sıcaklık aralığında ticari 26MnB5 çeliğinin statik deformasyon yaşlanması davranışı incelenmiştir. Bu amaçla nominal kalınlığı 2 mm olan ticari 26MnB5 çeliği çekme deneyi numunelerine oda sıcaklığında %4 eksenel deformasyon uygulanmıştır. Düşük sıcaklık test grubunda numuneler %4 eksenel ön deformasyon sonrası 150 ℃, 200 ℃, 225 ℃, 250 ℃, 300 ℃ ve 400 ℃ sıcaklıklarda 1, 10, 100 ve 1000 dakika olmak üzere yaşlanma koşullarına tabi tutulup sonrasında çekme deneyleri yapılmıştır. Deformasyon yaşlanması sonrası ulaşılan mekanik özellikler hesaplanırken, ön deformasyon sonrası elde edilen akma dayanımı değerinden yaşlanma sonrası ulaşılan akma dayanımı değeri arasındaki fark alınmıştır. Dayanım değerlerinin hesaplanmasında numunenin orijinal kesit alanları dikkate alınmıştır. Ayrıca yaşlanma öncesi ve sonrası mikroyapısal değişimleri incelemek amacı ile optik mikroskop, taramalı elektron mikroskobu (SEM) ve X-ışını difraksiyonu (XRD) analizleri gerçekleştirilmiştir. Yüksek sıcaklık test grubunda ise numuneler oda sıcaklığında 1 hafta bekletilmiş, 800 ℃'de 5 dakika ve 950 ℃'de 25 dakika olmak üzere belirli sıcaklık ve sürelerde tutulmuş, sonrasında çekme deneyine tabi tutulmuştur. Bu deney setinde görülen sonuçlarda 26MnB5 kalite çeliğin ön deformasyon ve yaşlanma işlemi sonunda akma dayanımının arttığı tespit edilmiştir. Yüksek sıcaklık test grubunda ön deformasyon sonrası akma dayanımı değeri farkı ve yaşlanma sonrası akma dayanımı değeri farkı en fazla 800 ℃'de 5 dakika yaşlandırılan çeliğe ait iken, düşük sıcaklık test grubunda bu değer 250 ℃'de 1000 dakika yaşlandırılan çeliğe aittir. Düşük sıcaklık test grubununun ön deformasyon sonrası elde edilen akma dayanımı değeri ve yaşlandırma işlemi sonrası elde edilen akma dayanımı değerleri tespit edilmiştir. Buradan hareketle kinetik hesaplaması için Johnson-Mehl-Avrami-Kolmogorov (JMAK) modeli kullanılmış ve çeliğin aktivasyon enerjisi 163,57 kJ/mol olarak hesaplanmıştır. Deneysel sonuçlar, uygulamada ardışık deformasyon ve tavlama işlemlerine maruz kalan 26MnB5 kalite çeliğin deformasyon yaşlanmasının etkin olduğunu göstermesi bakımında otomotiv sektörüne yönelik akademik ve endüstriyen çalışmalara katkı sağlayacak nitelik taşımaktadır.
-
Öge27 Eylül 2021 Girit depremi ve artçıları için derin öğrenmeye dayalı detaylı sismik kataloğun oluşturulması(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2024-06-26) Balkaya, Zeynep Nihal ; Özeren, Mehmet Sinan ; 602201009 ; JeodinamikHelen Dalma Batma Zonu ve Girit'de son yıllarda arka arkaya 6 ve üzeri büyüklüklerde depremlerin sık olmuş olması bu çalışmanın çıkış noktasını oluşturmaktadır. 27 Eylül 2021'de adada meydana gelen Mw 6.0 büyüklüğündeki depremi ve sonrasındaki artçıları incelemek amacıyla bir katalog oluşturulmaya karar verilmiştir. Girit Adası ve Helen Dalma Batma Zonu çevresinde 26 Eylül 2021 ve 31 Ocak 2022 tarihleri aralığında gerçekleşen depremler için derin öğrenmeye dayalı bir dedektör ve faz seçici olan EQTransformer ve kaynak konumu için faz tespitlerinin tutarlılığına dayanan bir kod olan REAL kullanılarak hassas bir deprem kataloğu oluşturulmuştur. Sismolojide sismik aktiviteyi izlemek için pek çok adım kullanılır. Geçmişte manuel olarak gerçekleştirilen bu adımlar günümüzde faz gelişlerini tespit etmek için tasarlanan algoritmalarla otomatik olarak gerçekleştirilmektedir. Sürekli sismik veriler içinde sismik olayın başlangıç zamanını tanıma, P ve S dalgalarının varış zamanını belirleme sismolojide çok önemlidir ve veri kümelerinin çok büyük olması sismolojiyi derin öğrenme uygulamalarına çok elverişli hale getirir. 27 Eylül 2021'de Girit adasında Arkalochori yakınlarında ada içinde aletsel dönemde kaydedilmiş en büyük deprem meydana geldi. Aletsel büyüklüğü Mw 6.0 olan ve adadaki normal faylardan Kastelli Fayı yakınlarında meydana gelen deprem 1 ölüme ve adada hasara neden oldu. Ana şoku aynı gün içinde 4 ve üzeri büyüklükte birçok artçı şok takip etti. Ertesi gün 5.3 Mw büyüklüğünde en büyük artçı şok yaşandı ve ilk birkaç gün yüzlerce deprem meydana geldi. Bu çalışmada daha ayrıntılı bir katalog oluşturmak ve dolayısıyla artçı depremleri daha detaylı tesbit etmek amacıyla ada ve çevresinde yer alan Hellenic Unified Seismological Network'e ait HC, HI, HL, HT ve GE ağlarına ait yedisi ivmeölçer, biri kısa periyot ve yirmi geniş bant olmak üzere toplamda yirmi sekiz istasyondan gelen sürekli dalga formlu MiniSEED formatında olan veriler için derin sinir ağı temelli yapay zeka tabanlı bir deprem sinyali dedektörü ve P ve S faz seçici olan EQTransformer kullanıldı. Bu işlemden sonra ise REAL (Rapid Earthquake Association and Location) ile daha önceden EQTransformer ile seçilmiş olan P ve S fazları birbirleriyle ilişkilendirilerek depremler tesbit edildi. Girit'e ait 1 boyutlu hız modeli ile bu tesbit edilen depremlerin yerleri Hypocenter programı ile konumlandırıldı. Sonrasında depremlerin lokal büyüklükleri (ML) hesaplandı ve böylece 23°-28.5° boylam; 34.5°-36.5° enlemlerini kapsayan 128 günlük bir katalog oluşturuldu. Böylelikle NOA ve ISC kataloglarına göre çok daha hassas bir deprem kataloğu elde edildi. Çalışmada EQTransformer ile oluşturulan katalogda 23°-28.5° boylam; 34.5°-36.5° enlemlerini kapsayan 128 günlük zaman aralığında bulunan deprem sayısı 14958'dir. Aynı zaman ve koordinat aralığı için bu sayı NOA kataloğunda 6341, ISC kataloğunda ise 6360'dır. Sonraki tüm kıyaslamalar ISC kataloğu ile yapılmıştır. EQTransformer ile oluşturulan katalog ve ISC kataloğunun ortak olarak bulmuş oldukları deprem sayısı 4004'dür. Yalnızca EQTransformer ile oluşturulmuş olan katalogda bulunan deprem sayısı 10954'dür. Sadece ISC kataloğunda bulunan depremlerin sayısı ise 2356'dır. 2'den küçük depremleri bulmada EQTransformer'ın oldukça başarılı olduğu görülmüştür. EQTransformer ile oluşturulan katalogda 2'den küçük depremlerin sayısı 10724'dür. Bu sayı ISC kataloğu için 3316'dır. Adadaki deprem ve artçılarını incelemek amacıyla EQTransformer ile oluşturulan katalog 34.9°-35.5° enlem ve 24.8°-25.8° aralığında daraltıldı. Bunun sonucunda EQTransformerın bulmuş olduğu deprem sayısı 13325, aynı koordinatlarda ISC kataloğundaki deprem sayısı ise 4818 oldu. Bu depremlerin EQTransformer ile oluşturulan katalogda bulunanların 10035'i 2'den daha küçüktür. ISC kataloğunda ise 4818 depremden 2832'si 2'den küçüktür. 3'den büyük depremlerin her iki katalogda ortak olarak daha kolay yakalanabildiği görülmüştür. Ada içinde her iki katalogda ortak olarak bulunan deprem sayısı ise 3601'dir. Depremlerin derinlik dağılımına baktığımızda ise ağırlıklı olarak 0-10 km'de meydana geldiğini ve ilk 20 km'de olduğunu görürürüz. 27 Eylül 2021'de saat 6:17'de meydana gelen Girit adasındaki deprem çözülen odak mekanizma sonuçlarına göre 25.25° boylam ve 35.18° enleminde, 4.1 km derinlikte, doğrultusu 229°, eğimi 43° ve atım açısı -73° bulunmuştur. Buna göre diğer çalışmalara benzer olarak Kastelli Fayı'nın Avli segmentinde Heraklion-Messara Havzasının yönelimine benzer olarak GGB-KD-GB-KD gidişli, neredeyse doğrultu atımlı normal fay olduğu sonucuna varılır. Bulunan sismisite dağılımı ile fayın yönelimi benzerlik göstermektedir. Böylelikle daha hassas bir deprem kataloğu oluşturulmuş ve ada içindeki ilk gün ve sonraki gün olan bazı depremlerin odak mekanizma çözümleri yapılmıştır.
-
Öge3 boyutlu yapısal analizlerde minimum model büyüklüğünün belirlenmesi(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2023-01-25) Güldağlı, Hayri ; Altınkaynak, Atakan ; 503191512 ; Katı Cisimlerin MekaniğiYapılan tez çalışmasında üç boyutlu sonlu elemanlar modellerinin büyüklüğünü belirlemek için farklı parametreler incelendi. Sonlu elemanlar modelleri havacılık, otomotiv, beyaz eşya vb. pek çok sektörde düşük çevrimli ve yüksek çevrimli yorulma ömrü hesaplamaları, yapının rijitliği, yapının dinamik yüklere dayanım hesaplamaları gibi farklı konularda kullanılmaktadır. Bu çalışma yapılırken havacılıkta ulaşım amacıyla, şehirlerde anlık elektrik ihtiyacı artışı durumunda elektrik üretimini sağlamak amacıyla ya da akaryakıt firmalarında yer altından akaryakıt çıkarmak amacıyla kullanılan gaz türbinleri baz alınmıştır. Gaz türbinlerinin modülleri açıklanmıştır ve bu modüllerden yanma odası ile türbin arasında bulunan türbin orta karkas yapı, gerçekleştirilecek analizler için seçilmiştir. Türbin orta karkas yapıyı analiz etmek için kurulan sonlu elemanlar modelleri herhangi bir bilgisayarın kabul edilebilir zaman dilimlerinde çözebileceğinden çok daha büyük modeller olabilmektedir. Bu süre modelin büyüklüğüne ve amacına göre haftalar ya da aylar olabilmektedir. Bu yüzden model büyüklüğünün belirlenmesi büyük önem taşımaktadır. Model büyüklüğünde yapılacak %10 ya da %15 gibi bir azaltma, bu analiz süreleri göz önünde bulundurulduğunda çok büyük katkı sağlamaktadır. Yapılan literatür taramasında, sonlu elemanlar modellerinin minimum model büyüklüğünü belirlemek için oluşturulan formüller temel olarak ince cidarlı basınçlı kap hesaplamalarına dayanmaktadır. Bu formüller √(yarıçap∗kalınlık) değerinin farklı doğrusal katları olarak verilmiştir. Bu çalışmada türbin orta karkas yapının rotor kaynaklı dengesizlik yüklerine dayanımını hesaplamak için oluşturulan sonlu elemanlar modellerinin eksenel büyüklüğünü etkileyen kalınlık, yarıçap ve uygulanan yük faktörleri incelenmiş ve bu faktörleri göz önünde bulundurarak model büyüklüğü hesaplaması için formüller oluşturulmuştur. Farklı yükleme çeşitleri ve büyüklüklerine göre ilgili sonucun, model büyüklüğüne karar verildiği aşamada kullanılması planlanmaktadır. Malzeme seçimi yapılırken, oluşturulan karkas yapı modelinin sadece mahfaza kısmı doğrusal malzeme tanımıyla kullanılmıştır. Bu sonuçlardan elde edilen minimum model uzunluğu değerlerine göre malzeme seçimi yapılmıştır. Karkas yapının sonlu elemanlar modeli oluşturulurken yapının rijitliğini doğru olarak yansıtacak miktarda eleman kullanılmıştır. Mahfaza, karkas yapı ve bağlantı elemanları arasında temas yüzeyleri tanımlanırken 0.3 sürtünme katsayılı standart kontak kullanılmıştır. Karkas yapının tekrar eden kısmı modellenerek periyodik sınır koşullarıyla model oluşturulmuştur. Karkas yapının iç kısmına rotor dengesizliği kaynaklı radyal ve eksenel yükler, mahfazanın arka ucuna gaz yüklerini simüle eden eksenel yük uygulanmıştır. Sonuçlardan her bir kalınlık-yarıçap ikilisi için minimum model büyüklüğü belirlenirken, mahfazadan, her adımda bir eleman sırası silinmiştir ve nominal gerilme değeriyle aradaki fark %1'i geçtiği uzunluk minimum model uzunluğu olarak tanımlanmıştır. Yüzey tepki metodu kullanılarak, minimum model uzunluğu değerlerinin kalınlık ve yarıçapa bağlı değişimi yüzeyler üzerinde gösterilmiştir. Ayrıca literatürdeki çalışmalar ile kıyaslama yapabilmek için √(yarıçap∗kalınlık) birleşik parametresine göre nasıl değiştiği de incelenmiştir. Karkas yapının iç kısmına ve mahfazanın arka ucuna uygulanan yük büyüklükleri değiştirilerek, farklı yük büyüklüklerinin, minimum model uzunluğunu nasıl etkilediği incelenmiştir. Elde edilen sonuçlarda sadece mahfazayı içeren doğrusal modelin, minimum model büyüklüğü açısından bir üst limit tanımladığı görülmüştür. Farklı büyüklüklerde yük uygulandığında, minimum model büyüklüğünün kalınlık-yarıçap parametrelerine göre farklı yollar izlediği sonucuna ulaşılmıştır. Bu çalışmada uygulanan yüklerden yakın olanı seçilip ilgili kalınlık ve yarıçaptaki minimum model uzunluğunun hesaplanması sonucuna ulaşılmıştır. Hassasiyet değeri olarak %1'e ek olarak, başlangıç seviye tasarım çalışmalarını göz önünde bulundurmak için %5 ve %10 değerleri de aynı şekilde incelenmiştir ve elde edilen minimum model uzunluğu sonuçları paylaşılmıştır.
-
Öge3-D velocity structure of the gulf of Izmir (Western Turkey) by using traveltime tomography(Graduate School, 2022-11-07) Sağlam Altan, Zehra ; Gökaşan Ocakoğlu, Neslihan ; 505142401 ; Geophysical EngineeringThe Gulf of İzmir and its surroundings in western Anatolia are under the influence of active continental extension characterized by crustal thinning, intense seismic activity, the high heat flows associated with volcanism, and geothermal activity. These features make this region attractive for both geothermal and hydrocarbon exploration activities. The study area and surroundings are well investigated in terms of the crustal-scale tomography studies however there are only a few moderate-scale tomography studies exist aiming to understand its velocity structure and stratigraphical architecture, even though there are basins with proven hydrocarbon and geothermal sources across western Anatolia. Structural and stratigraphical interpretations from previous studies are performed on the 2-D time-migrated seismic sections, which are far from depth environment illustration and reliable velocity information. These conventional velocity estimation methods are based on the Dix inversion in which a flat-layered earth model with no lateral velocity variation and small source-receiver offset values are assumed. However, the study area is way more complex than these assumptions. Therefore, the inversion of traveltimes of the reflected events in seismic data is adopted as a velocity estimation method. In this study, the first 3-D Neogene velocity-depth model of the Gulf of İzmir is obtained by using traveltime tomography. Pre-processing steps such as trace edit, muting out unwanted signals, filtering undesired frequency content, and gaining to remove the effects of wavefront divergence are applied to the raw shot gathers to be able to delineate reflection events on the pre-stack data and make the picking phase more accurately by removing the excessive background noise. This more pickable dataset contains 401352 seismic trace recordings from eleven multi-channel seismic lines collected in the NNW-SSE oriented outer Gulf of İzmir between offshore Foça and Karaburun. The resulting grids of traveltimes were then correlated with each other at the tie-points. Additionally, the conventionally processed data was re-interpreted in detail. Three main seismic stratigraphic units (SSU1-SSU3) were interpreted on the time sections. Three subunits (SSU1a, b and c) are also distinguished within the SSU1 seismic unit. These units are bounded above and/or below by the five horizons (H1-H5). Two unconformity surfaces between Upper Miocene-Pliocene and Pliocene-Quaternary sediments are marked. For the 3-D tomography analysis, the initial velocity for the water column is set to 1500 m/s. The velocity constraints for the following layers are chosen as follows: 1500-1780 m/ for SSU1a, 1500-2000 m/s for SSU1b, 1500-2400 m/s for SSU1c, and 1500-2800 m/s for SSU2 based on the conventional velocity analysis conducted by the previous studies. The initial depth values for the reflectors H1, H2, H3, H4, and H5 are chosen as 100, 150, 300, 550, and 900 m, respectively. The principle of minimum time that uses the analytical solution of Snell's law through an iterative procedure is used to compute the synthetic traveltimes and ray paths within a model. The velocity fields between horizons and the depth of the horizons are updated sequentially. An iterative optimization method called the Simultaneous Iterative Reconstruction Technique (SIRT) is used to update the velocity fields by traveltime inversion. The principle of minimum dispersion of the estimated reflection points is used to update the depth and shape of the interfaces. The final tomographic inversion is carried out by using staggered grids. This final high-resolution tomographic image has provided 3-D stratigraphical architecture and velocity distribution of the Gulf of İzmir in the depth domain. Five seismic stratigraphic units/subunits (SSU3, SSU2, SSU1a, SSU1b, and SSU1c) are traced along the study area. These seismic units and unit boundaries are calibrated by the Foça-1 well (drilled by Turkish Petroleum) on the Pre-Stack Depth Migration (PreSDM) section of Line-25. As a result of this calibration, the acoustic basement is associated with SSU3 consisting of tuffs, sandstones, limestones, and volcanics of the Lower-Middle Miocene Yuntdağ Volcanics. They terminate onto the north-dipping horizon H5 along the southern side of the basin, which displays highly variable topography with several depressions and high. It is marked as a major unconformity separating Miocene and older rocks from the Pliocene-Quaternary younger deposits with a depth of ~200 m in the southern sector and deepens to ~900 m in the mid-central sector constituting a basin. Then, it rises to 420 m forming ridges offshore both Foça and Karaburun Peninsula between 15 to 20 km in the central sector. These volcanic ridges bound the basin, unlike the rest of the western Anatolian grabens bounded by normal faults. The depth of the horizon H5 increases considerably in the northern part of the basin, ranging from 900 m (western flank) to 1400 m (eastern flank). The basin deposits have accumulated asymmetrically across the study area following the northwest dipping Miocene-Pliocene unconformity surface (H5). It consists of two asymmetric depressions developed in the northeastern and mid-central sectors. The thickest depocenter is in the northeast (up to ~1400 m) and thinning through the mid-central sector (~850 m) and southern (~140 m) sector, respectively. SSU2 lies on top of the acoustic basement and corresponds to the sandstones, limestones, volcanics, and shales of the Bozköy Formation and the limestones of the Ularca Formation, dating from the Late Miocene to the Pliocene. The deposition of this unit is mostly concentrated on the northeastern and the mid-central sector of the basin, where acoustic basement highs create small depressions. SSU2 comprises a 20-70 m sediment thickness in the SE offshore Uzun Island. The local depression zone in the mid-central part of the basin has ~580 m thickness, whereas SSU2 has ~40 m and ~260 m thicknesses in the eastern and the western flank of the central sector. SSU2 is rapidly thickening in the northern sector. The maximum thickness of ~790 m appears in the eastern flank of the northern sector, whereas thickness gradually decreases westward up to 20 m. SSU2 is separated from the overlying unit SSU1 by the horizon H4. This boundary defines the base of the Quaternary. The depth of H4 ranges from ~200 m to 480 m from southeast to northwest. Then, it dramatically deepens to ~860 m in the northern sector (through the outer gulf). It constitutes a small basin with a depth of ~520 m at the mid-central sector around Foça. H4 is overlaid by the Plio-Quaternary sediments. From Pliocene to Quaternary (SSU1), the depression in the mid-central sector shifted gradually towards the eastern flank of the central sector (~440 m) while the depression in the northeastern sector expanded northwestwardly (~620 m). These two depression areas are separated by the ridges of horizon H4 that mimics the basement high rising in the east-west direction. By contrast, the total thickness of the Plio-Quaternary sedimentary succession is thinning abruptly up to ~180 m towards the western flank of the southern and central sector of the basin following the rising basement. SSU1 comprises three seismic subunits (SSU1c, SSU1b, and SSU1a). The inclination of the subunits decreases from north to south and from bottom to top. A member of the Bayramiç Formation, SSU1c, is deposited on top of the SSU2, which is dated as Quaternary consisting of conglomerates at the base overlain by sandstones and shales above. The thickness of SSU1c is 20 m in the southern termination of the basin and gradually increases northwardly up to ~280 m. Above that, two other members of the Bayramiç Formation lie named SSU1b and SSU1a, separated by horizons H3 and H2. SSU1b also consists of a similar sequence of conglomerates, sandstones, and shales. The thickness of the SSU1b varies between ~100-300 m. SSU1b accumulates up to ~280 m in the eastern flank of the central sector, where the underlying horizon deepens. Horizon H2 represents the upper surface of the seismic unit SSU1b. SSU1a consists of Quaternary sandstones. It has a 40 m thickness in the southern sector, ~60 m in the central sector, and ~140 m in the northern sector. Finally, H1 is located on top of seismic unit SSU1a and represents the seafloor. The seafloor is smoothly deepened from south to north from ~45 m to ~125 m. The strike-slip faulting with generally compressional character (Karaburun Fault Zone and Urla Fault Zone) is the main reason for the recent deformation of both basement morphology and overlying sedimentary succession. Overall, the Gulf of İzmir is quite different than the surrounding grabens (such as Gediz and Bakırçay grabens) in terms of structural and stratigraphical configurations. Our results also provide the first 3-D velocity model reconstructed from the reflected arrivals of the sedimentary sequence boundaries for the whole outer Gulf of İzmir. The model is presented in a set of horizontal depth slices at different depths and vertical cross-sections displaying velocity variations through the study area. The significant low-velocity zones (LVZs) (1650Vp 1850 m/s) are seen in the horizontal depth slices and vertical cross-sections in the eastern flank down to ~500 m and along the northwestern part of the basin down to ~1 km. Another feature observed in the vertical sections is the presence of high-velocity zones (HVZs) (2150Vp 2350 m/s) between low-velocity zones in the mid-central and north-central sectors of the basin. This observation are supported by the P-wave velocity perturbation that defines the velocity deviations from the initial velocity obtained using the tomography results. The velocity variation seen in the eastern flank of the study area overlaps a lenticular structure that presents on both the time migrated and PreSDM section within the Bayramiç Formation. It has ~500 m length and ~90 m width and bounded by steeply dipping faults on either side. Amplitude anomalies appear to be present at both the upper and lower surfaces of the structure. AVO (amplitude versus offset) analysis, modeling, and seismic attributes showed the presence of possible Direct Hydrocarbon Indicators (DHIs) from the top and base reflectors of the established lenticular-shaped structure interpreted as bright and flat spots, respectively. Our observations suggest the presence of a reservoir within the Quaternary-aged Bayramiç Formation, which consists of conglomerates, sandstones, and shales. It is sealed by shales of the Bayramiç Formation and bounded by an unconformity at the base together with the strike-slip faults on both sides. Therefore, it is concluded that this trap is a structural-stratigraphic. The bounding strike-slip faults allow the migration of hydrocarbons from greater depths into the local reservoir. The presence of another LVZ on top of the reservoir along the strike-slip faults indicates the leakage breaching up to the seafloor. The fault-controlled LVZs in the Plio-Quaternary sediments of the Gulf of İzmir is interpreted as the indication of gas/fluid flow and heat transfer from a deeper source to the shallow surface. The depth information provided by this thesis will further increase our understanding of the link between 3-D stratigraphic architecture and the dominant tectonic forces, and it provides a solid foundation for future numerical simulation studies on the possible fluid/heat transport mechanisms. The P-wave velocity characteristics provided in this thesis will be used to detect the vertical and lateral velocity variations, which can be further used to discover possible dramatic lateral and vertical velocity variations indicating the links between faults (tectonic), fluid escape, gas occurrences (hydrothermal processes) and discuss potential geohazard risk beneath the Gulf of İzmir.