LEE- Yapı Mühendisliği Lisansüstü Programı
Bu topluluk için Kalıcı Uri
Gözat
Başlık ile LEE- Yapı Mühendisliği Lisansüstü Programı'a göz atma
Sayfa başına sonuç
Sıralama Seçenekleri
-
ÖgeAlkali ile aktive edilmiş harç ve atık çelik tel donatılı betonların (SIFCON) fiziksel, mekanik ve dayanıklılık özelliklerinin araştırılması(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2020-12-11) Gök, Saadet Gökçe ; Şengül, Özkan ; 501132005 ; Yapı Mühendisliği ; Structural EngineeringGeleneksel beton üretimi, günden güne büyümekte olan büyük ölçekli bir endüstridir. Çimento üretimi sırasında açığa çıkan yüksek miktarlardaki karbondioksit emisyonu ve üretim için ihtiyaç duyulan büyük enerji ihtiyacı, bu süreci maliyetli, kirletici ve çevreye zararlı hale getirmektedir. Bu durum, uygun işlenebilirlik, dayanım ve dayanıklılık özelliklerine sahip olmanın yanı sıra ekonomik de olan alternatif yapı malzemeleri arayışına ihtiyaç doğurmaktadır. Sürdürülebilir bir beton üretimi için, sürdürülebilirliğin temel ayakları olan çevresel, ekonomik ve sosyal açıdan iyileştirme gerekmektedir. Farklı sanayilerden elde edilen yan ürünlerin veya atık ürünlerin betonda yeniden değerlendirilmesi, söz konusu sürece dikkate değer bir katkı sağlayacaktır. Alkali ile aktifleştirilmiş malzemeler, sürdürülebilir olmaları ve çimento içermeyişleriyle öne çıkan birtakım olumlu özelliklere sahip doğa dostu malzemelerdir. Bu araştırmada, atık ya da yan ürünlerin kullanımıyla bir malzeme üretmek amaçlanmış olup öğütülmüş yüksek fırın cürufu; sodyum hidroksit (NaOH) çözeltisi ve sıvı sodyum silikat kullanılarak aktive edilmiştir. Sodyum silikat yerine, silikat kaynağı olarak öğütülmüş atık camın kullanılabilirliği araştırılmıştır. Bu amaçla, sodyum silikat, öğütülmüş atık cam ile ikame edilerek değişen molaritelerde (8-14 M) NaOH içeren harç numuneler üretilmiştir. Alkali ile aktifleştirilmiş harçların mekanik ve dürabilite özellikleri, su kürü, hava kürü ve ısıl işlem (24 saat 60˚C) olmak üzere üç farklı kür koşulunda incelenmiştir. Referans karışımlarda, CEM I 42,5 R Portland çimentosu, su ve standart kum kullanılmıştır. Üretilen numunelerin 3, 7, 28 ve 90 günlük basınç dayanımları ve eğilmede çekme dayanımları ölçülmüştür. Bununla birlikte harçlar üzerinde, sülfat direnci, donma-çözülme, kılcal su emme, toplam su emme miktarının belirlenmesi, hızlı klor geçirimliliği ve elektriksel özdirenç deneyleri gerçekleştirilmiştir. Çalışmanın sonunda, atık camın alkali ile aktifleştirilmiş harçlarda alternatif silikat kaynağı olarak kullanılabileceği sonucuna varılmıştır. Çalışmanın diğer aşamasında alkali ile aktive edilmiş beton üretimi gerçekleştirilmiş ve alkali ile aktifleştirilmiş beton numunelerin geçirimliliğini incelemek amacıyla kılcal su emme, toplam su emme miktarı, hızlı klor geçirimliliği ve elektriksel özdirenç deneyleri gerçekleştirilmiştir. Çalışmanın son aşamasında çimento bulamacı emdirilmiş lifli beton üretimi gerçekleştirilmiştir. Burada, Portland çimentosu ile yapılan üretimin yanı sıra, 14 M sodyum hidroksit çözeltisi ve sıvı sodyum silikat, 8 M sodyum hidroksit çözeltisi ve sıvı sodyum silikat, 14 M sodyum hidroksit çözeltisi ve öğütülmüş atık cam, 8 M sodyum hidroksit çözeltisi ve öğütülmüş atık cam aktivatör olarak kullanılarak yüksek fırın cürufu ve ince kum ile üretim gerçekleştirilmiştir. Kullanılmış araç lastiklerinin geri dönüştürülmesiyle elde edilen hurda çelik teller, çelik lif olarak kullanılmıştır. Yanak teli (sürekli lif) ve kırılmış tel (süreksiz lif) olmak üzere iki farklı lif tipinin etkisi incelenmiştir. Çelik tel olarak atık lastiklerin içerisinde bulunan çeliğin seçilmesindeki sebep, bu tellerin yüksek çekme dayanımına sahip olması ve büyük miktarlarda kullanılması gerektiğinde, temininde bir zorlukla karşılaşılmayacak olmasıdır. Kullanılamaz duruma gelen, otomobil ve kamyon/tır lastiklerinin miktarı göz önünde bulundurulduğunda, bu lastikleri depolamak ve bertaraf etmek bir sorun haline gelmektedir. Türkiye'de, bu telleri ayrıştırmada ve malzemenin geri kazanımını sağlamada, piroliz ve geri dönüşüm hizmeti veren çok sayıda firma mevcuttur. Çalışmada, farklı geri dönüşüm firmalarından temin edilen hurda çelik tellere ait boy/çap dağılımları histogram olarak verilmiştir. Üretilen lifli betonlarda fiber hacim oranı %0, 1, 2, 3, 4 ve 5 olarak değişmektedir. Üretimi gerçekleştirilen numunelerde deplasman kontrollü üç noktalı eğilme deneyi yapılmış ve yük-sehim grafikleri elde edilmiş; numunelerin eğilmede çekme, yarmada çekme ve basınç dayanımları belirlenmiş, tokluk ve kırılma enerjisi değerleri hesaplanmıştır. Atık çelik liflerin kullanımı, eğilme dayanımlarını ve toklukları arttırmıştır. Kullanılan atık çelik lifler, uygulamada kullanılan ticari liflere benzer sonuçlar vermiştir.
-
ÖgeAssessment of seismic performance of RC members after fire exposure through large-scale testing( 2020) Demir, Uğur ; İlki, Alper ; Green, F. Mark ; 648701 ; İnşaat Mühendisliği Ana Bilim DalıQuantifying the seismic resistance of reinforced concrete (RC) buildings after fire is currently difficult because of the lack of information regarding their strength and ductility under earthquake loads. This thesis presents the results of an experimental study, which was carried out to investigate the post-fire seismic behavior of reinforced concrete columns. The thesis is mainly comprised of three papers accepted by high quality journals. In the first chapter, the factors affecting the post-fire seismic behavior of RC columns are analyzed with a particular focus on the behavior of concrete and steel under elevated temperatures and after cooling. In the second chapter, post-fire seismic behavior of cast-in-situ RC columns are investigated. Five cast-in-place RC columns were tested to failure under constant axial load and reversed cyclic lateral displacements after being exposed to ISO-834 standard fire for 30, 60 or 90 minutes. All of the columns are full-scale and designed to behave in flexure-controlled manner complying with major design codes (e.g. ACI 318-14). Other than the effects of fire exposure durations, the effects of thickness of concrete cover (25 and 40 mm) on structural performance was also investigated for the short fire exposure duration (30 minutes). The responses of the columns are analyzed in terms of lateral load-displacement relationships, ductility, stiffness, energy dissipation capacities and residual displacements. The test results indicated that fire exposure reduced the lateral load capacity of the columns whereas the deformability capabilities were found to be satisfactory in terms of structural response. It was also seen that the thickness of the concrete cover has only a slight influence on the post-fire seismic behavior of the columns which is attributed to the fact that lower concrete cover thickness results in higher effective depth which in turn leads to higher bending moment capacity and thereby higher lateral load capacity. Furthermore, a theoretical study was conducted to predict the load-displacement response of the fire exposed columns. The comparison of the experimentally and theoretically obtained load-displacement relationships indicated that the principals of structural mechanics usually applied to conventional columns are also valid for the columns exposed to fire in case the proposed algorithm is followed. In the third chapter, a similar approach as stated for the cast-in-situ columns is followed for precast RC columns as well. The precast columns had the same cross-section and reinforcement configuration and had been exposed to the same fire scenarios with the cast-in-situ columns. These columns were inserted into a socket foundation and had a lower axial load ratio (i.e. 10%) in order to represent the condition in common industrial buildings. The findings indicated that the repair mortar between the columns and foundation behaved in a satisfactory manner and therefore, similar post-fire seismic behavior was observed for cast-in-situ and precast columns. In the fourth chapter of the thesis, an experimental study is presented to examine the impact of time after fire on (i) post-fire behavior of small-scale specimens (cubes and cylinders), (ii) seismic behavior of full-scale reinforced concrete columns. The post-fire seismic response of the columns are analyzed 30, 60 and 360 days after fire exposure. Impact of time after fire exposure on residual lateral load capacity and ductility of the columns was found to be limited while the column subjected to seismic test 30 days after fire exposure, exhibited less stiff behavior with respect to the columns tested later. Furthermore, an analytical study is conducted for the prediction of seismic behavior of reinforced concrete columns after fire exposure considering the variations in residual properties of concrete by time, and the proposed model is found to be in good agreement with the test results.
-
ÖgeAtmosferik depolama tanklarında güncel hasarlarla ampirik ve analitik kırılganlık analizi(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2022-06-08) Bezir, Fırat ; Sarı, Ali ; 501171048 ; Yapı MühendisliğiSilindirik atmosferik depolama tankları temelde ülkelerin enerji ihtiyaçlarının karşılanmasında kullanılan petrol ve türevleri ile sıvılaştırılmış doğal gaz gibi ürünlerin depolanmasında faydalanılan yapısal elemanlardır. Bu tanklar su, şarap ya da katı atıkların da depolanmasında kullanılmıştır ve halen kullanıldığı tesisler mevcuttur. Depoladığı üründen bağımsız olarak, depolama tanklarının gerek geometrisinden kaynaklı hasar almasının mümkün olması, gerek ülkeler genelinde tank tesislerinin konumlandırıldığı alanların sismik etkilere daha açık bulunmaları, gerekse tanklar içerisindeki sıvı malzemenin olası salınımlarda sahip olduğu salınım etkilerinin tanklarda hasara sebep olacak şekilde etkili olması durumları, depolama tanklarını kırılgan yapmakta ya da hasar görebilmeye açık hale getirmektedir. Bu çalışma kapsamında "kırılganlık" ya da "hasar görebilme" terimleri sadece sismik etkilerden direkt etkilenen ya da sismik etkilere bağlı ikincil etkilerden kaynaklanan hasarı temsil etmek için kullanılacaktır. Literatürde ve pratik kullanımlarda farklı depolama birimleri bulunmaktadır. Bu araştırmada, sadece atmosferik silindirik çelik depolama tankları üzerinde çalışılmıştır. Çalışma genelinde, ilgilenilen bu tanklar depolama tankı ya da atmosferik depolama tankı ifadeleriyle nitelendirileceklerdir. Bu çalışmada izlenen yol kısaca ifade edilecek olursa, çalışmanın ilk aşamasını mevcut akademik yayın çalışmalarından, sismik aktiviteler sonucu hazırlanan raporlardan, araştırma tezlerinden ve akademik açıdan kabul edilebilecek diğer kanallardan elde edilen depolama tankı hasar veri tabanının derlenmesi işi oluşturmuştur. Gözleme dayalı hasar kayıtları çalışmalarının tarihçesi 1970'lere dayanmakla birlikte, yakın tarihimize kadar depolama tanklarındaki hasarlarla ilgili çalışmalar mevcuttur. Yazar, ilgili çalışmalarda işlenmiş gerçek deprem olayları sonucu hasar gören tankları, tankların geometrileri, tank lokasyon bilgileri, tankın içerdiği sıvı niteliği, tank konfigürasyonu ve özelliği ve çalışmanın ileriki bölümlerinden görüleceği üzere, sismik hesap sonuçları ve diğer değişkenleri içerecek şekilde derlemeyi başarmıştır. Bu şekilde toplanan toplam tank sayısı 4509'dur. Bu çalışma sonucu tank hasarlarına ait bir hasar matrisi oluşturulmuştur. Tanklar bu matriste sahip oldukları hasarlara göre belirli hasar sınıflarına atanmıştır. Tank hasar belirleme ve hasar sınıfı tayini mevcut literatürde ve tank tasarımı ile ilgili uluslararası kodlarda günümüze kadar gelişip değişerek işlenmiştir. Bu hasar sınıfları arasında ciddi farklar olmasa da farklı hasar sınıfı tanımlamaları mevcuttur. Bu araştırmada, yazar tank hasar sınıfını da yaptığı kapsamlı veri toparlama işlemleri neticesinde, sektör uzmanlarının da görüşleri üzere güncelleyerek çalışmaya dahil etmiştir. Ardından, gözleme dayalı bu hasar veri setinde, hasara sebep olan sismik olayların temel karakteristikleri kullanılarak, hasar ve hasarın sebebi arasındaki istatistiksel ilişki mevcut istatistiksel bakış açıları ile yorumlanıp, tank hasar matrisindeki hasar sınıfları için sismik kırılganlık eğrileri elde edilmiştir. Bu noktada kısaca vurgulanmak gerekirse, literatürde kırılganlık analizi gerçekleştirmek için birden fazla istatistiksel metot bulunmakla birlikte, bu çalışma kapsamında hasarın doğası ile uyumlu olacağı ispat edilmiş yöntemler seçilmiştir. Sismik aktiviteler sonucu tankların performansı söz konusu hasarın varlığı veya yokluğu şeklinde ikili değişkenle tanımlanabileceği için, istatistikte ikili (binary) dağılımlar için olasılık hesaplarında işlevselliği ispatlanmış olan lojistik regresyon yöntemi seçilmiştir. Bununla birlikte, bu yöntemde parametre tahmini için kullanılan fonksiyonlardan logit ve probit modeller ile maksimum olabilirlik yöntemi seçilerek, lojistik regresyon analizleri gerçekleştirilmiştir. Bu noktada dikkat edilmesi gereken konu; hasarın çıkış nedeni olan depremlerin ve tanklara ait karakteristiklerin her tank ya da tank grubu için birbirinden bağımsız olmasıdır. Bu nedenle, elde edilen hasar sınıflandırma matrisi her hasar sınıfı için yakın ya da ortak dağılımı vermekten uzaktır. Bu da hasar matrisinin ve sadece gözleme dayalı verilerin kullanılarak elde edilen kırılganlık eğrilerinin güvenilirliği sorusunu göz önüne getirmektedir. Ayrıca farklı durumlarda, özel ihtiyaçlara göre risk hesaplamalarının gerekli olduğu durumlarda, çok genel sonuçlar ifade edecek gözlemsel sonuçların vereceği kanı sorgulanmalıdır. Bu noktada, akademik ve mühendislik perspektifi mevcut veri boşluğuna rasyonel müdahalelerle elde edilen kırılganlık eğrilerinin iyileştirilmesini gerekli kılmaktadır. Bilimsel bilginin temel ilkelerinden biri olan faydalılık prensibi gereğince, mevcut hasar veri tabanını iyileştirmeye yönelik sonlu eleman analizleri ile gerçek tank geometrisi ve özelliklerini kullanarak, tanklarda sismik etkilerin sonuçları gözlemlenmiştir. Tankların maruz bırakıldıkları sismik yer hareketleri sonucu, sahip oldukları hasarlara göre her tank ilgili hasar sınıfına yerleştirilerek mevcut hasar veri tabanı hem nitelik hem de nicelik olarak iyileştirilmiştir. Sonlu eleman modelleri ile kırılganlık analizlerinin gerçekleştirildiği hasar veri tabanında toplamda 396 adet hasar bilgisi bulunmaktadır. Çalışmanın bu bölümünde, 11 adet yer hareketi ile gerçekleştirilen 396 adet analiz sonucu kırılganlık eğrileri 8 farklı deprem şiddet ölçüm birimi için gerçekleştirilmiştir. Çalışmada 3 farklı geometride, 2 farklı doluluk oranında, 2 farklı çatı konfigürasyonunda ve 3 farklı tank kabuk kalınlığı dağılımında modellenen tanklar, yapı sıvı etkileşimi göz önünde tutularak, zaman serisi analizleri sonucu hasar bilgileri kaydedilmiştir. Numerik çalışmaların sunduğu model bilgileri ile literatürde güvenilirliği kanıtlanmış ampirik formülasyonlar kullanılarak depolama tankları için periyot hesapları gerçekleştirilmiştir. Bunun nedeni, maksimum yer ivmesi ve maksimum yer hızına (PGA, PGV) ek olarak diğer sismik ölçüm birimlerinin kırılganlık analizinde ortaya çıkaracağı sonuçlara yanıt aramaktır. Böylece, aşağıda izah edileceği üzere deprem kayıtlarından elde edilebilecek PGA ve PGV parametrelerine ek olarak, 6 adet sismik şiddet parametresi elde edilmiştir. Çalışmanın bu konusu kapsamlı şekilde, binlerce veri analizi sonucu elde edilmiştir. Bu çalışmada sadece elde edilen sonuçlar ve analiz prosedürleri ifade edilmiştir. Çalışmada enerji hesapları, 24 farklı periyot değerinin 3 farklı deprem bileşenine sahip 11 adet deprem kaydı için milyonlarca deprem verisinin yazılımsal araçlarla işlenmesi sonucu, enerji talep spektrumları olarak elde edilmiştir. Bu sismik parametrelerin PGA ile aralarındaki korelasyon, lineer regresyon analizleri ile elde edilmiştir. Buna ek olarak, bu çalışmada ilgilenilen bir diğer temel konu ise, yapılan kırılganlık analizlerinde kullanılan sismik şiddet ölçüm değişkeninin faklı türdeki hasarların tespitindeki başarısını test etmektir. Tank geometrilerine bağlı olarak, farklı konfigürasyonlar farklı salınım periyotlarına neden olmaktadır. Tankların geniş çaplı olması içereceği sıvının sahip olacağı salınım periyodunun artmasına neden olduğu için, kullanılan sismik şiddet ölçüsünün bu noktada sınanması gerektiği düşünülmüştür. Bu amaçla, yapı analizlerinde ve söz konusu depolama tanklarında sismik yoğunluğu ifade etmek için daha fazla kullanılan "maksimum yer ivmesi" birimine ek olarak, maksimum yer hızı, spektral ivme, spektral hız, spektral deplasman, ortalama spektral ivme, deprem giriş enerjisine eşdeğer ivme ve sönümlenmiş deprem enerjisine eşdeğer ivme değişkenleri de kullanılarak, kırılganlık eğrileri 8 farklı sismik şiddet ölçüm birimi için elde edilmiştir. Yapılan analizler sonucu spektral hız, spektral deplasman ve sönümlenmiş deprem enerjisine eşdeğer ivme parametrelerinin kırılganlık analizinde farklı hasar durumlarının tespit etmek için kullanılabileceği gözlemlenmiştir. Bu kapsamdan bakıldığında yapılan çalışmanın ilgili konuda mevcut çalışmaların bulgularına yenilik eklediği görülmektedir. Lde edilen bu bulgularla gelecek yıllarda yapılacak çalışmalara bu noktada kaynak olacağı umulmaktadır. Yapılan kırılganlık analizlerinde, literatürde kullanılmış farklı istatistik metotlardan faydalanılmıştır. Kırılganlık analizinde işleme giren ana değişkenler sismik şiddet ölçüm birimi ile hasar durumuna ait verilerdir. Fakat unutulmamalıdır ki, işlemden sonuç üreten fonksiyonun kendisi de bir değişken olarak hasar görebilme olasılığına etki etmektedir. Bu noktada, farklı istatistiksel prosedürlerin de hasar olasılıklarına etkisi ispat edilmiştir. Gerek söz konusu alanda gerekse yapı ve deprem mühendisliği noktasında yapılan analizlerde farklı istatistiksel prosedürlerin verdiği sonuçların farklı olacağı göz önüne alınmalıdır. Görüleceği üzere, bu yüksek lisans çalışmasında gözlemsel verilerin elde edilmesi, hasar sınıflarının güncellenerek yeniden tanımlanması, hasar verilerinin yorumlanarak hasar sınıflarına atanması, istatistiksel prosedürlerin kırılganlık analizinde irdelenmesi, gözlemsel veriler için kırılganlık eğrilerinin elde edilmesi, numerik modelleme sonucu elde edilen hasar verilerinin yorumlanması, sıvı salınımı ve tank duvar periyotları hesapları ile sismik şiddet ölçüm parametrelerinin elde edilmesi için spektral analizlerin gerçekleştirilmesi ve analitik verilerle farklı sismik değişkenler için kırılganlık eğrilerinin tekrar elde edilmesi ve elde edilen iki farklı yaklaşımın birbiri ile kıyaslanması olarak özetlenebilecek çok sayıda temel konu ele alınmıştır. Çalışmanın bu anlamdaki kapsamlılığı ve kendi içindeki birliği gerek akademik çalışmalar için yararlanmak isteyen okuyuculara, gerekse pratik mühendislik alanında tasarıma, uygulamaya veya kontrole dayalı işlemlerde tez içeriğinin güvenilir bir kaynak olarak kullanıcıya hitap etmesini mümkün kılmıştır.
-
ÖgeAtık çelik tel içeren çimento bulamacı emdirilmiş lifli betonların mekanik özellikleri( 2021-11-23) Çelikcan, Pınar ; Şengül, Özkan ; 501181039 ; Yapı Mühendisliği Bilim DalıBeton; heterojen yapılı, bünyesinde boşluklar ve mikro çatlaklar bulunduran yarı gevrek bir malzemedir. Geleneksel yalın betonun enerji yutma kapasitesi düşük olduğundan, betonda dış yükler altında ani kırılma gözlenir. Gevrek kırılmanın önüne geçmek ve malzemeye daha sünek bir yapı kazandırmak adına çeşitli güçlendirme teknikleri kullanılmaktadır. Bunlardan biri olan çelik lif ile güçlendirme ise son yıllarda araştırma alanı genişleyen bir tekniktir. Çimento bulamacı emdirilmiş lifli beton (SIFCON) olarak adlandırılan bu kompozit malzeme geleneksel betona göre gelişmiş performans göstermektedir. Günümüzde, doğal kaynakların hızla tükenmesi, malzeme üretimi esnasında atmosfere salınan CO2 miktarının üretimin sürekliliğiyle devamlı olarak artması ve üretimler sırasında ihtiyaç duyulan enerjinin çokluğu gibi temel konu başlıklarından yola çıkılarak inşaat sektöründe de sürdürülebilirlik fikri önem kazanmaya başlamıştır. Bu sebeple, yürütülen çalışmadaki SIFCON üretimlerinde, ömrünü tamamlamış atık lastiklerden elde edilen iki çeşit hurda çelik tel kullanılmıştır. Bu çalışmanın temel amacı, atık çelik tel takviyeli SIFCON'un basınç, yarmada çekme ve eğilme dayanımlarına ek olarak; kırılma enerjisi ve tokluk gibi mekanik özelliklerinin çelik tel içeriğiyle değişiminin incelenmesidir. Deneysel çalışmada çimento hamuru bileşenleri sabit tutularak; %1, %2, %3, %4 ve %5 oranlarında atık çelik tel içeren karışımlar üretilmiştir. Bu üretimlere ek olarak karşılaştırma yapılabilmesi adına, tel takviyesiz şahit numuneler de üretilmiştir. Her bir karışımdan 3'er örnek olmak üzere 18 adet, iki farklı tel çeşidi için ise toplamda 36 adet prizma numune üretilmiştir. Geri dönüşüm tesislerden temin edilen atık çelik tel gruplarının içindeki veya yüzeyindeki lastik ve elyaf gibi istenmeyen malzemeler temizlenmiş, sürekli olarak kullanılacak teller kalıplara uygun şekilde kesilerek hazırlanmıştır. Ardından teller kalıplara mümkün olduğunca homojen olacak şekilde el ile yerleştirilmiş ve çelik teller arasına üretilen hamur emdirilmiştir. Kür uygulaması ile dayanım kazanılması ardından prizma numuneler çentiklenmiştir. Çalışmanın sonucunda, yarmada çekme dayanımı, eğilme dayanımı, tokluk ve kırılma enerjisi gibi mekanik özelliklerin tel takviyesiyle önemli oranda iyileştiği ve artan tel içeriği ile bu değerlerin de arttığı gözlemlenmiştir. Malzemenin yük-sehim eğrisinin pik sonrası davranışı iyileşmiş, bu noktadan sonra eğriler daha az dik hale gelmiş yani malzeme sünek yapı kazanmıştır. Ek olarak, atık çelik tel kullanımı ile basınç dayanımı değerlerinde önemli farklılıklar gözlenmemiştir. Özetle, farklı lif tiplerinin SIFCON'un mekanik özelliklerinin iyileşmesinde önemli bir katkısı olduğu, bu katkının artan tel içeriği ile arttığı ve bu iyileşme miktarlarının takviye olarak kullanılan telin karakteristik özellikleri ile değiştiği de gözlemlenmiştir. Bu çalışmadaki, takviye olarak yüksek fiyatlı ticari teller yerine atık çelik teller kullanılarak sürdürülebilir bir yaklaşımla yapılan SIFCON üretimlerinin mekanik özelliklerinde önemli oranlarda iyileşme olduğunu doğrulamaktadır.
-
ÖgeBetonarme binalarda zemin kat yüksekliğinin farklı olması durumunda dolgu duvarların etkisinin incelenmesi(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2023-01-25) Ateş, Özge ; Özkul Aksu, Tülay ; 501181037 ; Yapı MühendisliğiÜlkemizin deprem bölgesinde yer alması, yapıların tasarımı ve buna bağlı olarak yapımının gerçekleştirilmesi sırasında deprem yüklerinin yapı üzerindeki etkilerinin dikkate alınmasını gerektirmektedir. Burada talep edilen herhangi bir deprem anındaki hasar ve kayıpları en aza indirmektir. Bu nedenle oluşacak büyük hasarların önüne geçilebilmesi için yapıların doğru ve uygun şekilde tasarlanması ve yapının olabildiğince gerçeğe yakın modellenmesi gereklidir. Depreme dayanıklı yapı tasarımında taşıyıcı sistemin herhangi bir düzensizliğine sahip olması istenmez. Genellikle bireysel kullanımlardan kaynaklanan mimari nedenlerle veya zemin katlarının market, otopark, depo, işyeri gibi ticari kullanımlardan dolayı zemin kat, normal katlardan daha yüksek imal edilmekte ve mevcut duvarlar kaldırılmaktadır. Zemin katta dolgu duvarların bazılarının veya tümünün kaldırılması kat rijitliğini azaltmakta ve zemin katta rijitlik düzensizliğine, başka bir deyişle yumuşak kat düzensizliğine sebep olmaktadır. Ayrıca duvarların asimetrik yerleştirilmesi halinde kütle merkezi ile rijitlik merkezinin birbirinden uzaklaşması öngörülemeyen burulma düzensizliğine yol açabilmektedir. Zemin katın yüksekliğinin arttırılması da yapıda zayıf kat düzensizliğine sebep olabilmektedir. Tüm bu istenmeyen durumlar yönetmelikler ile sınırlandırılmış ve bu olumsuz etkilerin ortadan kaldırılması mümkün kılınmıştır. Dolgu duvarlar genellikle taşıyıcı elemanlar olarak düşünülmemekte ve yapıya sadece kirişlerin üzerinde yayılı yük olarak hesaplara dahil edilmektedir. Taşıyıcı çerçeve sisteminde kolon ve kiriş arası boşlukları dolduran dolgu duvarlar yatay yük etkisi altında oldukça önemli rol oynamaktadır. Betonarme yapıların tasarım süreçlerinde her ne kadar dolgu duvarların etkileri göz ardı edilse de yapılan çalışmalar dolgu duvarların yapı davranışına etkileri olduğunu açıkça ortaya koymuş ve bu etkiler ihmal edildiği takdirde yapıda öngörülemeyen hasarlar meydana getirebileceği belirtilmiştir. Dolgu duvarların etkisinin dikkate alınmadığı durumlarda analiz sonuçlarının gerçek değerleri temsil etmediği yapılan deneysel çalışmalar sonucunda görülmüştür. Ayrıca tasarımı yapılan yapının gerçekçi modellenebilmesi için hesap analizlerinin dolgu duvarların taşıyıcı sistem üzerindeki etkisini göz önüne alacak şekilde yapılması gereklidir. Böylece dolgu duvar-çerçeve etkileşimi önem kazanmakta ve söz konusu etkileşimin uygun modellenmesi gündeme gelmektedir. Deprem bölgesinde yer alan ülkemizde, yapıların tasarım ve projelendirme süreçlerinde dolgu duvarların etkisinin yeteri kadar dikkate alınıp alınmadığı sık sık tartışılmaktadır. Dolgu duvarların modelleme yöntemleri ve gerçeğe en uygun yöntemin araştırılması günümüze kadar birçok çalışmaya konu olmuştur. Ve bu konu ile ilgili yapılan çalışmalar gün geçtikçe artmaktadır. Dolgu duvarların, yapının yatay ve düşey yükler altında davranışına, rijitlik, taşıma kapasitesi, periyot ve enerji tüketme kapasitesi gibi önemli ve olumlu katkıları vardır. Yapı davranışında meydana getirdiği en önemli değişim dolgu duvarların yatay rijitliğinin ön plana çıkarak yapının serbest titreşim periyodunun azalması yönünde olmaktadır. Dolgu duvarlar, malzeme mekanik özelliklerinin çok değişken olması yanında birçok parametreye göre farklılık göstermesi, imalat koşullarına ve temas yüzeylerine bağlılığı, modele yansıtılmasının kolay olmaması ve taşıyıcı olmamasından dolayı yapılan modellemelerde dikkate alınmamaktadır. Hesaplamalarda ise daha önce yapılan çalışmalar sonucu oluşturulan ampirik formüller kullanılmaktadır. Dolgu duvar davranışını tanımlarken bir diğer önemli özellik ise içerisinde boşluk olması durumudur. Daha önce yapılan çalışmalar mevcut boşluğun büyüklüğü ve bu boşluğun duvar içerisindeki konumuna göre dolgu duvarın yapıya olan etkilerinin değiştiğini göstermiştir. Ayrıca bant pencerelerin varlığı ya da farklı sebeplerle dolgu duvarların kolon boyunca süreklilik göstermediği ve kat yüksekliği boyunca devam ettirilmediği durumlarda kısa kolon etkisinin oluştuğu bilinmektedir. Bu gibi durumlarda kolon etkili boyu azalarak ve kolonun alt ucunda oluşması planlanan plastik kesit, gerçekte yarım duvarın bitim bölgesinde ortaya çıkarak kolonlarda oluşacak kesme kuvvetlerinde tasarımdan farklı artış meydana gelir. Literatüre bakıldığında tüm bu parametreleri doğru modelleyebilmek adına çok çeşitli ampirik formüller geliştirilmiştir. Bu çalışmada Türkiye'de sıklıkla görülen zemin kat yüksekliğinin diğer katlara göre daha yüksek imal edilmesinin ve bunun yanı sıra zemin katta dolgu duvar yerleşiminin azaltılmasının betonarme yapılar üzerindeki etkisi incelenmiştir. Türkiye Bina Deprem Yönetmeliği 2018 (TBDY-2018)'e ve diğer standartlara uygun olarak ön boyutlandırılması ve tasarımı yapılan A binası, zemin kat yüksekliği değiştirilerek B ve C binaları oluşturulmuş, binaların İstanbul ile Sarıyer ilçesinde yer aldığı kabul edilmiştir. Yapılan seçimlerde eşdeğer deprem yükü yönteminin uygulama sınırları dikkate alınmış olup, zayıf kat düzensizliği durumu dışında düzensizlik durumu mevcut değildir. Modelleme için, mesafeleri 5 m olacak şekilde 6x6 açıklığa, toplam 900 m2 taban alanına sahip ve (X)-(Y) doğrultusunda simetrik betonarme bina planı seçilmiştir. Zemin kat ve 7 normal kattan oluşan konut türü binalarda normal kat yükseklikleri tüm modellerde 3 m, zemin kat yüksekliği A binasında 3 m, B binasında 4 m, C binasında 5 m alınmıştır. Dolgu duvar yerleşimi ise tüm modellerde normal katlarda her kiriş altında, zemin katta (X) ve (Y) doğrultularında sadece orta aksta olacak şekilde seçilmiştir. Zemin kat yükseklik değişiminin ve dolgu duvar modellemesinin yapılmasının etkilerinin araştırılması için taşıyıcı sistem boyutları tüm modellerde sabit tutulmuştur. SAP2000 programında üç boyutlu olarak oluşturulan 3 model, literatürde yer alan çok sayıda dolgu duvar modellemelerinden tekli eşdeğer basınç çubuğu yöntemi ile dolgu duvar modellemesi yapılarak tekrarlanmış, toplamda 6 model oluşturulmuştur. Boşluklu fabrika tuğla malzemesinin kullanıldığı duvarların modellemesi için TBDY-2018'de yer alan temsili basınç çubuk genişlik ve eşdeğer basınç çubuğu katsayısı denklemleri kullanılmış, duvar elastisite modülü olarak yine yönetmelikten ilgili değer alınmıştır. Dolgu duvarların boşluk içermediği kabul edilmiştir. İki ucu mafsallı olarak modellenen eşdeğer sanal basınç çubukları sadece basınç kuvvetine maruz kalabileceği için bu temsili çubukların çekme limitleri sıfırlanmıştır. Oluşturulan modeller TBDY-2018'de yer alan doğrusal hesap yöntemlerinden eşdeğer deprem yükü yöntemi kullanılarak 6 model de analiz edilmiş, analiz sonuçlarına göre yapıların deprem davranışlarındaki değişiklikler yorumlanmıştır. Analizler sonucunda zemin kat yüksekliğinin artması ile bina ağırlıklarında, periyotlarda, kat yatay deplasmanlarda, göreli kat ötelemelerinde, salınım, zemin kat kolon ve kiriş iç kuvvetleri değerlerinde artış, kat rijitliklerinde azalma gözlemlenmiştir. Değişiklik sonucu gözlemlenen kat rijitlik değerinin azalması ve buna bağlı kat ötelenmesinin artması durumu dolgu duvarsız binalarda dolgu duvarlı binalara göre daha fazla ön plana çıkmaktadır. Dolgu duvar modellemesinin yapılması ile periyotlarda, kat yatay deplasmanlarda, göreli kat ötelemelerinde, salınım, burulma katsayısı, zemin kat kolon ve kiriş iç kuvvetleri değerlerinde azalma, kat rijitlik değerlerinde artış gözlemlenmiştir. Dolgu duvarların içerisinde bulunduğu betonarme çerçeveyi ve dolayısıyla betonarme yapıyı rijitleştirmesi sonucu, bulunan periyot değerlerinin ve yatay deplasmanların azalması beklenen bir sonuçtur. Ayrıca dolgu duvar yerleşimi ve modellemesinin burulma üzerinde etkili olduğu tespit edilmiştir.
-
ÖgeBetonarme kolonların deprem performansının tekstil donatılı / donatısız cam lifli püskürtme harçla iyileştirilmesi(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2022-07-04) Ateş, Ali Osman ; İlki, Alper ; 501132006 ; Yapı MühendisliğiÜlkemiz ve gelişmekte olan ülkelerdeki mevcut yapı stokunu oluşturan yapıların büyük bir kısmı deprem esnasında arzu edilen sünek davranışı göstermekten oldukça uzaktır. Bu yapılar depreme dayanıklı yapı tasarımı açısından modern yönetmeliklerde verilen kuralları sağlamamakta olup, genellikle inşa edildikleri yıllarda yürürlükte olan yönetmeliklerin öngördüğü koşulları dahi sağlamamaktadır. Bu nedenle, bu yapılar literatürde genellikle standart altı yapı olarak adlandırılmaktadır. Kocaeli (1999), Pakistan Kashmir (2005), Elazığ (2010), Van (2011), Gorkha (2015), İzmir (2020) ve diğer depremler esnasında bu tip yapıların yetersiz deprem davranışı sebebiyle önemli ölçüde yapısal hasar ve buna bağlı olarak can ve mal kayıpları meydana gelmiştir. Betonun dıştan sargılanarak dayanımının ve şekildeğiştirme yapabilme yeteneğinin iyileştirilmesi, güçlendirme için oldukça yaygın olarak kullanılan bir yöntemdir. Bu amaçla genellikle lifli polimer (LP) kompozit malzemeler kullanılmaktadır. LP kompozit malzemelerin birtakım avantajları bulunsa da, uygulama esnasında toksik gaz salınımı, reçinelerin camlaşma geçiş sıcaklığının üzerine çıkıldığında mekanik özelliklerin önemli ölçüde kötüleşmesi, uygulamadan önce yüzey hazırlığı gerektirmesi, ıslak yüzeylerde ve düşük sıcaklıklarda uygulama zorluğu, epoksi reçinelerin yüksek maliyeti gibi dezavantajları da bulunmaktadır. Sayılan bu dezavantajların giderilmesi için açık ızgara geometrisinde dokunmuş karbon, bazalt, cam gibi tekstil donatılar ve çimento esaslı matris malzemelerin bir arada kullanıldığı kompozit malzemeler yapı elemanlarının güçlendirme çalışmalarında ve betonun dıştan sargılanmasında kullanılmaya başlanmıştır. Sunulan bu tez çalışması kapsamında, standart altı yapılarda sıkça rastlanan kolonların tipik özellikleri göz önüne alınarak düşük dayanımlı beton (basınç dayanımı yaklaşık 10 MPa) ve düz yüzeyli boyuna donatı kullanılarak üretilen tam ölçekli kolonların deprem davranışı ve bu kolonların çimento esaslı kompozitlerle potansiyel plastik mafsal bölgelerinde yapılan dıştan sargılama ile güçlendirilmesi incelenmiştir. Tekstil donatılı çimento esaslı kompozit sistemin çekme davranışını iyileştirmek için literatürdeki mevcut çalışmalardan farklı olarak kırpık cam lifler matris malzemede kullanılmış ayrıca yine bir başka yenilik olarak kırpık lifli matris malzemenin yüzeye uygulanmasında püskürtme yöntemi kullanılmıştır. Püskürtme yöntemi ile uygulama hızı önemli ölçüde artmakta ve işçilikte tasarruf sağlanmaktadır. Tez çalışmasının ilk bölümünde, kullanılacak kompozit sistemin çekme ve eğilme etkileri altındaki davranışını analiz etmek için malzeme karakterizasyonu çalışmaları yapılmıştır. Bu amaçla ağırlıkça %3.5 oranında kırpık cam lif içeren kompozit, ağırlıkça %5 oranında kırpık cam lif içeren kompozit ve ağırlıkça %3.5 oranında kırpık cam life ilaveten içinde bir, iki ve üç kat açık ızgara geometrisinde dokunmuş bazalt tekstil donatı bulunan kompozit konfigürasyonları test edilmiştir. Kompozit içindeki kırpık cam lif miktarının ağırlıkça %3.5'tan %5'e çıkmasıyla çimento esaslı kompozit içindeki boşlukların artması sebebiyle kompozitin çekme ve eğilme davranışındaki iyileşme sınırlı düzeyde gerçekleşmiştir. Bu durum dikkate alınarak içinde bazalt tekstil donatı bulunan konfigürasyonlar için matris malzeme olarak ağırlıkça %3.5 oranında kırpık cam lif içeren harç tercih edilmiştir. Yapılmış olan eksenel çekme deneylerinde; bazalt tekstil donatı içeren konfigürasyonlarda bazalt tekstil donatı kat adedi arttıkça çekme dayanımı ve nihai çekme şekildeğiştirmesi değerleri gibi davranış özelliklerinin iyileştiği belirlenmiştir. Çekme deneylerine paralel gerçekleştirilen dört noktalı eğilme deneylerinde de, ağırlıkça %3.5 oranında kırpık cam lif içeren harç içine yerleştirilen bazalt tekstil donatı bir kattan iki kata yükseldiğinde eğilme gerilmesi ve deformasyon kapasitesinin iyileştiği görülmüştür. Ancak çekme deneylerinde açıkça gözlenen iki ve üç kat bazalt tekstil donatı içeren konfigürasyonlar arasındaki iyileşme farkı eğilme deneylerinde ortaya çıkmamıştır. Tekstil donatının (iki veya üç kat) nispeten sınırlı bir kalınlık (25 mm) içine katmanlar arasında eşit mesafe olacak şekilde yerleştirilmesi ile eğilme deneyleri esnasında çekme bölgesinde yer alan ve çekmeye çalışan bazalt tekstil donatı katmanı adedinin anlamlı ölçüde değişmemesi ve bazalt tekstil donatının kompozitin basınç dayanımına etkisinin olmaması bu durumda etkili olmuştur. Tez kapsamında yürütülen araştırmanın bir sonraki aşamasında bazalt tekstil donatılı/donatısız kırpık cam lifli püskürtme harç ile düşük dayanımlı beton numunelerin dıştan sargılanarak güçlendirilmesi incelenmiştir. Bunun için tam ölçekli kesit geometrisinde (çapı 200 mm olan daire, kenar boyutu 200 mm olan kare ve 200 × 300 mm, 200 × 400 mm ve 200 × 600 mm kenar boyutlarında dikdörtgen) 500 mm boyunda toplam 31 adet numune üretilmiştir. Referans ve güçlendirilmiş numuneler monotonik basınç yüklemesi altında test edilmiştir. Tüm kesit tiplerinde ve güçlendirme konfigürasyonlarında (bazalt tekstil donatılı veya donatısız) güçlendirme sonrasında numunelerin basınç dayanımında artış sağlanmıştır. Basınç dayanımındaki artış miktarı daire kesitli numunelerde ve üç kat bazalt tekstil donatının kullanıldığı güçlendirme konfigürasyonunda maksimum olup dikdörtgen kesitli numunelerde kenarlar arasındaki oran büyüdükçe azalmaktadır. Benzer şekilde, nihai şekildeğiştirme değerlerinde de üç kat bazalt tekstil donatı içeren konfigürasyonlar için tüm kesit tiplerinde güçlendirme sonrasında artış tespit edilmiştir. Ağırlıkça %3.5 oranında kırpık cam lif ve bir kat bazalt tekstil donatı içeren konfigürasyonlar için kenar oranı iki ve üç olan dikdörtgen kesitli numunelerde nihai şekildeğiştirme değerinde belirli bir artış sağlanamamıştır. İçinde bazalt tekstil donatı bulunmayan, sadece ağırlıkça %3.5 oranında kırpık cam lif içeren kompozit ile yapılan dıştan sargılama sonucunda ise kare ve kenar oranları 1.5, 2 ve 3 olan dikdörtgen kesitlerde nihai şekildeğiştirme referans numunelerden daha küçük kalmıştır. Bu bağlamda, güçlendirme sonrasında betonda nihai şekildeğiştirme değerindeki artışın kare ve kenar oranları 1.5, 2 ve 3 olan dikdörtgen kesitlerde bazalt tekstil donatı miktarı ile alakalı olduğu belirtilebilir. Güçlendirme sonrasında numunelerin eksenel rijitlikleri de bir miktar artmıştır. Bu durum benzer sargılama karakteristiğine sahip lifli polimer kompozitler (FRP) kullanılarak yapılan güçlendirmeye göre önemli bir fark olarak görünmektedir. Elde edilmiş olan deneysel sonuçlardan yararlanılarak, güçlendirilmiş numunelerin basınç dayanımı ve nihai şekildeğiştirme değerlerinin tahmin edilmesi için literatürde verilen bir model modifiye edilerek sargı modeli kurulmuş, bu modelin diğer araştırmacılar tarafından yapılan ve benzer yöntem kullanılarak güçlendirilen numunelerin dayanım ve nihai şekildeğiştirme değerlerinin tahminindeki performansı irdelenmiştir. Tez çalışmasının bir sonraki kısmında, düşük dayanımlı beton ve düz yüzeyli boyuna donatı kullanılarak üretilen standart altı referans ve güçlendirilmiş kolonlar (toplamda 16 tam ölçekli kolon) düşey yük ve depremi benzeştiren tersinir tekrarlı yatay yükleme altında test edilmiştir. Tüm kolonlar eğilme kritik olarak tasarlanmıştır. Test parametreleri etriye aralığı (60 mm, 90 mm, 120 mm, 180 mm), etriye kanca boyu (40 mm, 80 mm), etriye kanca açısı (90, 112.5 ve 135 derece) ve güçlendirme etkisidir. Deneyler esnasında uygulanan eksenel yük/kolon eksenel yük kapasitesi oranı yüksek mertebede olup kolon eksenel kapasitesinin (boyuna donatının katkısı dikkate alınmadan) %45'i veya %53'ü kadardır. Etriye aralığı 60 mm olan ve enine donatı detayının (etriye kanca boyu ve kanca açısı) davranışa etkisinin incelendiği güçlendirilmemiş standart altı kolonların yerdeğiştirme sünekliklerinin etriye kanca açısı ve/veya boyundan bağımsız olarak depreme dayanıklı yapı tasarımı açısından yeterli seviyede olduğu görülmüştür (yerdeğiştirme sünekliği etriye aralığı 60 mm olan kolonların hepsinde 5.5 değerine eşit veya daha büyüktür). Bu durum etriye kanca açısı ve/veya kanca boyundan bağımsız olarak, yeterli sıklıktaki etriyelerin eğilme kritik olarak tasarlanmış düşük dayanımlı düz yüzeyli boyuna donatılı bir kolonda benzer sargı etkisi oluşturabildiğini göstermektedir. Diğer yandan, aynı etriye detayına sahip standart altı kolonlarda etriye aralığı arttıkça (etriye oranı azaldıkça) yerdeğiştirme sünekliği önemli ölçüde azalmaktadır. Benzer şekilde standart altı güçlendirilmemiş kolonların birikimli (kümülatif) enerji tüketme yetenekleri de etriye aralığı arttıkça önemli düzeyde azalmaktadır. Tez çalışmasının standart altı kolonların sunulan kompozit sistemle güçlendirilmesinin incelendiği bölümünde, test parametreleri yukarıda verilen kolonların güçlendirilmiş eşdeğerleri düşey yük ve tersinir tekrarlı yatay yükleme altında test edilmiştir. Güçlendirme sonrasında kolonların göçme modu değişmiş, davranış kolon temel birleşiminde oluşan çatlağın açılıp kapanması ile karakterize edilen "rocking" şeklinde gerçekleşmiştir. Güçlendirilmiş ve referans kolonların deney sonuçları karşılaştırıldığında güçlendirme sonrasında kolonların yerdeğiştirme kapasitesinin, enerji tüketme yeteneğinin, yerdeğiştirme sünekliğinin önemli ölçüde arttığı tespit edilmiştir. Etriye aralığı seyrek olan kolonlarda güçlendirme sonrasında davranışta iyileşme nispeten sık etriyeli kolonlara nazaran daha fazla olarak gerçekleşmiştir. Ek olarak; güçlendirilmiş ve referans kolonların düşey yük ve tersinir tekrarlı yatay yükleme altındaki davranışlarını tahmin etmek için yayılı plastisite ve lif yaklaşımının kullanıldığı doğrusal olmayan modelleme stratejileri sunulmuştur. Son olarak; Türkiye Bina Deprem Yönetmeliği (2018), ASCE 41-17 (2017) ve Eurocode 8 (2004) yönetmeliklerinde verilen hasar sınırları deneysel sonuçlar ile karşılaştırılmıştır. Özellikle göçmenin önlenmesi performans düzeyi için ASCE 41-17'de verilen yaklaşımla yapılan hesaplamaların test edilen tipteki kolonlar için güvensiz tarafta kalabildiği, Eurocode 8 ve Türkiye Bina Deprem Yönetmeliği'nde verilen yaklaşımlar kullanılarak yapılan tahminlerin ise oldukça konzervatif olduğu tespit edilmiştir. Türkiye Bina Deprem Yönetmeliği'nde verilen mevcut yaklaşımın aksine (mevcut yaklaşımda 90 derece kancalı etriyelerin %30'u hesaplamalarda dikkate alınmaktadır) 90 derece kancalı etriyelerin tamamının dikkate alındığı durumda dahi göçmenin önlenmesi performans düzeyi için yapılan tahminlerin güvensiz olmadığı gösterilmiş, bu tip kolonların deprem performanslarının daha gerçekçi olarak değerlendirilmesi için öneriler yapılmıştır.
-
ÖgeBetonarme önüretim kiriş kolon bağlantısı için önerilen sigorta tipi mekanik manşonun özelliklerinin deneysel olarak belirlenmesi(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2022) Karakuş, Kubilay ; Yüksel, Ercan ; 724486 ; Yapı Mühendisliği Bilim DalıPrefabrikasyon, üretim kalitesinin yüksek olması, daha hızlı inşaat süreci ve daha düşük inşaat maliyetleri gibi temel faktörler açısından yerinde dökme sistemlere göre çoğu alanda üstünlük sağlamaya başlamıştır. Prefabrike yapılara olan ilgi gelişen teknoloji ve yeni otomasyon sistemleriyle her geçen gün daha da artmıştır. Deprem kayıtları incelendiğinde, prekast yapı elemanları arasında en hassas bölge olan kolon kiriş birleşim bağlantılarının yetersiz sismik performans gösterdiği gözlenmiştir. Bu sebeple prekast yapılarda kiriş kolon birleşim bölgelerinin tasarımına ve yapımına gösterilen ilgi yoğunlaşmıştır. Zaman içerisinde deprem sırasında daha iyi sonuç veren birleşim bölgesi tasarımları akademik araştırma konuları arasına girmiştir. Yüksek lisans tezi olarak sunulan bu çalışmada literatür araştırmaları kapsamında üzerinde yoğunca çalışılan prekast yapıların kiriş-kolon birleşim bölgeleri için yeni bir tasarım olan Sigorta Tipi Mekanik Manşon (STMM) bağlantı detayı önerilmiştir. Bağlantı detayının ana felsefesi, oluşan kesme kuvvetinin kirişin doğal ekseninde bulunan mafsal üzerinde yoğunlaştığı STMM'lere etki eden zıt yönlerde iki eksenel kuvvete moment etkilerini ayrıştırmayı amaçlamıştır. Kiriş kolon bağlantı bölgelerine STMM'ler monte edilerek bir takım ön deneyler gerçekleştirilmiştir. YDMLab'da gerçekleştirilen ön deneyler ışığında STMM'lerin ilk tasarımının burkulma mukavemeti ve deformasyon açısından yetersiz olduğu görülmüştür. STMM'ler burkulmadan yaklaşık olarak 20 mm'lik yerdeğiştirme kabiliyetine çıkabilmiştir. Bu nedenle STMM tasarımının iyileştirilmesi gerekli hale gelmiştir. Gerçekleştirilen basınç, çekme ve çevrimsel deneyler kapsamında STMM'lerin tasarımlarının iyileştirilmesi, burkulma davranışlarının geliştirilmesi gösterilmiştir. Monotonik ve döngüsel deneyler yapılarak, gerekli değerlendirmeler yapılmış, nihai STMM tasarımı belirlenmiştir. Yüksek lisans tezi kapsamında STMM'lerin aşamalı olarak gelişimi ve iyileştirilmesi sunulmuştur. Tez üç ana bölümden oluşmaktadır. İlk bölüm olan giriş kısmında konuyla ilgili genel bilgiler verilip altbaşlıklarına geçilmiştir.
-
ÖgeBingöl ili şehir merkezindeki binalarda deprem performansı, yapısal riskler ve kayıpların incelenmesi(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2023-06-14) Nemutlu, Ömer Faruk ; Sarı, Ali ; Balun, Bilal ; 501192011 ; Yapı MühendisliğiTürkiye bir deprem ülkesidir. Sınırları içerisinde Dünya'da bir çok araştırmacının ilgisini çeken aktif faylar mevcuttur. Geçmişten günümüze kadar Kuzey Anadolu Fay Zonu(KAFZ) ve Doğu Anadolu Fay Zonu(DAFZ) yüksek sismisitesi nedeniyle ülkenin büyük bir bölümünü tehdit eden depremler üretmiştir. 1939 Erzincan Depremi, 1971 Bingöl Depremi, 1992 Erzincan Depremi, 1999 Gölcük Depremleri, 2003 Bingöl Depremi, 2020 Elazığ Depremi ve 2023 yılında meydana gelen Kahramanmaraş Depremleri bu faylar üzerinde meydana gelmiş önemli depremlerdir. Bu depremlerde depremin etkilediği bölgelerdeki yapılar büyük hasarlar görmüş ve yapısal hasar kaynaklı can kayıpları olmuştur. Can kayıplarının yanında deprem kaynaklı hasarlar nedeniyle ciddi maddi kayıplar da meydana gelmiştir. Maddi ve manevi kayıplar, ülkemizde gelecekte meydana gelmesi muhtemel depremlere hazırlıklı olmamız gerektiğini göstermiştir. Aktif fayların büyük bir bölümünü sınırları içerisinde bulunduran Doğu Anadolu Bölgesi, ülkemizin depremler nedeniyle zarar gören bölgelerin başında gelmektedir. Bingöl ili, Doğu Anadolu Bölgesinde KAFZ ve DAFZ'nın kesiştiği ve bu fay zonlarının başlangıcı olan noktaları sınırları içerisinde bulundurması nedeniyle deprem tehlikesi ve deprem risklerinin değerlendirilmesi açısından öncelikli şehirlerden biridir. Literatürdeki bilgilerden yola çıkılarak güneyinde ve kuzeyinde sismik boşluklar bulunmaktadır. Bu sismik boşluklarda depremlerin olması Bingöl ili şehir merkezini doğrudan etkilemesi beklenmektedir. Bu sismik boşluklarda meydana gelmesi muhtemel depremlere hazırlıklı olunması gerekmektedir. Olası depremler sırasında yapıların nasıl davranacağı, yapıların hasar görebilirliklerinin belirlenmesi ve meydana gelebilecek kayıpların değerlendirilmesi amacıyla bu tez çalışması hazırlanmıştır. Tez çalışması hazırlanırken ilk olarak şehrin zemin özellikleri ve çalışmada kullanılacak enerji odaklı parametreler elde edilmiştir. Dayanım odaklı deprem parametrelerine bir alternatif olacak şekilde depremin en büyük tepkisinin yanında depremin süresini de dikkate alan enerji parametreleri bu çalışmada elde edilmiş, enerji odaklı spektrumlar ile dayanım odaklı spektrumlar karşılaştırılmıştır. Çalışma kapsamında, giriş enerjisine eşdeğer ivme parametresi geliştirilerek depremin etkili süresini dikkate alan efektif enerji parametreleri önerilmiştir. Bu parametreler literatürde kullanılan enerji parametrelerine alternatif olacağının yanında dayanım odaklı parametrelere de alternatif deprem parametreleridir. Efektif yaklaşım ile yapısal analizlerdeki iş gücü ve zaman kaybının en aza indirgenebileceği görülmüştür. Bu çalışmanın devamında çalışma sahası olarak deprem riskinin yüksek olduğu Bingöl ili belirlenmiş ve şehirdeki konut yapı stoku envanteri çıkarılmıştır. Bu aşamada sokak taramasından elde edilen yapısal veriler ile değerlendirme yapılmış ve yapılar olumsuzluk parametrelerine göre sınıflandırılmıştır. Sokak taraması yöntemi sonuçlarına göre düşük performans puanına sahip binaların Bingöl ili şehir merkezindeki yaşlı yapı stokuna sahip mahallelerde olduğu belirlenmiştir. Sonrasında, sokak taraması sonucunda riskli olarak belirlenen 32 binanın lineer olmayan zaman tanım alanındaki analizleri gerçekleştirilmiştir. Bu amaçla, Bingöl ilinin depremselliğini ve fay mekanizmasını yansıtacak 36 adet deprem kayıdı seçilmiş ve analizlerde kullanılmıştır. Ayrıca bina modellemeleri temin edilen yapı projeleri yardımıyla gerçekleştirilmiş ve malzeme özellikleri tanımlanmıştır. Üçüncü aşamada ise kırılganlık eğrileri geliştirebilmek için şiddet ölçüsü, hasar limitleri ve hasar durumları dayanım ve enerji odaklı olmak üzere 4 deprem parametresi üzerinden belirlenmiştir. Çalışmada dikkate alınan spektral ivme parametresi ve enerji odaklı Ai ve Aa parametreleri yapıların 1.moduna ait periyot değerleri üzerinden elde edilmiştir.Hasar sınıflarının ve seviyelerinin belirlenmesi aşamasında mühendislik parametresi olarak literatürden farklı bir şekilde analizlerden elde edilen plastik mafsal verileri değerlendirmeye alınmıştır. Yapısal analizler sonucunda elde edilen plastik mafsal yüzdeleri kolon ve kiriş elemanlarda meydana gelen plastik mafsalların % cinsinden değerleri dikkate alınarak kullanılmıştır. Kırılganlık eğrilerinden elde edilen veriler yorumlanmıştır. Elde edilen kırılganlık eğrileri 2 farklı yaklaşımla gruplandırılmış, bu gruplandırmalardan biri incelenen her binanın kırılganlık eğrisinin dağılımına göre yapılırken, diğer gruplandırma ise incelenen yapılarda gözlemlenen yapısal olumsuzluk durumlarına göre gruplandırılmıştır. Bu kırılganlık eğrileri alt sınıflara ayrılarak Bingöl ilindeki yapıların davranışını yansıtan hasar görebilirlik eğrileri olduğu görülmüştür. Kırılganlık eğrileri ve azalım ilişkileri kullanılarak 3 farklı senaryo deprem durumu için Bingöl ili kayıp değerlendirmesi gerçekleştirilmiştir. Kayıp değerlendirmesi sonuçlarına göre, depremin günün hangi saatinde meydana geleceği, senaryo depremlerin inceleme sahasına olan mesafesi ve deprem parametrelerinin değerlerinin yükselmesi meydana gelecek can ve mal kayıplarını etkilemektedir. İncelenen senaryo depremlerden Palu senaryo depremine göre en yüksek can ve mal kayıpları meydana geldiği görülmüş, ekonomik kayıpların çok yüksek değerler aldığı belirlenmiştir. Yedisu depremi değerlendirilen kayıpların tamamı için en düşük değerleri verirken Palu senaryo depremi en yüksek kayıp değerleri vermiştir. İncelenen 4 deprem parametresinden Sa parametresi en yüksek kayıp değerlerini verirken pga parametresi yapısal özelliklerden etkilenmemesi nedeniyle en düşük değerleri vermiştir. Ayrıca incelenen yapı stokundaki yapı periyotları arttıkça kayıplar azalmaktadır. Depremin gece meydana gelmesinin gündüz meydana gelmesine göre daha yüksek kayıplar meydana getireceği görülmüştür. Kayıp değerlendirmesi sonuçlarının değerlendirme aşamasındaki yapı stoku ve senaryo deprem durumlardan önemli şekilde etkilendiği görülmüştür. Çalışmanın başlangıcında önerilen enerji odaklı deprem parametrelerinin günümüzde kullanılan dayanım odaklı parametrelere iyi bir alternatif olacağı net bir şekilde görülmüştür. Deprem parametreleri üzerinden yapılan değerlendirmede genel olarak diğer çalışmalardan farklı bir şekilde enerji odaklı deprem parametreleri pga parametresinden daha yüksek Sa parametresinden daha düşük değerler alarak ortalama değerleri vermektedir. Parametreler içerisinde optimum değerler alması deprem davranışından enerji odaklı parametrelerin daha iyi etkilendiğini ve sonuçları yansıtmada daha güçlü olduğunu göstermektedir. Ayrıca, enerji odaklı parametrelerin kırılganlık eğrilerinde dayanım odaklı parametrelere paralel sonuçlar vermesi hasar görebilirlik açısından da iyi bir alternatif olduğunu göstermiştir. Sonuçlar incelenmiş, elde edilen sonuçlar gerekçeleriyle irdelenmiştir.
-
ÖgeBir veri merkezi yapısının farklı sismik yalıtım birimleri kullanılarak TBDY-2018 yönetmeliğine göre değerlendirilmesi ve sonuçlarının karşılaştırılması(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2022-01-26) Kurt, Şafak ; Çağlayan Özdemir, Pınar ; 501171056 ; Yapı Mühendisliği ; Structural Engineeringİnternet ile globalleşen günümüz dünyasında, veri çok önemli bir yere sahiptir. Yapılan her bir işlemin kayıt altına alındığı teknoloji şirketleri, bankalar, ulusal güvenlik kurumları gibi birçok organizasyonun bu verileri yönetme ve saklama ihtiyacı bulunmaktadır. Günden güne artan veri hacminin güvenli bir şekilde depolanması ve her an ulaşılabilir olması bu kurumlar için kritik önem arz etmektedir. Ülkemizde can ve mal kayıplarına neden olan doğal afetlerin başında deprem gelmektedir. Ülke nüfusunun ve sanayinin çok büyük bir kısmı aktif fay hatlarının üzerine kurulan şehirlerde bulunmaktadır. Olası bir deprem durumunda, veri merkezi yapısının taşıyıcı sistemine ve içerisinde bulunan hassas ekipmanlara zarar gelmemesi için önlem almak zorunlu hale gelmektedir. Sismik yalıtım, yapıların ve yapısal olmayan elemanların deprem etkilerine karşı korunmasında kendini ispatlamış en etkin yöntemlerden biridir. Sismik yalıtımda temel amaç, deprem kuvvetlerini karşılayacak yapının dayanımını arttırmak yerine yapıya gelen deprem kuvvetlerini azaltmak prensibine dayanmaktadır. Zemin ile yapının taşıyıcı sistemi birbirinden ayrılarak deprem ivmelerinin yapıya erişmesinin önlenmesi, sismik yalıtımın birincil amacıdır. Yapıya etkiyen deprem ivmelerinin azalması nedeniyle sismik yalıtımlı binalarda kat ivmeleri ve göreli kat ötelemeleri standart binalara göre oldukça düşüktür. Sismik yalıtım sayesinde hem taşıyıcı sistem hem de bina içinde yer alan yapısal olmayan eleman ve ekipmanlardaki hasar oluşma ihtimalleri büyük oranda azaltılabilmektedir. Bu tez çalışmasında, bir veri merkezi yapısının iki farklı yalıtım birimi ile ankastre mesnetli olması durumları için deprem etkisi altında davranışı incelenmiştir. Uygulamada en çok kullanılan, kurşun çekirdekli kauçuk yalıtım birimi ile eğri yüzeyli sürtünmeli yalıtım birimi çalışma kapsamında değerlendirilmiştir. Kurşun çekirdekli kauçuk yalıtım birimi (LRB), kauçuk katmanlarının arasına ince çelik plakalar yerleştirilerek oluşturulan içerisinde bir veya daha fazla kurşun çekirdek bulunan sismik yalıtım sistemidir. Yeni Zelanda'da icat edilen bu yalıtım biriminin çevresel etkilere karşı dayanıklılığı fazladır. TBDY-2018 yönetmeliğinde tarif edilen kurşun çekirdekli kauçuk yalıtım birimi elastik ötesi rijitliği; kauçuk kayma modülüne, kauçuk alanına ve kauçuk yüksekliğine bağlıdır. Bu parametreler değiştirilerek istenilen yalıtım birimi davranışları elde edilebilmektedir. Eğri yüzeyli sürtünmeli yalıtım birimi (FPS), sürtünmeli sarkaç sistem olarak da adlandırılmaktadır. Taşıyıcı sistem, eğrisel yüzeylerin arasında bulunan düşük sürtünmeli bir çekirdek üzerinde hareket eder. Deprem esnasında yapı, yalıtım biriminin iç bükey yüzeyinde yükselip alçalarak enerji sönümler. Eğri yüzeyli sürtünmeli yalıtımın biriminin diğer sürtünmeli yalıtım birimlerinden en önemli farkı, yapısı gereği geri merkezlenme özelliğinin bulunmasıdır. Yapıya etkiyen dinamik etki ortadan kalktığında sürtünme kuvveti yardımıyla, yapı ilk konumuna dönme eğilimindedir. Eğri yüzeyli sürtünmeli yalıtım biriminin elastik ötesi rijitliği, TBDY-2018 yönetmeliğinde belirtildiği gibi eksenel yükün, etkin eğrilik yarıçapına bölünmesi ile bulunmaktadır. Yapı hakim titreşim periyodu ve yalıtım birimi yerdeğiştirmesi doğrudan etkin eğrilik yarıçapına bağlıdır. Yalıtım birimi mekanik özellikleri, TBDY-2018 yönetmeliğinde tarif edilen etkin deprem yükü yöntemi kullanılarak hesaplanmıştır. Yalıtım birimlerinin mekanik özellikleri belirlenirken DD-2 deprem yer hareketi düzeyi için deplasman ve periyot değerlerinin benzer olmasına dikkat edilmiştir. Kurşun çekirdekli kauçuk yalıtım birimi ve eğri yüzeyli sürtünmeli yalıtım birimi için ayrı ayrı elde edilen özellikler ETABS programında doğrasal olmayan link elemanlara atanmıştır. Link elemanlar kolonların yalıtım arayüzüne bastığı noktalara girilmiştir. Deprem parametreleri, yapı konumu ve zemin sınıfı gözönüne alınarak AFAD Türkiye Deprem Tehlike Haritaları İnteraktif Web Uygulaması'ndan elde edilmiştir. PEER veritabanından, DD-1 ve DD-2 deprem yer hareketi düzeyi için hesaplanan yatay ivme spektrumuna uygun 11 adet deprem kaydı takımı seçilmiştir. Yapı konumunun depremsellik özelliklerini belirleyen fay tipi, faya olan uzaklık ve deprem büyüklüğü parametreleri veritabanında filtreleme yaparken gözönüne alınmıştır. Seçilen deprem kaydı takımları TBDY-2018 yönetmeliğinde belirtilen periyot aralıkları için DD-1 ve DD-2 deprem yer hareketi düzeyinde ayrı ayrı SeismoMatch programında ölçeklendirilmiştir. Ankastre mesnetli, kurşun çekirdekli kauçuk yalıtım birimli ve eğri yüzeyli sürtünmeli yalıtım birimli mesnet koşulları için DD-1 ve DD-2 deprem yer hareketi düzeyinde herbiri için iki adet, toplamda altı adet hesap modeli oluşturulmuştur. Analiz sonuçları, zaman tanım alanında doğrusal olmayan hesap yöntemi kullanılarak ETABS programından elde edilmiştir. Yapılan modal analiz sonucunda ankastre mesnetli yapının hakim periyodu 0.515 s, LRB yalıtım birimli yapının DD-1 ve DD-2 deprem yer hareketi düzeyi için hakim periyotları sırasıyla 3.933 s ve 1.516 s, FPS yalıtım birimli yapının DD-1 ve DD-2 deprem yer hareketi düzeyi için hakim periyotları ise sırasıyla 2.182 s ve 1.504 s bulunmuştur. Yalıtım birimi ön tasarımında bulunan periyot değerleri ile analiz sonucunda elde edilen periyot değerlerinin oldukça yakın olduğu görülmektedir. DD-2 deprem yer hareketi düzeyinde kat kesme kuvvetleri ankastre mesnetli yapıya kıyasla, LRB yalıtım birimli yapıda %90, FPS yalıtım birimli yapıda %78.5 oranında azalmıştır. Çalışmada elde edilen DD-1 ve DD-2 deprem yer hareketi düzeyi için en üst katın ortalama kat yerdeğiştirmeleri incelendiğinde, ankastre mesnetli yapıya kıyasla yalıtım birimli yapıların kat yerdeğiştirmeleri beklenildiği gibi artmıştır. Yalıtım birimli modellerde üst yapının rijit kütle davranışı sergilediği gözlemlenmiştir. Yapılan analizler sonucunda elde edilen göreli kat ötelemeleri incelendiğinde, DD-1 ve DD-2 deprem yer hareketi düzeyi için yalıtım birimli yapıların kesintisiz kullanım performans düzeyini rahatlıkla sağladığı ancak ankastre mesnetli yapının sınırlı hasar performans düzeyi limitlerini aştığı görülmektedir. Analizler sonucunda DD-2 deprem yer hareketi düzeyinde en üst katta oluşan ivmeler, ankastre mesnetli yapı için 1.854 g, LRB yalıtım birimli yapı için 0.073 g ve FPS yalıtım birimli yapı için 0.230 g olarak elde edilmiştir. Kat ivmelerinin ankastre yapıya kıyasla, LRB yalıtım birimli yapıda %96, FPS yalıtım birimli yapıda %87.6 oranında azalmıştır. Ayrıca LRB yalıtım birimli yapının kat ivmelerinin 0.2 g limit değerini aşmadığı, ancak FPS yalıtım birimli yapının kısa doğrultuda 0.2 g limit değerini bir miktar aştığı gözlemlenmiştir. Elde edilen veriler göz önüne alındığında, deprem gibi bir doğal afet sonrasında kesintisiz kullanım gerektiren veri merkezi tipi bir yapıda sismik yalıtım birimlerinin kullanılmasının, göreli kat ötelenmelerini ve kat ivmelerinin sınırlandırılmasında etkili bir yöntem olduğu sonucuna varılmıştır.
-
ÖgeDışmerkez çaprazlı çelik çerçevelerde gövdesi boşluklu bağ kirişi kullanımı(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2022-11-08) Alçiçek, Haluk Emre ; Vatansever, Cüneyt ; 501152004 ; Yapı MühendisliğiBu çalışmada kesme kuvveti etkisinde plastikleşen bağ kirişi gövdesinde oval boşluklar açılarak bağ kirişi dayanımının ve tasarım büyütme katsayısının düşürülmesi, bu sayede çevre elemanların ve birleşimlerinin tasarımında dikkate alınacak iç kuvvetlerin küçültülmesi ve ekonomik bir tasarım yapılması öngörülmüştür. Çalışma kapsamında öncelikle izole bağ kirişleri çevrimsel yükleme altında test edilerek boşluklu bağ kirişlerinin doğrusal olmayan davranışları incelenmiş, sonrasında doğrusal olmayan davranışı belirlenen gövdesi boşluklu bağ kirişlerine sahip yapı modeli üzerinde doğrusal olmayan statik itme analizleri ile zaman tanım alanında doğrusal olmayan analizler gerçekleştirilerek, gövdesi boşluklu bağ kirişi kullanımının yapı davranışı üzerine olan etkileri incelenmiştir. Çalışmanın deney kapsamı, malzeme çekme testleri ve izole bağ kirişi çevrimsel yükleme testleri olmak üzere iki kısımdan oluşmaktadır. Bağ kirişi numunelerinin hazırlandığı IPE200 enkesitli profilin gövde ve başlık enkesit parçasından üçer adet olmak üzere toplamda altı adet kupon numune alınmış ve çekme testi uygulanarak malzeme davranışının karakteristik özellikleri belirlenmiştir. İzole bağ kirişi deneylerinde IPE200 enkesitli profilden imal edilen ve her biri 500mm uzunluğunda olan sekiz adet bağ kirişi yarı-statik tekrarlı tersinir yükleme altında test edilmiştir. İki adet boşluksuz ve 6 adet farklı boşluk yerleşimine ve geometrisine sahip bağ kirişi test sonuçları değerlendirilmiş, değerlendirme sonucunda boşluk içermeyen referans numunenin TBDY 2018'de belirtilen yeterli dönme kapasitesine (0,08rad.) ulaştığı, boşluklu numunelerden, sadece orta iki panel bölgesinde boşluk bulunan numunelerin çok zayıf performans gösterdikleri, tüm panel bölgelerinde boşluk bulunan numunelerin ise (bir tanesi hariç) 0,07rad. dönme kapasitesine ulaştıkları görülmüştür. Ayrıca pekleşme katsayılarının %10 civarında düştüğü gözlenmiştir. İzole bağ kirişleri sonlu eleman modellerinin analizlerinde referans numune, iki adet gövdesi boşluklu bağ kirişi (iki panel bölgesinde boşluk bulunan gruptan bir örnek, tüm panel bölgelerinde boşluk bulunan gruptan bir örnek) Abaqus yazılımı ile modellenerek deneysel çalışmada kullanılan yükleme protokolü altında sonlu eleman analizleri gerçekleştirilmiştir. Kırılma davranışını da içeren sonlu eleman modellerinin her üç örnekte de hem dönme-kesme kuvveti eğrileri açısından, hem de şekildeğiştirme formu açısından deney numunelerinin davranışlarını temsil edebildiği gözlenmiştir. Gövdesi boşluklu bağ kirişleri kullanımının yapı davranışı üzerine olan etkilerinin araştırılması amacıyla geliştirilen izole bağ kirişi modelleri ile yapı sistemi analitik modelleri için OpenSees yazılımından yararlanılmıştır. Bu yazılım yardımıyla bağ kirişlerinin davranışı, her iki ucunda eksenel, kesme ve eğilme davranışlarını temsil etmek üzere boyları sıfır olan üç adet yay ve her iki uç arasında bağ kirişi uzunluğu kadar rijit bir çubuk eleman tanımlanarak temsil edilebilmektedir. Bunun için her bir yayın kuvvet/eğilme momenti-şekildeğiştirme/dönme eğrileri elde edilmiştir. Her bir yayın davranış (etki-şekildeğiştirme) modeli için deneysel sonuçlar ile kuramsal esaslara dayalı olarak elde edilen rijitlik ve dayanım ifadelerinden yararlanılmıştır. İlk olarak bağ kirişi modelleme yaklaşımının doğrulanması amacıyla, bağ kirişi modellerinin analizleri sonucunda elde edilen kesme kuvveti-dönme eğrileri, deneysel çalışmadan elde edilen eğrilerle karşılaştırılmıştır. Yapılan karşılaştırmada eğriler arasında yeterli düzeyde bir uyum olduğu görülmüştür. Gövdesi boşluklu bağ kirişleri kullanımının yapı davranışı üzerine olan etkilerinin araştırılması amacıyla, iki tanesi gövdesi boşluklu bağ kirişleri içermek üzere, üç adet dışmerkez çaprazlı çelik çerçeve sistem esas alınmıştır. Bu çerçeve sistemler bina türü bir yapı sisteminin yatay yük taşıyıcı sistemini oluşturmaktadır. Sistemlerden biri tipik bir dışmerkez çaprazlı çelik çerçeve sistemi olarak boyutlandırılmıştır. İkinci tip sistemde eleman enkesitleri değiştirilmeden sadece gövdesi boşluklu bağ kirişleri kullanılmış, diğerinde ise, gövdesi boşluklu bağ kirişi kullanılmakla beraber elemanların enkesitleri yeterli güvenlik düzeyini sağlayacak şekilde güncellenmiştir. Gövdesi boşluklu bağ kirişlerinde boşluk geometrileri öngörülen tasarım esasları çerçevesinde oluşturulmuş, rijitlik ve dayanım özellikleri, Sap2000 yazılımı ile gerçeklestirilen yapısal analizlerde ve dayanım kontrollerinde dikkate alınmıştır. Tasarım hesapları sonucunda gövdesi boşluklu bağ kirişi kullanılması durumunda DMÇÇÇ ağırlığının %10 oranında azaldığı görülmüştür. OpenSees yazılımı ile gerçekleştirilen doğrusal olmayan statik itme analizlerinde; yatay kuvvetler, çerçeve sistemler göçmeye ulaşana kadar birinci mod ile uyumlu tek doğrultuda artan şekilde uygulanmıştır. Analizler sonucunda çerçeve sistemlerin tepe yerdeğiştirmesi-taban kesme kuvveti eğrileri elde edilerek dayanım fazlalığı katsayısı, D değerlendirilmiştir. Buna göre tipik dışmerkez çaprazlı çelik çerçeve sistem için 2,96 olarak bulunan dayanım fazlalığı katsayısı, gövdesi boşluklu bağ kirişleri kullanılması durumununda 1,91 ve 1,92 olarak bulunmuştur. Dışmerkez çaprazlı çelik çerçeve sistemlerin göreli kat ötelemeleri ve bağ kirişi dönme açılarının değerlendirilmesi amacıyla, zaman tanım alanında doğrusal olmayan analizlerden yararlanılmıştır. Bu amaçla, yapı özellikleri ile uyumlu olacak şekilde onbir adet deprem ivme kaydı seçilmiş ve tasarım spektrumuna uygun olarak spektral uyuşum sağlanacak şekilde dönüştürülmüştür. Bunun için SeismoMatch yazılımından yararlanılmıştır. Dinamik analizlerden elde edilen sonuçlara göre, her üç modelde de göreli kat ötelemeleri ve bağ kirişleri dönme açılarının sınır değerleri aşmadığı, dayanım açısından incelenen çevre elemanların ise elastik düzeyde kaldığı görülmüştür.
-
ÖgeEğri eksenli çubukların bulunduğu çerçevelerin tesir çizgilerinin elde edilmesi ve kafes sistemlerin limit yüke göre minimum ağırlıklı olarak boyutlandırılması(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2022-06-21) Ahioğlu, Nuri ; Orakdöğen, Engin ; 501181032 ; Yapı MühendisliğiBu çalışma kapsamında, içerisinde eğri eksenli çubuklar bulunan yapı sistemlerinin tesir çizgilerinin yaygın olarak kullanılan bir yapı analizi programı ile doğrudan elde edilmesi ve kafes sistemlerin limit yüke göre minimum ağırlıklı olarak tasarımı konuları incelenmiştir. Çalışma yedi bölümden oluşmakta olup, ilk bölümde çalışmanın amacı ve literatürde çalışma kapsamındaki konularda daha önce yapılan çalışmalar verilmiştir. Çalışmanın ikinci bölümünde tesir çizgilerinin kullanılmasında önemli olan yükler konusu, sabit yükler ve hareketli yükler olarak iki ayrı kategoride incelenmiş olup, hareketli yüklerin çeşitleri hakkında ayrıntılı bilgiler verilmiştir. Çalışmanın üçüncü bölümünde, ilk olarak tesir çizgisi kavramı verilmiş ve tesir çizgileri oluşturulurken dikkat edilmesi gereken hususlara değinilmiştir. Ardından izostatik sistemlerin tesir çizgilerinin elde edilmesinde kullanılan, denge denklemleri ile çözüm ve Müller-Breslau prensibi ile çözüm yöntemleri açıklanmış ve elde edilen tesir çizgilerinin pratikteki kullanımı hakkında bilgi verilmiştir. Sonrasında hiperstatik sistemlerin tesir çizgilerinin elde edilmesinde kullanılan fonksiyonlar ve açı yöntemleri açıklanmıştır. Son olarak daha pratik ve sistematik olan hiperstatik sistemlerin tesir çizgilerinin açı yöntemi ile çiziminin açıklandığı sayısal iki örnek verilmiştir. Çalışmanın dördüncü bölümünde tesir çizgilerinin matris yerdeğiştirme yöntemi yardımıyla çizilmesi için bir yöntem açıklanmıştır. Yöntemde üçüncü bölümde verilen sonlu elemanlar yöntemine de uygulanmak üzere bir matris formülasyonu verilmiştir. Açıklanan bu yöntem literatürde bulunan diğer yöntemlere kıyasla analizleri oldukça kısaltmaktadır. Çalışmanın beşinci bölümünde tesir çizgilerinin çizilmesi amacıyla eleman yükleme matrislerinin matris deplasman yönteminde kullanılan birim deplasman matrislerinden yararlanarak nasıl elde edildiği anlatılmıştır. Elde edilen yükleme matrisleri sistemin analizinde kullanılacak yapı analiz programına ters yönde düğüm noktası yükü olarak etkitilmiş ve aranan kuvvetlerin tesir çizgileri elde edilmiştir. Ayrıca bu bölümde, klasik yöntemlerle tesir çizgisi diyagramları elde edilmiş eğri eksenli bir elemana sahip bir sistemin tesir çizgilerinin SAP2000 programı ile nasıl elde edileceği ayrıntılı olarak açıklanmıştır. Çalışmanın altıncı bölümünde ilk olarak kafes sistemler hakkında bir bilgilendirme yapılmıştır. Ardından kafes sistemlerin limit yüke göre minimum ağırlıklı olarak boyutlandırılmasında kullanılacak formülasyon açıklanmıştır. Ayrıca bu bölümde ilgili konu ile ilgili dört adet örnek çözülmüştür. Problemlerin ilkinde optimizasyon işleminin tamamlanmasının ardından sistemin SAP2000 programı ile düşey yükler için statik itme analizi yapılmış ve limit yük parametresinin göçme yüküne (P = 1) eşit olup olmadığı kontrol edilmiştir. Çözümü yapılan dördüncü örnek ilk üç örnekten farklı olarak üç boyutlu bir geometri sahip olduğundan, sistemin SAP2000 programı ile modellenmesinin aşamaları ayrıntılı olarak verilmiş ve optimizasyon işlemleri tablolar üzerinde açıklanmıştır. Çalışmanın yedinci ve son bölümünde yapılan çalışmalar özetlenmiş ve elde edilen sonuçlara yer verilmiştir.
-
ÖgeFormwork system selection model using structural equation modeling and rough multi criteria decision-making methods(Graduate School, 2022-10-12) Terzioğlu, Taylan ; Tatar Polat, Gül ; 501172011 ; Structural EngineeringThe formwork system (FWS) is a temporary structure which provides the required geometry and strength to the cured concrete. In addition, the FWS may be the most critical aspect in building construction projects since it may significantly affect the time, cost, quality, safety, and sustainability performance of a building construction project. Therefore, selecting the most appropriate FWS may significantly improve these performance factors in reinforced concrete (RC) construction projects. This dissertation is planned as a cumulative work consisting of five published scientific articles and is framed within the FWS selection problem for RC building construction projects. The main goal of this dissertation is to develop a FWS selection model for building construction projects. For this purpose, the first article (Chapter 2) intends to identify and analyse the different industrial FWS supply chain configurations (SCCs) to minimize lead time and time waste in building construction projects. In addition, the selection of the FWS may depend on several criteria. Therefore, the objective of the second article (Chapter 3) is to identify and summarize the FWS selection criteria in a single body of knowledge by conducting a critical review of the literature. Based on the findings of the second article, the third article (Chapter 4) provided validation and applicability of the previously identified FWS selection criteria in the Turkish building construction sector through a questionnaire study. Furthermore, in the third article, the most important FWS selection criteria were determined, and the perception and perspectives of different construction professionals regarding the importance level of the FWS selection criteria were revealed. Based on the findings of the third article, the fourth article (Chapter 5) utilized a structural equation modeling (SEM) approach to identify the underlying FWS selection criteria groupings and their quantitative relationships. The fifth article (Chapter 6) proposed an integrated multi criteria decision-making (MCDM) model to solve the FWS selection problem, based on the findings of the preceding chapters. In addition, the effectiveness of the proposed approach is validated through a real-life case study. Finally, the dissertation was completed with conclusions derived from the results of these articles and recommendations for further research (Chapter 7). The first article identifies and analyses industrial FWS SCCs using value stream mapping (VSM). The roles and responsibilities of the main stakeholders (e.g., engineer, contractor and FWF) can be represented by the different SCCs. First, three SCCs for the industrial FWS in the Turkish RC construction sector were identified and described as process maps. Then, these SCCs were analysed based on data obtained from a real-life case study using VSM, an effective lean tool for identifying and eliminating waste. The findings indicated that the SCC where the FWF was involved early with the engineer and contractor at the design stage of the building construction project had higher performance (i.e., low time waste and less lead time) than the other SCCs. As a result, the study concluded that early involvement of the FWF in the decision-making process for selecting the FWS is critical for minimizing waste and improving project time performance. Numerous studies have been conducted since the early 1990s to identify the FWS selection criteria and/or to develop MCDM methods to solve the FWS selection problem. To date, however, no research has conducted a critical review of previous literature addressing the FWS selection criteria in building construction projects. The second article fills this important knowledge gap by undertaking a critical literature review utilizing an integrated approach. In the scope of the second article, a total of 26 studies were systematically analyzed, and 35 FWS selection criteria were then identified. These 35 criteria were divided into five main categories: structural design, project specifications, local conditions, supporting organization, and FWS characteristics. The study showed that "speed of construction", "type of concrete finish", and "initial cost of FWS" were the most frequently cited FWS selection criteria in building construction projects. Furthermore, the majority of FWS selection criteria under the structural design and FWS characteristics categories are interdependent, according to interviews. Consequently, these interdependent criteria should not be evaluated separately when selecting the FWS. The findings of the second article provide a comprehensive guide for FWS selection criteria in building construction projects, assisting construction professionals and practitioners (e.g., formwork designers) in selecting the most appropriate FWS for their projects. In the scope of this dissertation and future studies, these criteria may also be utilized in MCDM methods to select the most appropriate FWS for building construction projects. The FWS is selected by construction professionals with varying technical and/or administrative backgrounds. Depending on their motivations, the perspectives and perceptions of construction professionals and companies involved in the FWS selection process may differ. Furthermore, several building structural parameters may significantly impact the FWS selection criteria. Most previous studies investigated the FWS selection criteria only from the contractors' perspective, neglecting potential differences in perspectives and perceptions between construction professionals of different backgrounds. The main objective of the third article is to identify the critical FWS selection criteria, as well as the differences in perception and perspectives regarding the relative importance level of FWS selection criteria among construction professionals and companies specialized in different fields. In this regard, the third article is a continuation of the second since it employs the previously identified 35 FWS selection criteria in a questionnaire study of the Turkish building construction sector. The questionnaire data collected from 222 Turkish construction professionals were statistically analyzed. The findings of the third article revealed that the formwork design and/or formwork sales engineers (FD/FSL) group showed significant statistical differences regarding the FWS selection criteria as compared to all other groups. There were statistically significant differences between formwork and scaffolding companies and employees of these companies and the other groups, particularly among structural design and FWS–FWF characteristics-related criteria. Since involving the FWF with other stakeholder groups during the design phase can improve the performance of a building construction project (see findings of the first article), the perspectives and perceptions of the FD/FSL group or the FWF group should be considered alongside other groups of construction professionals and companies. In addition, the "speed of construction", "hoisting equipment", and "labour productivity" in building construction projects were all affected by project size (i.e., total area of building construction) and total building height. As a result, decision-makers and construction professionals may need to include these FWS selection criteria and the appropriate building structural parameters in the FWS selection process to improve the project's performance factors. Finally, it can be concluded that the third article serves as an additional validation of the applicability of the FWS selection criteria identified in the second article. The impacts of FWS selection criteria groupings, such as structural design and local site conditions, on the FWS selection process investigated in the literature are based primarily on expert knowledge, with no quantitative evidence or connection to the identified FWS selection criteria. Furthermore, the impacts of the selected FWS on time, cost, quality, and productivity performance factors have been primarily investigated using case studies' data. As a result, the main objective of the fourth article is to quantitatively identify the relationships and interdependencies among the FWS selection criterion groupings and their quantitative impacts (i.e., direct and indirect effects) on the performance factors. The questionnaire data from the third article were statistically analyzed, and five latent factors were revealed: FWS-FWF characteristics, structural design, local conditions, cost, and performance indicators. Based on these latent factors, a conceptual framework was constructed, and a SEM approach was used to determine the hypothesized effects of the latent factors. The SEM approach supported all hypothesized direct and indirect effects, with FWS-FWF characteristics having the highest direct effect on performance indicators, followed by its direct effect on cost. Furthermore, the structural design had a significant direct effect on FWS-FWF characteristics and indirect effects on performance indicators and cost. In other words, the effects of the structural design and the local site conditions on the FWS-FWF characteristics and the effects of FWS-FWF characteristics on the cost and the performance indicators are quantified in the fourth article. Therefore, it is considered a substantial contribution to the existing body of knowledge on FWS selection criteria in building construction projects. The main objective of this dissertation was to develop a FWS selection model to improve the performance of RC building construction projects. Therefore, the fifth article concludes the dissertation by proposing an integrated MCDM model based on the findings of the preceding articles in this dissertation. Several MCDM methods have been used in the literature to solve the FWS selection problem. However, none have considered the subjectivity and uncertainty that arise from group decision-making. In this regard, the fifth article proposes an integrated approach employing recently developed MCDM methods with rough numbers to fill this knowledge gap. The integrated approach starts with forming a decision-making team to develop the decision hierarchy. The rough analytic hierarchy process (R-AHP) is then used to calculate rough criteria weights. Subsequently, the rough evaluation based on the distance from average solution (R-EDAS) method is employed to rank the FWS alternatives. Finally, the results are compared using other rough MCDM methods to ensure that the proposed approach is consistent. The proposed approach is used to select the appropriate FWS for a real-life building construction project in Turkey. The integrated approach proved to be effective, and it was suggested that it should be employed in future FWS selection problems.
-
ÖgeGroup analysis of nonlinear dynamical systems(Graduate School, 2024-03-07) Amiri Babaei, Navid ; Özer, Teoman ; 501182014 ; Structural EngineeringDifferential equations play a vital role in modeling a wide range of natural phenomena in diverse disciplines, including biology, physics, engineering, mathematics, and economics. Despite the availability of numerous solution methods, extracting meaningful interpretations from the obtained solutions and integrating them across disciplines remains a significant challenge. It is noteworthy that nature often displays nonlinear dynamics, with linear models forming a smaller subset. As a result, extensive research is dedicated to unraveling the complexities presented by these nonlinear differential equations. Among various emerging methods, Lie group theory stands out for its effectiveness and power. Developed in the 19th century by Sophus Lie, this theory originated from his investigations into systems of differential equations. The 20th century witnessed a notable increase in interest in continuous one-parameter transformation groups, resulting in significant contributions to the field. Lie group theory finds extended application in nonlinear dynamical systems through the artificial Hamiltonian approach. This method provides a means to compute exact solutions for various coupled ordinary differential equations (ODEs). Notably, all first-order ODE systems can be represented as artificial Hamiltonian systems. By employing the partial Hamiltonian approach, one can determine partial Hamiltonian operators and subsequently derive corresponding first integrals and analytical solutions. Obtaining first integrals for ODEs holds immense significance as they facilitate the derivation of closed-form solutions. However, systematically finding such integrals remains a challenge, particularly for nonlinear dynamical systems where closed-form solutions are often elusive. Consequently, developing methods for obtaining first integrals holds a prominent position in relevant research. In the literature, mathematical modeling of epidemic diseases is of utmost importance for understanding the general characteristics of such diseases. The mathematical models used correspond to non-linear dynamic systems. These types of models have been derived as coupled ordinary non-linear differential equation systems in two, three, four, six, and twelve dimensions. The doctoral thesis, coinciding with the pandemic period, focuses on these systems as non-linear dynamic systems, and extensive work has been conducted on well-known mathematical epidemic models associated with Covid-19 in the literature. Analytical and applied results have been sought concerning both the mathematical and physical characteristics of such epidemic diseases. Motivated by the quest to understand the behavior of dynamical systems and obtain their first integrals, this thesis delves into exploring the effectiveness of the artificial Hamiltonian method across various contexts. Initially, we applied this method to several systems involving two and four-dimensional nonlinear coupled systems of ordinary differential equations (ODEs). By imposing specific parameter constraints, we successfully derived the first integrals necessary for obtaining their exact analytical solutions. These findings served as the foundation for our second published paper. In this research, we address biological population-related models, specifically the two-dimensional Easter Island, Verhulst, and Lotka-Volterra, as well as the four-dimensional MSEIR (M: Populations with passive immunity, S: Suspected, E: Under Supervision, I: Infectious, R: Recovered) and SIRD (S: Suspected, I: Infectious, R: Recovered, D: Death) models. Our primary objective was to examine the nonlinear dynamical system following the successful application of the artificial Hamiltonian method to these models. In the context of a pandemic, with numerous new and unresolved nonlinear dynamical models emerging, our focus shifted to addressing COVID-19 nonlinear models in our subsequent two studies. Building upon this experience, we subsequently demonstrated the complete integrability of the SIRV COVID-19 model. Two different cases are considered with respect to the model parameters. Additionally, the integrability properties and associated approximate and exact analytical solutions of the SIRV (Susceptible-Infected-Recovered-Vaccinated) model are analyzed and investigated by considering two different phase spaces. In the special case $b=k$, two nontrivial first integrals are obtained, demonstrating that these two first integrals make the system completely integrable. Next, analytical solutions are derived, and novel exact analytical solutions for the initial-value problem are introduced using the associated initial conditions of the model. Furthermore, graphics illustrating the evaluations of the solutions are presented, showcasing compatibility with the expected results. Comparing the results obtained by numerical methods with the analytical results from Lie group analysis in this study reveals that the analytical solutions are consistent with the results obtained by numerical methods. Moreover, the results in this study also represent actual physical situations in the real world. These explorations constitute the key themes of our first published research study. Additionally, graphical representations of susceptible, infected, recovered, and vaccinated population fractions evolving with time for the sub-case are introduced and discussed. Building upon previous successes, the third published study delves into the integrability properties and analytical solutions of a fourth-order, first-order coupled system of nonlinear ordinary differential equations (ODEs): the SIRD-CAAP model with a constant alive population. This model serves as a real-world application of COVID-19 dynamics, enabling us to leverage the analytical results obtained. Utilizing the partial Hamiltonian method, we investigated the first integrals and associated exact analytical solutions of the SIRD-CAAP model, uncovering algebraic relations among its parameters. Subsequently, we analyzed the dynamical behavior of the model based on its analytical solutions for both cases, showcasing and comparing the graphical representations of the closed-form solutions. Notably, we demonstrate the decoupling of the SIRD-CAAP model based on its first integrals, a significant finding from a mathematical perspective. With the decoupled equations and solutions at hand, we were able to classify the solution types and derive characteristic features of the solutions, such as their period, location, amplitudes of their extremes, and stationary values if they exist. Such analytical expressions are particularly useful for fitting existing data with the SIRD-CAAP model. We provided an example of how to obtain the SIRD-CAAP parameters from real COVID-19 data. The study further explores the periodicity properties and classification of solution regimes with respect to parameter constraints. Finally, we provide COVID-19 applications based in data from various countries. Based on available COVID-19 data for the number of newly infected and deceased populations in different countries during pandemic waves, we demonstrated that the SIRD-CAAP model is able to capture their behavior quantitatively and simultaneously, using an identical set of parameters for each region. This allowed us to predict the unreported $R(t)$, $I(t)$, and $S(t)$. While the SIRD-CAAP model exhibits oscillatory (periodic) type regimes, giving rise to $D(t)$ curves that are qualitatively similar to the measured data over a period of several years. Successfully applying the Artificial Hamiltonian approach to dynamical systems has been a transformative endeavor, leading to the discovery of unique first integrals and analytical solutions for these systems. Through the utilization of this method, we conducted a comprehensive study of the dynamics and behavior of the models. Notably, in the investigation of the SIRD-CAAP and SIRV models, a groundbreaking achievement was realized as, for the first time in the literature, these models were proven to be fully integrable without imposing any constraints on the parameters. This breakthrough not only expands our understanding of these epidemiological models but also opens avenues for novel applications and insights in the realm of dynamical systems
-
ÖgeInvestigation of non-contact smartphone-based monitoring of structures(Graduate School, 2021-02-01) Orak, Mehmet Sefa ; Öztürk, Turgut ; 501122006 ; Structural EngineeringIn this thesis, a non-contact monitoring/inspection approach based on a smartphone camera and a computer vision algorithm is proposed to estimate beams' vibrating characteristics and stresses subjected to thermal loads. It is hypothesized that a beam's vibration can be captured using a smartphone camera operating at slow-motion mode, which is higher than conventional video camera frame rates.
-
ÖgeKarışık sonlu elemanlar yöntemiyle düzlem kompozit eğri eksenli çubukların geometrik doğrusal olmayan davranışlarının analizi(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2023-06-06) Kömürcü, Sedat ; Doğruoğlu, Ali Nuri ; 501172009 ; Yapı MühendisliğiTez çalışması kapsamında elde edilen fonksiyonellerin, tabakalı kompozit yapılardan meydana gelen çok çeşitli mühendislik yapılarına uygulanabilir olmalarından dolayı, kullanım alanları oldukça geniştir. Çalışmanın giriş bölümünde daha önce yapılan çalışmalar hakkında literatür bilgisi verilmiştir. Bu amaçla, kompozit malzeme kavramının kullanıldığı ilk çalışmalar temel alınarak güncel çalışmalardaki kompozit malzeme uygulamaları kapsamlı bir şekilde araştırılmıştır. Literatür araştırması sonucunda elde edilen veriler ışığında denilebilir ki; tabakalı kompozit eğri eksenli çubukların geometrik açıdan doğrusal olmayan analizleri konusunda yapılan çalışmalar ve örnekler oldukça sınırlı olup, enerji tabanlı fonksiyonellerin kullanıldığı doğrusal olmayan denklemlerle çalışmanın güçlüğü nedeniyle yapıların analizleri yapılamamıştır. Kompozit yapıların, kendilerine kullanım alanı bulduğu inşaat, makina hatta tıp alanlarında bu yapıların geometrik doğrusal olmayan analizlerinin yapılabilmesi ve yüksek hassasiyette sonuçların elde edilmesi üzerine yapılan çalışmalar günümüzde devam etmektedir. İkinci bölümde, çalışmanın malzeme kısmını oluşturan tabakalı kompozit yapılar hakkında bilgiler verilmektedir. Kompozit malzemelerin türleri, kullanım alanları ve yapısal özellikleri hakkında bilgiler sayesinde bu yapılara bir genel bakış yapılmaktadır. Ortotrop özellik gösteren tabakalı kompozit yapıların malzeme özelliklerinin incelenmesi adına malzemelerin rijitlik matrislerinin elde edilmesi açıklanmaktadır. Elde edilen fonksiyonellerin tabakalı kompozit çubuklara uygulanmasında kullanılan bünye bağıntılarının anlaşılması adına bu bölümde sunulan bilgiler önem arz etmektedir. Üçüncü bölümde, bu çalışma kapsamında tabakalı kompozit çubukların geometrik doğrusal olmayan analizlerinde kullanılmak üzere dört adet karışık sonlu elemanlar tabanlı fonksiyonel yapının elde edilmesi açıklanmaktadır. Birinci fonksiyonel; lokal koordinat sisteminde Bernoulli-Euler çubuk teorisinin kullanıldığı yapıdır. İkinci fonksiyonel; Kartezyen koordinat sisteminde Bernoulli-Euler teorisinin kullanıldığı yapıdır. Üçüncü fonksiyonel; lokal koordinat sisteminde Timoshenko çubuk kuramının kullanıldığı yapıdır. Son olarak dördüncü fonksiyonel; Kartezyen koordinat sisteminde Timoshenko çubuk kuramının kullanıldığı yapıdır. Elde edilen fonksiyonellerin barındırdıkları kinematik yapılar bu tez çalışması kapsamında oldukça detaylı olarak verilmektedir. Bu sayede mevcut tez çalışması, bu alanda çalışma yapmak isteyen araştırmacılar için oldukça verimli bir kaynak olmaktadır. Dördüncü bölümde, sonlu elemanlar yöntemiyle ilgili bazı temel açıklamalar verildikten sonra çalışmada kullanılan Hermite ve Lagrange şekil fonksiyonları sunulmaktadır. Çalışmada dört nodlu Hermite ile beş nodlu Lagrange şekil fonksiyonları kullanılmaktadır. Daha sonra çözüm yöntemi olarak kullanılan artımsal formülasyon yapısı açıklanmaktadır. Bu amaçla Fonksiyonel III olarak elde edilen fonksiyonel üzerinden yöntemin temel prensipleri uygulamalı olarak belirtilmektedir. Artımsal formülasyon yapısında kullanılan başlangıç konum, komşu konum ve temel konum kavramları açıklanmaktadır. Ayrıca, bu bölümde geometrik doğrusal olmayan analizler konusunda önemli görülen bazı bilgilendirmeler de sunulmaktadır. Bu bölümde verilen bilgiler, elde edilen fonksiyonellerin örnek problemlere uygulanmasına yönelik bilgilerdir. Beşinci bölümde, elde edilen fonksiyonellerin test problemleri üzerinde gösterdiği performans analiz edilmektedir. Hazırlanan sonlu eleman yazılımı ile hem literatürden elde edilen deneysel ve sayısal problemler çözülerek fonksiyonellerin doğrulanması yapılmaktadır hem de farklı sınır koşulları, geometriler ve yükler altında örnekler çözülmektedir. Bu amaçla fonksiyoneller hem doğru eksenli çubuklar hem de eğri eksenli çubuklar üzerinde test edilmektedir. Çözülen problemlerde çubukların simetrik tabakalanma ve asimetrik tabakalanma durumları da göz önüne alınmaktadır. Çeşitli sınır koşulları altında, tekil yüklü, tekil moment yüklü ve yayılı yüklü tabakalı kompozit çubukların geometrik doğrusal olmayan analizleri sunulmaktadır. Yapılan analizler sonucunda, yüklemeler sonucunda meydana gelen deplasmanlar çizelgeler halinde sunulmakta, nodal değerler ise grafikler halinde verilmektedir. Karışık sonlu elemanlar yöntemi kullanılarak elde edilen fonksiyonellerde, deplasman değerleri doğrudan elde edilmekle kalmaz, aynı zamanda normal kuvvet, kesme kuvveti ve moment gibi iç kuvvetler de bir düğüm noktası bilinmeyeni olarak elde edilmektedir. Fonksiyonellerin, çözülen sayısal örnekler sonucunda hassas sonuçlar elde ettiğinin vurgulanması yerinde olacaktır. Sayısal örneklerin çözümlerindeki hassasiyet, elde edilen fonksiyonellerin tabakalı kompozit çubukların geometrik doğrusal olmayan problemleri çözmedeki başarısını göstermektedir. Altıncı bölüm, çalışmanın sonuç bölümünü oluşturmaktadır. Bu kısımda çalışmanın uygulama alanı, çalışmadan elde edilen bulgular ve yapılması düşünülen ileri çalışmalar alt başlıklar halinde sunulmaktadır. Tabakalı kompozit çubukların geometrik açıdan doğrusal olmayan analizlerini yapabilmek için elde edilen fonksiyonellerin hem Kartezyen hem de lokal koordinatlar da verilmesi sayesinde çalışmanın uygulama alanı bir çok mühendislik uygulamalarına uyarlanabilmektedir. Fonksiyonellerde sınır terimlerinin kullanılması sayesinde elde edilen sonuçların hassas bir seviyede olduğu görülmektedir. Düzlem eğri eksenli çubukların analizlerinde elde edilen fonksiyonellerin, geometrik olarak doğrusal olmayan çubuk problemlerini çözmede oldukça etkili olduğu görülmektedir. Çubukların büyük yer değiştirme analizinde fonksiyonellerin verimliliği, hem kesin çözümler hem de literatürdeki sayısal sonuçlar ile uyum içindedir. Fonksiyoneller, kompakt matematiksel yapıları sayesinde farklı doğrusal olmayan kiriş problemlerini çözmek için pratik olarak uyarlanabilmektedir. Günümüz mühendislik uygulamalarında daha ince kesitli narin malzemelerin kullanımı oldukça yaygındır. Bu çalışmada elde edilen fonksiyonel yapılar kullanılarak daha az malzeme kullanılarak elde edilen narin kompozit yapıların doğru şekilde analizleri yapılabilmektedir. Analiz sonuçlarından da görülebileceği üzere elde edilen fonksiyonellerin inşaat, makine, havacılık ve uzay mühendisliği gibi alanlarda uygulama sahası oldukça geniştir. Bunun yanında biyoloji ve tıp alanlarında da doku vb. yapılarda kullanılmak üzere biomalzemelerin tasarımlarında tabakalı kompozit yapıların geometrik doğrusal olmayan analizlerini yüksek hassasiyetle yapabilecek fonksiyonellere ihtiyaç duyulmaktadır. Ek olarak, fonksiyoneller genel ve tüm matematiksel formlarıyla verildikleri için yeni ve modern malzemelerin oluşturduğu çubuk sistemlerin analizlerinde de elde edilen fonksiyoneller bazı uyarlamalar sonrasında kullanılabilir. Sonuç olarak, bu çalışma sayesinde tabakalı kompozit çubukların geometrik doğrusal olmayan analizlerinin yapılabilmesi amacıyla karışık sonlu elemanlar metoduyla hem Kartezyen hem de lokal koordinat takımlarını esas alan hem de Bernoulli-Euler ve Timoshenko çubuk teorileri göz önüne alınarak dört adet fonksiyonel yapı ortaya konularak bu yapıların hazırlanan sonlu eleman programı vasıtasıyla tabakalı kompozit çubuk problemlerine uygulanması mümkün olmaktadır.
-
ÖgeKendiliğinden yerleşen betonlarda ince malzemeve en büyük agrega boyutunun beton özelliklerine ve agrega kenetlenmesine etkisi(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2022-07-05) Hilmioğlu, Hayati ; Özkul, Mustafa Hulusi ; 501792001 ; Yapı MühendisliğiKendiliğinden yerleşen beton (KYB), dökümü esnasında vibrasyon ve sıkıştırma gerektirmeyen, segregasyona uğramadan kendi ağırlığı ile yoğun donatılı bölgelerde bile akma kabiliyeti olan, mekanik özellikleri yönünden normal vibrasyonlu beton (NVB) özelliklerine göre daha üstün özelliklere sahip olan bir betondur. Beton içerisine süperakışkanlaştırıcılarla birlikte çeşitli kimyasal ve mineral katkı maddeleri ilave edilerek, betonun doldurma, ayrışmaya karşı direnci ve geçiş yeteneği arttırılmış, akıcılık, işlenebilirlik, yüksek mukavemet, durabiliteye sahip olma ve geçirimsizlik özelliği ile donma, çözülmeye karşı yüksek direnç özelliği yükseltilmiştir. Özellikle yeni nesil süperakışkanlaştırıcı katkılar yüksek oranda dispersiyon (dağıtma) ve sterik etkilere sahip olduklarından betonun yüksek akıcılık, yüksek geçiş yeteneği ve yüksek doldurma kapasitesi gibi özelliklerini arttırmaktadır. KYB'lerin inşaat teknolojisinde kullanılmaya başlanılmasıyla, inşaat kalitesi artmış, inşaat yapım süresi kısalmış, kalifiye işçi ihtiyacı azalmış, vibrasyon gürültüsü ortadan kalkmış, mimari çizimlerde çok geniş bir alan yaratılmış, daha ince cidarlı beton dökebilme imkanı sağlanmış, yeni uygulamaların önü açılmış ve inşaat maliyetleri azalmıştır. Bu bakımdan KYB'ler beton teknolojisinde bir devrim yaratmıştır. Bu çalışmada 350 kg/m3 sabit miktarda çimento, farklı miktarlarda uçucu kül (UK), kalker tozu (KT), süperakışkanlaştırıcı (SA) ve viskozite katkı maddeleri (VAK) kullanılarak, 10 mm, 16 mm ve 22 mm en büyük agrega boyutunda, KYB özelliğine sahip betonlar üretilmiş ve üretilen bu betonlar üzerinde taze ve sertleşmiş beton deneyleri yapılmıştır. EFNARC (2002) standardında KYB'lerde tasarım oranları ve miktarlarının belirlenmesinde hacımsal oranların kullanılması tavsiye edildiği için deneylerde kullanılan malzeme miktarlarında hacimsal değerler kullanılmıştır. Kalker tozlu karışımlarda, her bir karışım için 350 kg/m3 çimentoya, 100 kg/m3, 200 kg/m3 ve 300 kg/m3 KT ilave edilerek, 450 kg/m3 (350 kg/m3+100 kg/m3), 550 kg/m3 (350 kg/m3+200 kg/m3) ve 650 kg/m3 (350 kg/m3+300 kg/m3) KT'li KYB'ler üretilmiştir. Uçucu küllü karışımlarda ise, her bir karışım için 350 kg/m3 çimentoya, 82 kg/m3, 164 kg/m3 ve 246 kg/m3 UK ilave edilerek, 432 kg/m3 (350 kg/m3+82 kg/m3), 514 kg/m3 (350 kg/m3+164 kg/m3) ve 596 kg/m3 (350 kg/m3+246 kg/m3) UK'lı KYB'ler üretilmiştir. Hacimsal oranlar esas alındığından 100 kg/m3 KT hacım olarak 82 kg/m3 UK'ya karşılık gelmektedir. Bu değerler kullanılarak her bir karışımın sırasıyla 36 dm3, 72 dm3 ve 108 dm3 UK ve KT içermesi ve UK ve KT miktarlarının hacimsal olarak sabit tutulması sağlanmıştır. Deney sonuçları değerlendirildiğinde, taze betonlar üzerinde yapılan birim ağırlık değerlerinin, ek ince malzeme miktarı (EİM) artışına bağlı olarak istikrarlı bir eğilim göstermediği, UK ve KT'li karışımların birim ağırlıklarının birbirine yakın değerler aldığı, çökme-yayılma değerlerinin EİM miktarı ile birlikte arttığı, V-hunisi akış sürelerinin KT'li KYB'lerde daha uzun olduğu, elekte ayrışma değerlerinin sınırlar içinde kaldığı gözlenmiştir. Plastik viskozitenin, KT'li karışımlarda daha büyük değerler aldığı, ancak kayma eşiğinde belirli bir eğilim bulunmadığı anlaşılmıştır. Her iki agrega boyutu için de EİM miktarı artarken basınç dayanımlarının yükseldiği ve UK'lı betonların KT'li ve NVB'lere göre daha yüksek dayanım verdikleri belirlenmiştir. Tüm yarmada-çekme dayanımlarının NVB'lere göre daha yüksek değerler aldığı gözlenmiştir. Tüm KT'li karışımlarda elastisite modülü değerlerinin EİM miktarı artışına bağlı olarak kendi aralarında artan değerler aldığı görülmüş ancak UK'lı karışımlarda belirli bir eğilim gözlenmemiştir. Poisson oranı değerleri KT'li karışımlarda, UK'lı ve NVB'li karışımlara göre biraz daha yüksek elde edilirken süreksizlik sınırı ve çözülme sınırı değerlerinin UK'lı karışımlarda KT ve NVB'lere göre daha yüksek değerler aldığı görülmüştür. Gevrek davranış konusunda önemli parametreler olan süreksizlik sınırı/ basınç dayanım oranlarının tüm karışımlarda % 56-69 sınırları arasında kaldığı, çözülme sınırı/basınç dayanım oranlarının ise % 90'ın üzerinde elde edildiği gözlenmiştir. Bu haliyle tüm karışımların gevrek olarak değerlendirilebileceği sonucuna varılmıştır. Bu çalışmanın ana konusu, NVB'lerde görülen iri agrega kenetlenmesinin KYB'lerdeki etkisini incelemektir. Bilindiği gibi NVB'lerde kesme dayanımı üzerine etki eden faktörlerden birisi de iri agrega kenetlenmesidir. KYB'lerde hem toplam agrega miktarı hem de karışım içindeki iri agrega oranı azaltılmaktadır. Yapılan çalışmada, KYB'lerdeki ince malzeme miktarı (dolayısıyla iri agrega miktarı) ve iri agrega boyutunun kesme (kayma) dayanımına etkisi incelenmiştir. Eğilmede-kesme dayanımı değerleri göz önüne alındığında, tüm KT'li karışımlar eğilmede-kesme değerlerinin UK ve ek ince malzemesiz (EİM*) karışımlara göre daha yüksek değerler aldığı, doğrudan kesme dayanımı değerleri karşılaştırıldığında ise 10 mm agregalı UK'lı betonlarda % 11'e ulaşan düşüş, 10 mm agregalı KT'li betonlarda ve 16 mm agregalı KT ve UK'lı betonlarda ise aynı mertebede veya daha yüksek oranlarda dayanımlar elde edilmiştir. Bu durum, iri agrega oranı azaltılmış, EİM miktarı artırılmış KYB'lerde agrega kenetlenmelerinin genel olarak azalmadığını (10 mm iri agregalı UK'lı doğrudan kesmede % 11 azalma) göstermektedir. Bunun nedeninin artan EİM ile birlikte hem matrisin dayanımının artmasından hem de ara yüzeyin iyileşmesinden kaynaklandığı söylenebilir. Anahtar Kelimeler: Kendiliğinden yerleşen beton, Taze beton özellikleri, Agrega kenetlenmesi, Basınç dayanımı, Yarmada- çekme dayanımı, Eğilmede- çekme dayanımı, Elastisite modülü, Poisson oranı, Süreksizlik sınırı, Çözülme sınırı, Doğrudan kesme dayanımı.
-
ÖgeLP sargılı beton için önerilmiş olan dayanım ve şekil değiştirme modellerinin farklı boyutlar üzerindeki performanslarının incelenmesi(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2021-08-16) Turgut, Alper ; İlki, Alper ; 501181006 ; Yapı Mühendisliği ; Structural EngineeringGeçmişten günümüze, dünyada oluşan depremler birçok kez betonarme binaların toptan göçmesine veya ağır hasar görmesine yol açmışlardır. Günümüzde mevcut yapıların önemli bir kısmı güncel yönetmeliklerin istediği sınır şartları karşılayamamaktadır. Bu yapılar olası bir depremde göçme ya da ağır hasar görme tehlikesiyle karşılaşacaklardır. Mevcut yetersiz yapıların yıkılıp baştan yapılması, yüksek maliyet, kullanıma kapanma gibi birçok nedenden ötürü her koşulda uygulanamamaktadır. Bu soruna çözüm olarak çeşitli güçlendirme yöntemleri önerilmiştir. Bir binanın yeniden yapılması yerine çeşitli güçlendirme yöntemleri ile yönetmelik şartlarını sağlar hale getirilmesi, olası bir depremde oluşacak maddi ve manevi kayıpların önüne geçmek için önemli bir uygulama halini almıştır. Yetersiz bir yapı güçlendirilirken, zaman, maliyet, uygulanabilirlik gibi birçok parametre göz önüne alınıp o yapı için en uygun güçlendirme yöntemi belirlenir. Bu güçlendirme yöntemlerinden bir tanesi son yıllarda popülerite kazanan lifli polimer ile dıştan sargılama yöntemidir. Lif doğrultusunda çekme dayanımının çok yüksek olmasının yanında oldukça hafif bir malzeme olması, korozyon gibi çevresel etkilere karşı dayanıklı olması, şekil verilebilir olması, uygulama sırasında yapının kullanımı engellememesi gibi özellikler LP ile sargılama yöntemini popüler yapan bazı özelliklerdir. Bu yöntem; kolon, kiriş, yığma duvar, döşeme gibi yapı elemanlarında farklı şekillerde uygulanabilir. LP ile dıştan sargılama yönteminin en etkili olduğu yapı elemanlarından bir tanesi kolonlardır. Bugüne kadar yapılan çalışmalarda LP ile sargılanan kolonlarda, önemli ölçüde dayanım ve süneklik artışı olduğu gözlemlenmiştir. LP ile sargılanan kolonlarda dayanımın ve şekildeğiştirme kapasitesinin ne kadar artacağını teorik olarak hesaplamak için çeşitli modeller önerilmiştir. Bu modeller sayesinde bir yapıdaki kolonların LP ile ne kadar sargılanırsa yeterli dayanım ve şekildeğiştirme kapasitesine ulaşacağını hesaplamak mümkün olmuştur. Ancak bu modellerin önemli bir çoğunluğu 150 mm çapında ve 300 mm yüksekliğinde olan kolon numunelerinin deneyleri sonucunda elde edilmiştir. Bu çalışmada, önde gelen 6 LP ile sargılama modeli, 2 farklı boyutaki kolon deneylerinden elde edilen sonuçlarla karşılaştırılmış ve modellerin farklı boyutlar için güvenilirliği test edilmiştir. Çalışma kapsamında yükseklik/çap oranı 2 olan, 150 mm ve 300 mm olarak iki farklı çaptaki numuneler test edilmiştir. Iki boyutta da 3'er numune LP ile sargılanmayıp referans numune olarak kabul edilirken, 3'er numune tek kat, 3'er numune ise çift kat karbon LP ile sargılanmıştır. Çalışma kapsamında toplam 18 adet eksenel basınç deneyi yapılmıştır. xxii Deney sonuçları incelendiğinde, modellerin boyuttan bağımsız olarak dayanım hesabında deneysel sonuçlara yakın sonuçlar verdiği, şekildeğiştirme hesabında ise kendi içlerinde bile oldukça farklı sonuçlar verdiği saptanmıştır. 150 mm çaplı tek kat sargılı numune ile 300 mm çaplı çift kat sargılı numune sargı oranı olarak aynıdır. Bu iki numune arasındaki tek parametre farklı boyutlardır. Bu iki numune incelendiğinde sargılamanın dayanıma ve dayanıma karşı gelen şekildeğiştirmeye sağladığı artış birbirine oldukça yakındır. Dolayısıyla LP ile sargılamada boyut etkisine neden olan bölgesel kusurların, bu ölçekteki numunelerde etkisinin azaldığı, hatta ortadan kalktığı sonucuna varılmıştır.
-
ÖgeMalzeme özellikleri iki doğrultuda değişen kirişler için taşıma matrisi(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2022-05-23) Barış, Gülfem ; Artan, Reha ; 501171049 ; Yapı MühendisliğiMalzemelerin gün geçtikçe gelişen evrimi malzeme özelliklerini geliştirmekte, yapısı değişmeyen ve pek çok alan için kısıtlı uygulama imkanı olan saf metaller, alaşımlar, geleneksel kompozitler gibi özellikleri kontrol edilemeyen malzemelere karşı yeni malzemeler ortaya çıkmaktadır. Geçmişte mühendislik malzemeleri, homojen karakteristikleri olan ürünleri imal etmek için geliştirilmişlerdir. Bu geleneksel malzemeler endüstriyel uygulamalar için optimum performans sağlar iken karakteristiklerinde çok az veya sıfır değişim gösteren malzemelerdir. Bugünün teknolojisinde ihtiyaç duyulan, malzemelerde homojen olmayan kademeli veya devamlı değişen bir yapı olduğundan bilim insanlarının arayışı, kimsayal ve fiziksel olarak farklı özelliklerde, birbirleriyle birleştirilmiş iki madde arasında, farklı ısıl genleşme özelliklerinden kaynaklanan ısıl gerilmeleri ve yine iki madde arasındaki kimyasal ve fiziksel özelliklerdeki ani değişim nedeniyle oluşabilecek diğer olumsuz durumları derecelendirilmiş yapılarıyla en aza indiren yeni nesil malzemeler yönündedir. Gelişmiş bir heterojen kompozit malzeme kategorisindeki Fonksiyonel Derecelendirilmiş Malzemeler (FDM) olarak bilinen malzemeler, kademeli olarak değişen bileşim veya yapı ile bir parçada çok işlevli özelliklere sahiptir ve tek bir bileşende çelişen özellikler gerektiren mühendislik uygulamaları için çok uygundur. Fonksiyonel Derecelendirilmiş Malzemeler fikri başlangıçta ısıya dayanıklı malzemeler için tasarlanmış olsa da, zamanla bu malzemeler deformasyonu, basıncı, aşınmayı ve korozyonu kontrol etmek ve ayrıca tüm ürün boyutları boyunca derecelendirilen yumuşak geçiş yoluyla gerilim konsantrasyonunu azaltmak için kullanılmıştır. Fonksiyonel Derecelendirilmiş Malzemeler belirli bir oranda karıştırılan iki veya daha fazla malzemeyle elde edilmektedir. Bu malzemeler birbirleri ile malzeme boyutları doğrultusunda bir fonksiyona göre değişmektedir. Böylece malzemelerin birbirleriyle derecelendirilmiş olarak dağılımı sürekli bir değişme neden olmaktadır. Bu sayede malzemeler arasında çatlaklar gibi istenmeyen durumların oluşabileceği bir ara yüzey meydana gelmemektedir. Sonuçta tüm bu yanlarıyla Fonksiyonel Derecelendirilmiş Malzemeler ileri teknolojik uygulamalar için tercih imkanı sunan ideal malzemeler haline gelmektedir. Bu çalışmada Fonksiyonel Derecelendirilmiş Malzemeler geniş ölçekte ifade edilmiştir. Malzeme özellikleri çift doğrultuda değişen malzemelerin mekanik davranışları son yıllarda birçok araştırmanın konusu olmuştur. Çalışmada bu malzemeleri analiz etmek için kullanılan yöntemlerden bahsedilmiştir. İlgili yöntemler kapsamında Başlangıç Değerler ve Taşıma Matrisi konusu irdelenmiştir. Malzeme özellikleri iki doğrultuda değişen kirişlerde eğilme problemi için Euler-Bernaulli kiriş teorisiyle Başlangıç Değerler Yöntemi kullanılarak incelenmiştir. Malzeme özellikleri keyfi olarak değişen kirişler için Taşıma Matrisi verilmiştir.
-
ÖgeMechanical behavior of the bi-directional beams(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2022) Çelik, Murat ; Artan, Reha ; 693155 ; Yapı MühendisliğiNanotechnology, which is one of the most developed areas of today's technology, has a widespread usage area because it can be easily integrated into many areas of engineering. The design and production of very small-scale functional materials in fields such as aerospace and aviation industry, medicine, energy and civil engineering, and their effective use in related fields make significant contributions to engineering science. The fact that these very small-scale materials used in many areas of technology have spread to almost every field of engineering has revealed the need to determine their internal structure and mechanical properties. Materials exhibit some mechanical behavior such as bending, torsion and buckling under loads. It is an important issue for the stability of the structure to be able to detect such mechanical effects in the most accurate way. In this sense, the dimensions of nanoscale structures, which are comparable to the distance between atoms that make up that material, have shown that the classical elasticity theory, which is currently widely used, is not sufficient in determining the mechanical behavior of such structures. Since the size effect is an important factor in nanoscale structures, defining a more general continuum model that includes such parameters increases the accuracy of the solution of the related problems. In this thesis, the bending and buckling behavior of beams is investigated within the framework of the strain gradient theory. In determining the mechanical behavior of nanostructures, the non-local elasticity theory, the couple stress theory and the strain gradient theory, which are proposed by respectable scientists such as Eringen and Mindlin, are widely used. The calculation load of the problem may increase depending on the loading, boundary conditions and geometric properties of the analyzed structure. Thus, the Initial Values Method is used to solve the problem in the thesis. The transport matrix approach is used for the static bending analysis of the beam within the scope of Initial Values Method. In the first part of the study, the bending behavior of the Euler-Bernoulli nano beam whose material properties change in two directions (bi-directional) is investigated. Therefore, it is assumed that the modulus of elasticity is variable along the axis and thickness of the beam. In the literature, the modulus of elasticity for a functionally graded material (FGM) is expressed in terms of arbitrary functions and the bending behavior is investigated for the first time within the scope of the gradient elasticity theory. In this context, the basic equations and boundary conditions (simply supported and fixed at both ends) are obtained with the help of Hamilton's principle for the beam under uniformly distributed load. While 4 end conditions can be written depending on the boundary conditions in the classical elasticity approach, 6 end conditions are obtained by using the gradient elasticity theory. While each loading case is required for the solution of the 6th order differential equation in the classical solution, the vertical displacements for two different types of loading cases are calculated by solving 3 linear equation systems based on 3 unknowns using the initial values method. As a result of the study, it was observed that the size effect decreased depending on the increase of nano beam length. In other words, the difference between local and non-local theory becomes important in small scales. However, it was observed that there is a lower vertical displacement in the bi-directional Euler-Bernoulli nano beam due to the increase in the inhomogeneous material constant (β). The accuracy and importance of the study for both boundary conditions are demonstrated with the help of graphics. In the second part of the study, the buckling behavior of the Euler-Bernoulli nano beam (FGM) whose material properties change in two directions (bi-directional) is investigated. Basic equations and boundary conditions are derived with the help of Hamilton's principle. Since the transport matrix cannot be calculated analytically for buckling analysis, the approximate transport matrix (Matricant) is used in the solution. Critical buckling loads are calculated for the classical theory of elasticity and the gradient elasticity theory depending on the number of intervals. In the results of study; It is observed that the first two terms of the transport matrix reflect the exact result if the number of intervals is chosen large enough. Remarkably, it is concluded that the first and second type of boundary conditions in the buckling calculation may depend on the type of material used. The accuracy of such a proposition can only be demonstrated more clearly by experimental studies. In addition, it is observed that the buckling resistance of the beam increases depending on the increase in the material characteristic length (γ). The accuracy and scientific contribution of the study is expressed with the help of the diagrams. The greatest contribution of the subject investigated herein to science is that it can guide the analysis and design of nanostructures used in many areas of technology. The importance of parameters such as the size effect and inhomogeneous material coefficient in the analysis of very small-scale structures has once again been demonstrated with strong propositions and results. Thus, it is supported by previous studies that theories such as the non-local elasticity theory and the gradient elasticity theory give more realistic results compare to the classical theory. With the design of micro and nano electro-mechanical systems (MEMS and NEMS), which are frequently encountered in the electronic device industry, as functional graded materials, it has become more important to determine the mechanical properties of such small-scale structures. In this sense, it is aimed that the relevant thesis study and the international publications published by us will make significant contributions to the literature.
-
ÖgeMevcut betonarme binaların burkulması önlenmiş çaprazlar (BÖÇ) ile davranış kontrollü güçlendirilmesi(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2022-06-29) Bal, Ahmet ; Çelik, Oğuz Cem ; 501122023 ; Yapı MühendisliğiSon yıllarda ülkemizde (Kocaeli-17.08.1999, Düzce-12.11.1999, Van-23.10.2011) ve dünyada (Northridge-17.01.1994, Kobe-16.01.1995, Jiji-21.09.1999, Sumatra-26.12.2004, Sichuan-12.05.2008, Haichi-12.01.2010, Doğu Japonya-11.03.2011) meydana gelen depremler oluşturdukları yıkıcı etki nedeniyle büyük can ve mal kayıplarına yol açmıştır. Japonya ve Türkiye gibi sismik etkilerin yüksek olduğu bölgelerde, depreme hazırlıklı olmak yalnızca depreme dayanıklı yeni binalar inşa etmekle mümkün olamamakta, mevcut yapıların depreme karşı güçlendirilmesini ve güçlendirmede yeni teknolojilerin geliştirilmesini gerektirmektedir. Tez kapsamındaki çalışmalar Japonya'da bulunan Tokyo Institute of Technology, İstanbul Teknik Üniversitesi ve Nippon Steel & Sumikin Engineering Co.'nun ortak olduğu bir proje ve disiplinlerarası perspektifte gerçekleştirilmiştir. Türkiye'de de yapı stokunun büyük bölümünü oluşturan betonarme yapıların geçmiş depremlerde beklenen performansı gösterememesi yeni yapısal çözümlerin geliştirilmesini zorunlu hale getirmiştir. Özellikle Japonya'da davranış kontrollü güçlendirme ve tasarım kavramı ile ilgili önemli araştırmalar gerçekleştirilmektedir. Dolayısıyla, Japonya ve Türkiye gibi ülkelerde ekonomik ve etkili güçlendirme yöntemlerine olan ihtiyaç yüksektir. Mevcut betonarme yapılar yetersiz yanal rijitlik, süneklik, dayanım ve düşük enerji yutma kapasiteleri sebebiyle depremde hasar görmektedir. Özellikle hastane ve okullar gibi kamu binalarının büyük kısmı ülkemizde betonarme olarak üretilmiş olup deprem güvenliği istenen performansı sağlamaktan uzaktır. Bu tür mevcut betonarme yapıların geleneksel yöntemler ile (betonarme perde eklenmesi, betonarme mantolama, çelik ceketleme ve çapraz eklenmesi) güçlendirilmesi mümkün olsa bile davranış kontrollü güçlendirme teknikleri özellikle Japonya'da yönetmeliklerde yer almakta ve daha etkin çözümlere imkân sağlamaktadır. Yapı mühendisliğinde dayanıma göre tasarım ve davranış kontrollü tasarım arasında önemli farklar bulunmaktadır. Mekanik bir sönümleyici türü olan BÖÇ'ler deprem tesiriyle tekrarlı çevrimsel yükleme etkisinde kaldıklarında basınç ve çekme durumlarında dengeli, dolu histeretik çevrimler oluşturarak yüksek miktarda enerji yutabilirler. Metalik esaslı bir sönümleyici olan BÖÇ'lerin kullanılarak hasar dağılımının takip edilmesi, yutulan enerji miktarının dayanıma göre tasarıma oranla arttırılması hedeflenmektedir. Proje ortağı olan Tokyo Institute of Technology BÖÇ'lerin tasarımı ve uygulama esasları konusunda yüksek birikime sahiptir. Diğer proje ortağı Nippon Steel & Sumikin Engineering Co. olabildiğince dünyadaki önemli BÖÇ üreticilerindendir. BÖÇ kullanılarak gerçekleştirilen davranış kontrollü güçlendirme tekniğinde amaç mevcut yapının taşıyıcı sistem elemanlarının elastik bölgede kalması hasarın BÖÇ'lerde toplanmasıdır. BÖÇ'ler mevcut çelik ya da betonarme binalarda da dayanım, rijitlik ya da sünekliğin arttırılmasını hedefleyen güçlendirmelerde kullanılabilir. Geleneksel güçlendirme yöntemlerine göre davranış kontrollü güçlendirmenin önemli üstünlükleri vardır. BÖÇ'lerin kullanıldığı davranış kontrollü güçlendirmede mimari işlevsellik bozulmaz ve yerinde montajı kolaydır. Ayrıca gün ışığı ve aydınlatma gibi çevre kontrolü unsurlarının sağlanmasında yararlıdır. Geleneksel betonarme perde ile güçlendirmeye göre daha hafiftir ve yapının rijitlik ve süneklik düzeyi projeye özgün biçimde oluşturulabilir.