LEE- Siyasal ve Toplumsal Düşünceler-Doktora
Bu koleksiyon için kalıcı URI
Gözat
Son Başvurular
1 - 4 / 4
-
ÖgeMarx on alienated labour in the forms preceding capitalist production(Graduate School, 2023-05-26)Alienated labour emerges when labour, which Marx describes as the essential life activity of human beings, acquires an alienated character. And again, alienated labour is the constitutive element of Marx's theory of alienation, which is the prominent theme of his early philosophical and political-economic works, and is often used by Marx and his commentators to explain the capitalist mode of production and societies dominated by the capitalist mode of production. The use of the theory of alienation to explain various forms of relations mostly in capitalist societies and the use of alienated labour to refer to the labour of the wage worker engaged in capitalist conditions of production almost all the time, have contributed to the perception that alienated labour is a phenomenon specific to capitalism. However, Marx does not make a clear statement on whether alienated labour is a phenomenon specific to capitalism or also found in pre-capitalist societies. In fact, his statements on this subject contain some contradictions. This makes Marx's view on the existence of alienated labour in pre-capitalist societies ambiguous. On this ambiguity, which has not been brought up much, two types of views can be mentioned among Marx interpreters. The prevailing view is that alienated labour is specific to the capitalist mode of production, in other words, to commodity production. The marginal view, on the other hand, argues that alienated labour is not specific to capitalism and is also found in pre-capitalist societies. However, this view has so far neither explicitly confronted the prevailing view nor provided a detailed justification of its stance with reference to Marx's works. This deficiency leads to the overlooking of an approach whose foundations can be found in Marx's works, which would make possible the application of the theory of alienation to pre-capitalist societies and thus support the marginal view. The aim of this study is to present this approach in detail. In Chapter 1, the problem that constitutes the subject of the dissertation is explained, and the different views on whether alienated labour is specific to capitalism are discussed. Also, the shortcomings of these views in various aspects are emphasized. Chapter 2 focuses on the foundations of Marx's theory of alienation and his conception of alienated labour presented in the Economic and Philosophic Manuscripts of 1844 are discussed. Chapter 3 discusses alienated labour in the context of property relations and questions the possibility of the existence of alienated labour in pre-capitalist forms of society. Chapter 4 deals with a reassessment of alienated labour and pre-capitalist forms of society dominated by alienated labour. Since the study of labour in communist society, which Marx expresses as the society in which alienation is overcome, will tell us what unalienated labour is and, indirectly, what alienated labour is, in Chapter 5, labour in communist society is discussed and the conditions for labour to be a truly free activity are put forward. In conclusion, it is claimed that alienated labour exists in all class societies in which there is an antithetical relationship between private property and communal property when it is considered within the framework of social property relations. Therefore, alienated labour is not unique to capitalism; it is found in societies dominated by antagonistic class relations. However, it reaches its most extreme form under capitalism.
-
ÖgeThe Relationship between trust and justice: Why is it important in politics?(Graduate School, 2024-09-04)Mevcut siyasi konjonktür, sadece demokratik yönetimle ilgili endişeleri değil, aynı zamanda popülizm ve otoriterliğin yükselişi nedeniyle adalet ve güvenle ilgili daha geniş sorunları da içermektedir. Demokrasiler, sivil haklar ve eşitliği koruma konusunda başarısız olmuş, bu da kutuplaşma ve adaletsiz muameleye yol açmıştır. Bu kriz, ekonomik eşitsizliği artırarak siyasi kararların ayrıcalıklı kesimleri kayırmasına neden olmuştur. Popülist rejimler muhalefeti bastırıp, çeşitli kimlikleri hedef alarak ve gücü merkezileştirerek etnik veya sınıf temelli toplumsal bölünmeleri derinleştirmiştir. Bu durum, adaletin ve toplumsal güvenin temel unsuru olan dayanışmayı zayıflatmakta, adil bir toplum için hayati öneme sahip olan ortak adalet duygusunu ve yurttaşlar arasındaki güveni erozyona uğratmaktadır. Sonuç olarak, adalet teorilerinin önerdiği idealler bu gerçeklikten giderek daha fazla kopuk görünmektedir. Güven, adalet ve siyasetin karmaşık dinamiklerini anlamada kritik bir kavram olarak ortaya çıkmaktadır. Güven, kişisel, sosyal ve siyasi etkileşimlerin temelinde yer almaktadır. Psikanalitik perspektiften bakıldığında, güven insan gelişimi için çok önemlidir ve öz-değer ile ilişkileri etkiler. Toplumsal ve siyasi bağlamlarda güven, iş birliğini kolaylaştırır, sosyal sermayeyi teşvik eder, demokratik meşruiyeti destekler ve siyasi katılımı kolaylaştırır. Ancak, adaletsizlik, yolsuzluk, popülizm ve otoriterlik çağında devlet siyasetine ve vatandaşlar arasında güven büyük ölçüde zarar görmüştür. Bu siyasi zorluklar ışığında, bu çalışma siyasette güven ve adalet arasındaki karmaşık ilişkiyi keşfetmeyi amaçlamaktadır. Ortaya konan ana soru şudur: Siyasette güven ve adalet arasındaki ilişki nedir ve neden önemlidir? Çalışmanın temel hedeflerinden biri, güven kavramını ve toplum ile siyasetteki önemini anlamaktır. Güven, sosyoloji, psikoloji, felsefe ve siyaset bilimi gibi çeşitli disiplinlerde incelenmektedir. Bu çok disiplinli yaklaşım, güvenin kavramsallaştırılmasını zenginleştirse de her alanın kendine özgü paradigmaları nedeniyle genellikle kapsamlı bir bakış açısı ortaya koyamamaktadır. Bu çalışma, felsefe ve siyaset biliminden elde edilen bilgileri birleştirerek güvene bütüncül bir yaklaşım sunmayı amaçlamaktadır. Bu çalışma, disiplinlerarası zengin perspektiften yararlanırken, felsefe ve siyaset bilimi yaklaşımlarını birleştirerek güveni daha kapsayıcı bir yaklaşımla ele almakta; güven ve adaleti bir arada düşünerek, adalet ve güven teorilerinde genellikle göz ardı edilen bir bakış açısı sunmaktadır. Ana akım güven teorilerinden ayrılarak, siyasi güveni adaletle doğrudan ilişkili bir unsur olarak konumlandırmakta, adalet olmadan bu kavramın eksik kalacağını öne sürmektedir. Bu bakış açısı, siyaset biliminin yaygın görüşünden ayrılarak siyasi güvenin, bilginin politik olarak oluşturulduğunu kabul eden bir çerçeve içinde, rasyonel hesapların yanı sıra ahlaki ve duygusal unsurları da kapsadığını öne sürmektedir. Ayrıca, siyasi güven ile sosyal güven arasındaki etkileşimi vurgulamakta ve sosyal güvenin siyasi dinamiklerden büyük ölçüde etkilendiğini belirtmektedir. Çalışmanın bir diğer amacı, adalet teorilerinin güveni önemli bir unsur olarak nasıl içerebileceğini keşfetmektir. Adalet teorileri genellikle güveni ayrı bir bileşen olarak ele almaz. Çalışma adalet kavramını ve teorilerini analiz ederek, güveni hangi teorilerin kapsayabileceğini ve bunu nasıl yapabileceklerini—bir sonuç ya da neden olarak—belirlemeyi amaçlar. Çalışma, siyasette güven ve adaletin birbirini karşılıklı olarak güçlendirdiğini savunur. Adalet, adalet algısının güvenilirlik algısıyla örtüştüğünde siyasi güven oluşturur ve bu da adalet teorilerinin güveni, adaleti sürdüren önemli bir sonuç olarak ele alması gerektiğini önerir. Tersine, siyasi güven, dayanışma, tanıma ve empati gibi değerlerle uyum sağlayarak adaleti teşvik eder; bu da hem güven inşasını hem de adaletin benimsenmesini destekler. Bu durum, adalet teorilerinin güveni adaletin bir kaynağı olarak da dikkate alması gerektiğini, güvenin adalete yönelik ahlaki ve siyasi sorumlulukları teşvik etmedeki rolünü vurgular. Çalışmanın güncel siyasi arenadaki önemini belirttikten sonra, üçüncü bölüm adaleti teorileştirmede metodolojik kategorizasyonları araştırarak güvenin adalet teorilerinde nasıl yer alabileceğini anlamayı amaçlar. İdeal ve ideal olmayan teoriler arasındaki ayrım bir çerçeve olarak kullanılır. İdeal teori, evrensel ilkeler ve mükemmel bir adil toplum arayışında olup kurumsal düzenlemelere ve tam uyuma odaklanır. Ancak, ideal olmayan teori, ilkeleri bağlam içinde uygular, adaletsizlikleri en aza indirmek için kısmi uyumu kabul eder ve bireysel faktörler ile çeşitli değerleri baz alır. Çalışma hem ideal hem de ideal olmayan yaklaşımları entegre eden bir hibrit yaklaşımı önerir; böylece kapsamlı bir anlayış sunulur. Bu dengeli görüş, güveni hem ideal senaryolarda adaletin bir sonucu hem de çeşitli ve prosedürel bağlamlarda adaletin bir itici gücü olarak değerlendirir ve bireysel eylemlerin toplumsal etkisini vurgular. Dördüncü bölüm, adaletin çoğulcu bir kavramsal çerçevesini sunar ve yasalar önünde eşitlik, temel insan özgürlüklerinin korunması, dayanışma, saygı ve bakım (care) gibi ilkeleri içerir. Bu ilkeler tarafsız muameleyi sağlar, toplumsal uyumu teşvik eder, insan onurunu ele alır ve empati ile sorumluluğu vurgular. Güven, iş birliği, meşruiyet ve dayanışma için esastır, adaletle kesişerek adaleti ve ahlaki ilkeleri güçlendirir. Bu bölümde ayrıca, çeşitli adalet teorileri incelenir ve önceki bölümde yapılan ayrımlara atıfta bulunulur. Rawls'un ideal teorisinde, karşılıklı güven, iyi kurulmuş kurumlar ve tam uyum yoluyla adaletin bir sonucu olarak ortaya çıkar, ancak çoğulcu toplumların karmaşıklıklarını ele almakta yetersiz kalır. Tanıma ve prosedürel adalet ilkeleri, bireylerin özerkliğini tanıyarak, adil siyasi katılımı teşvik ederek ve adalete katkıda bulunarak güveni inşa eder. Bazı erdem teorileri, evrensel ilkeler ve bağlamsal erdemleri birleştirir, yükümlülükleri ve adil bir toplumda güveni vurgular. Adalet ve güvenin kapsamlı bir anlayışı, rasyonel müzakere, duygusal ve ahlaki değerlendirmeler ve adaleti birleştirerek güvenilirliği teşvik eder. Beşinci bölüm, güvene farklı yaklaşımları tanıtır. Rasyonel seçim yaklaşımı, güveni iş birliği ve risk yönetimine odaklanan, geçmiş etkileşimlere ve öz çıkar hesaplarına dayalı hesaplanmış bir karar olarak görür. Duygu temelli yaklaşımlar, özellikle belirsiz durumlarda, güveni bakım ve iyimserlik tarafından yönlendirilen duygusal bir tutum olarak ele alır. Erdem yaklaşımı, güveni iyi niyetin ve güvenilirliğin bir yansıması olarak değerlendirir, toplumsal yapılar ve kişisel seçimlerden etkilenir. Erdem yaklaşımı doğrudan adaleti ele almasa da adalet algılarının güven tesisinde önemli olduğunu öne sürer. Altıncı bölüm, siyasi güveni ele alır ve mevcut yaklaşımların güven ile adalet arasındaki bağı sıklıkla göz ardı ettiğini öne sürer. Adalet algılarımız, özellikle siyasi bağlamlarda, başkalarına nasıl güveneceğimizi büyük ölçüde etkiler. Siyasi güveni performans değerlendirmeleri ve rasyonel değerlendirmelerle ölçmek, onun çok boyutlu doğasını, duygusal boyutlarını ve ahlaki yargılarını yakalamakta yetersiz kalır. Adaleti, güvenin önemli bir bileşeni olarak duygusal ve ahlaki yönleriyle birlikte entegre etmek, siyasi güvenin daha kapsamlı bir anlayışını ve toplumsal ve siyasi dinamikler üzerindeki etkisini sunar. Bu bölüm, siyasi güven araştırmalarında ana akım rasyonel tercih teorisinin sınırlamalarını eleştirir ve güven, ahlak ve siyasi yapılar arasındaki etkileşimi dikkate alan bütüncül bir yaklaşımı savunur, siyasi bağlamlarda güven, ahlak ve adaletin birbirine bağlılığını vurgular. Yedinci bölüm, güven ve adalet arasındaki ilişkiyi örnekleyerek, epistemik güvensizliğin epistemik adaletsizliklere nasıl yol açtığını tartışarak, güvenin siyasi doğasını vurgular. Güvenin epistemik boyutunu anlamak, yalnızca olgusal kanıtlara dayanmanın ötesinde bir bakış açısı gerektirir ve bilginin nasıl erişildiği, işlendiği ve değerlendirildiğine dair derinlemesine bir anlayışı vurgular. Bu karmaşıklık, bilgiye dair önyargıların ve adaletsizliklerin daha geniş toplumsal yapılardan kaynaklandığı, siyasi olarak etkilenmiş doğasını kapsar. Epistemik adaletsizlikleri ele almak, kişisel erdemlerle yapısal mekanizmaları bütünleştirmeyi ve iyi temellendirilmiş güveni teşvik etmek için bireysel erdemler ile kurumsal çerçeveler arasındaki etkileşimi tanımayı gerektirir. Sekizinci bölüm, genel tezi formüle ederek, siyasette güven ve adaletin birbirini karşılıklı olarak etkilediği ve güçlendirdiği simbiyotik bir ilişkiyi savunur. Adalet, görev temelli bir perspektiften tanımlanıp kurumsal mekanizmalarla sıkı bir şekilde düzenlendiğinde, siyasi güven olumlu bir sonuç olarak ortaya çıkar, ancak bu garanti ya da gerekli değildir. Tersine, adaletin çeşitli ve prosedürel yönlerini kabul etmek, siyasi güvenin dayanışma, tanıma ve empati gibi değerlerle uyum sağlayarak adaleti teşvik edebileceğini ortaya koyar. Güven, iş birliği ve dayanışmayı teşvik eden bir ortam yaratır, tanımayı teşvik ederek dışlanmayı, baskıyı ve sömürüyü azaltarak kolektif karar alma ve sosyal-politik alanlarda adil katılımı mümkün kılar. Siyasi kurumların adaleti teşvik etmedeki sınırlamalarını kabul etmek, adaleti sağlamak için güven mekanizmalarını dahil etmenin gerekliliğini vurgular. Bu karmaşık ilişki, güven ve adaletin birbirini karşılıklı olarak etkilediği ve güçlendirdiği çift yönlü bir etkileşimi gösterir. Son bölüm, demokrasilerde güven ve adaleti teşvik etme stratejilerini incelemekte ve katılımın güven inşasındaki rolünü vurgulamaktadır. Ampirik çalışmalar, hükümetin performansının (örneğin, hizmet sunumu) güven üzerinde etkili olduğunu, ancak algılanan ahlaki standartların—dürüstlük, karşılıklılık ve toplumsal bağlar—hükümete olan güvenin inşasında daha önemli olduğunu göstermektedir. Bu ahlaki standartlar, başkalarına duyulan güvenin belirlenmesinde de kritik bir rol oynamaktadır. Bu standartların, topluluk katılımı, yurttaşlık erdemlerinin teşviki ve kapsayıcılığı değer veren, çeşitliliği kucaklayan bir siyasi ve toplumsal kültürün oluşturulması yoluyla geliştirilebileceği sonucuna varılmaktadır. Geniş katılımın, gayri resmi alanlardaki yurttaş katılımını ve kurumsal düzenlemeler yoluyla doğrudan katılımı içermesi gerektiği savunulmaktadır. Etkili katılım, siyasi ve toplumsal kültüre entegre olduğunda, adalet ilkelerinin benimsenmesini, yerinde güveni ve güvenilir bir karakterin gelişimini kolaylaştırır. Katılım ve müzakerenin olumlu sonuçları, doğru bilgilerin yayılmasını ve iletişimi teşvik eder; bu, yerleşmiş güven ve adalet için gereklidir. Güven, etkili iletişim olduğunda, adil müzakerenin hem ön koşulu hem de sonucudur. Son olarak, çeşitli müzakere alanları yaratmanın ve tanıdık olmayan bakış açılarıyla açıkça etkileşimde bulunmanın ahlaki bir yükümlülük olduğu vurgulanmaktadır.
-
ÖgeThe politics of moral giving(Graduate School, 2023-11-08)We are living in an era of increased income inequalities one that creates powerful moral-giving actors who take the role of decision-makers in the public realm. Over the centuries, the idea of moral giving has been associated with virtue as a character trait, human love, gift-giving, duties of beneficence, alms-giving, a utilitarian duty, an agent-sacrificing or an egoistic agent-favouring sense –a list that could be extended. Moral giving is a neologism deployed here as an umbrella term to include charity, philanthropy, benevolence, volunteerism and such like. It has been a topic in moral philosophy for centuries, but its political aspects have not been adequately studied and equally it refers to a topic that has been addressed in terms of its contemporary political aspects yet without a good philosophical and sociological grounding. Accordingly, this dissertation examines the complex ethical, social and political motives from different theoretical perspectives. The main research question is: What are the grounds that make moral giving a means to political ends? The main thesis is that moral giving is instrumentalized in the political field unless it is treated as end-in-itself – in other words, unless it is done for its own sake. In this context, 'instrumentalization' means using moral giving as a means for non-moral or immoral purpose. This thesis argues against dominant utilitarian perspectives and claims that the political instrumentalization of moral giving is not morally worthy as an act. Therefore, this work opposes instrumental moral giving, which means making giving valuable for the sake of something else and so an outcome-oriented moral giving. Accordingly, the main argument asserts that certain ethical positions and societal motivations support the instrumentalization of moral giving. Therefore, they also serve to make the act of giving a potential instrument of political functions. Consequently, this dissertation points out that that politicization of moral giving does not only stem from political motivations. Thus, this dissertation points out that that politicization of moral giving does not only stem from political motivations. The argumentation in this thesis has a complex structure. Therefore, as deemed necessary to first give descriptions of current, existing moral, social and political motives in order to better understand the ideal world asserted here There is one unique exception to the rejection of (social and political) motives that makes moral giving a means to another end. This concerns 'social justice', which is the subject of the last part (on the political aspect). That is, there is one and only end (justice) that can justify moral giving as a means to another end and thus asserts its value as extrinsic. Therefore, moral giving is both an end in itself and a means for social justice, which is intrinsically itself an end of moral giving. Finally, as it is not the ideal world in which moral giving is necessarily an end in itself, in the existing situation, there are complex and overlapping moral, social and political goals that motivate moral-giving actions. Moreover, it is difficult to identify and disentangle a giver's intertwined motivations. However, this should not prevent us from achieving a (morally) ideal political theory. In order to overview the motives and functions from different perspectives, this dissertation is built on three main parts: the ethical, social and political aspects. Following the introduction and the main driving motives of studying this subject, the first body part (Part 3), "The Ethical Aspect of Moral Giving" covers the main moral motives behind giving acts and outlines the principle arguments in the major theoretical approaches, listed as two main types: duty ethics and consequentialism. Here, under the duty perspective, the deontological, pluralist and natural law approaches are considered, while under the consequentialist perspective, the approaches of utilitarianism, virtue ethics, altruism and ethical egoism are argued. This part ends with the submission of an ideal synthesis developing a hybrid moral model that embraces specific points from the Kantian deontology and Aristotelian virtue ethics – mainly pointing us giving acts should not be conditional or performed for an ulterior motive, in other words should be fundamentally an end in itself. Finally, ethical part submits a theoretical guiding framework with which to examine the social and political functions that moral giving plays and the moral limits to which it should adhere. The second body part, "The Social Aspect of Moral Giving" comprises two chapters, first one addresses questions in the methodological debate of the micro-macro dichotomy from an integrative perspective and then considers the social functions. The main aim is to analyse the social motivations behind moral-giving acts from different sociological perspectives, presenting, as the main argument, the idea that the social motivations, depending on their particular contexts -but within the whole of their interrelated motives-, that drive giving acts should be analysed from an integrative perspective that overcomes micro-macro dichotomy.
-
ÖgeAction-guiding virtue ethics: The indispensability of practical wisdom and eudaimonia(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2021)The goal of this dissertation is to respond to the question whether virtue ethics can provide action-guidance. In order to do so, the work is divided into eight chapters. First chapter introduces the thesis question and the main arguments of the dissertation and provides the synopsis of chapters as well as definition of some terms and themes. The second chapter presents the revival of virtue ethics and action-guidance objection. The following three chapters present different strands of virtue ethics which particularly deal with action-guidance and account of right action. Third chapter presents eudaimonistic virtue ethics by introducing the central concepts such as virtue, practical wisdom and eudaimonia as understood in Aristotle's ethics and focusing on Rosalind Hursthouse's systematic account of eudaimonistic virtue ethics. Forth chapter explores Christine Swanton's target-centered (pluralist) virtue ethics and discusses the difficulties it bears in terms of locating practical wisdom, and the relations of virtues with each other. Fifth chapter looks at Michael Slote's agent-based (sentimentalist) virtue ethics and discusses the importance of fine inner states in his account of right action, yet emphasizes the failure of accounting for doing the right thing and doing it for the right reasons. Sixth chapter focusses on the revisited eudaimonistic accounts of right action, and argues that practical wisdom is the key notion to understand how virtue ethics can guide action, even of novices'. Seventh chapter argues the interconnectedness of practical wisdom and eudaimonia, and that eudaimonia is indispensable for a virtue ethics to provide action guidance because it gives content to practical wisdom and validates virtues. Eight chapter provides the general summary of the dissertation and the main arguments.