LEE- Bilim ve Teknoloji Tarihi-Yüksek Lisans
Bu koleksiyon için kalıcı URI
Gözat
Yazar "Bilke, Fatma Nur" ile LEE- Bilim ve Teknoloji Tarihi-Yüksek Lisans'a göz atma
Sayfa başına sonuç
Sıralama Seçenekleri
-
ÖgeGödel'in eksiklik teoremleriyle yapay zeka sınırlarına kavramsal bir eleştiri(İTÜ Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2025) Bilke, Fatma Nur ; Çökelez, Aytekin ; 422211052 ; Bilim ve Teknoloji TarihiBu tez, insan zihninin algoritmik sistemlerle temsil edilip edilemeyeceğine dair tartışmaları, 19. yüzyılın sonlarında matematiksel kesinlik arayışında yaşanan krizden başlayarak 21. yüzyıldaki yapay zeka tartışmalarına uzanan tarihsel-kavramsal bir çözümleme yöntemiyle ele almaktadır. Bu bağlamda, mantık, matematik felsefesi, bilişsel bilim ve yapay zeka disiplinleri arasındaki etkileşimler ayrıntılı biçimde incelenmiştir. Georg Cantor'un kümeler kuramı ve Bertrand Russell'ın ortaya koyduğu Russell Paradoksu, matematiksel kesinlik arayışını sarsarak modern mantığın temellerinde derin bir kırılmaya yol açmıştır. Bu kriz ortamında Frege, Peano ve Hilbert gibi düşünürlerin öncülüğünde biçimsel sistemlerin tutarlılığını güvence altına alma çabaları doğmuş Whitehead ve Russell'ın Principia Mathematica adlı eseri bu umudun en kapsamlı ifadesi olmuştur. Bu çabalar, yalnızca matematiğin temellerini güvence altına almayı değil, aynı zamanda bilginin doğasına ilişkin daha kapsamlı felsefi soruları da gündeme getirmiştir. Bu düşünsel arka plan üzerinde Kurt Gödel'in 1931 tarihli Eksiklik Teoremleri, herhangi bir biçimsel sistemin kendi içinden tamamlanamayacağını göstererek büyük bir paradigma değişimine yol açmıştır. Gödel'in bu teoremleri, yalnızca matematiksel sistemlerin sınırlarını değil aynı zamanda bilgi üretiminin doğasına ilişkin temel soruları da gündeme getirmiştir. Alan Turing'in hesaplama kuramı ve "Durma Problemi" bu sınırları teknik düzleme taşımış, Alonzo Church'ün lambda hesabı ise algoritmik çözümlerin sınırlı doğasını pekiştirmiştir. Bu katkılar, biçimsel sistemler ile hesaplama yöntemlerinin yalnızca matematiksel değil kavramsal olarak da sınırlı olduğunu ortaya koyarak mantık ve matematik anlayışında yeni bir dönemi başlatmıştır. 1950'li yıllardan itibaren, makinelerin insan benzeri bilişsel kapasitelere ulaşabileceği inancıyla yapay zekaya yönelik beklentiler büyümüştür. Ancak 1970'li ve 1980'li yıllardaki "AI Winter" dönemlerinde, bilinçli makinelerin geliştirilememesi bu iyimserliği ciddi biçimde sarsmış mesele teknik sınırların ötesinde felsefi ve epistemolojik boyutlarda yeniden ele alınmaya başlanmıştır. Bu çerçevede, yapay zekanın yalnızca işlevsel başarısıyla değil aynı zamanda bilinçli deneyim üretme kapasitesiyle de değerlendirilmesi gerektiği görüşü önem kazanmıştır. Burada kastedilen bilinçli deneyim, yalnızca bilgi işleme ya da dışsal tepki üretme değil öznel farkındalık, duyum ve birinci şahıs bakış açısından yaşantılama kapasitesidir. Genellikle "qualia" kavramıyla açıklanan bu bilinç türü, üçüncü şahıs bakış açısından erişilemez olması nedeniyle yapay sistemlerin ulaşamayacağı bir özellik olarak görülmektedir. Bu düşünsel dönüşümde John R. Lucas'ın 1961 tarihli Minds, Machines and Gödel makalesi önemli bir dönüm noktasıdır. Lucas, Gödel'in teoremlerinden hareketle insan zihninin algoritmik modellere indirgenemeyeceğini savunmuştur. Bu görüş Roger Penrose tarafından daha ileri taşınmış Penrose, zihnin yalnızca mantıksal değil aynı zamanda kuantum-fiziksel düzeyde açıklanması gerektiğini öne sürmüştür. The Emperor's New Mind (1989) ve Shadows of the Mind (1994) adlı eserlerinde, bilinçli deneyimin algoritmik hesaplamayla açıklanamayacağını ve bilincin ortaya çıkabilmesi için özgül fiziksel yapıların gerekli olduğunu savunmuştur. John Searle'ün 1980 tarihli "Chinese Room" düşünce deneyi, tartışmalara güçlü bir dilsel ve anlamsal boyut kazandırmıştır. Searle, sembolleri işleyebilen bir sistemin anlamı kavrayamayacağını belirterek yapay zekanın "anlama" kapasitesinin olmadığını ileri sürmüştür. Bu argüman, sentaks ve semantik arasındaki ayrımı vurgulayarak yapay sistemlerin bilinç üretme yetisine yönelik temel bir eleştiri sunmuştur. Benzer biçimde Thomas Nagel'in "Yarasa Olmak Nasıl Bir Şeydir?" (1974) makalesi ile Frank Jackson'ın "Mary'nin Odası" (1986) düşünce deneyi, fenomenal bilincin üçüncü şahıs perspektifinden kavranamayacağını göstermiştir. Bu argümanlar, bilincin yalnızca bilgi değil, öznel deneyim temelli bir gerçeklik taşıdığını ve bu nedenle indirgenemez olduğunu ortaya koymaktadır. Bu düşünsel iklimde David Chalmers, 1995 yılında "Zor Problem" (Hard Problem of Consciousness) kavramını ortaya atmış sinirsel süreçlerin ne kadar ayrıntılı açıklanırsa açıklansın bilinçli deneyimin neden ve nasıl ortaya çıktığının açıklanamayacağını vurgulamıştır. Chalmers'ın yaklaşımı, bilinç sorununu işlevsel modellerin ötesine taşıyarak ontolojik ve felsefi bir zemine oturtmuş ve tartışmaları derinleştirmiştir. Bu tez, tüm bu kuramsal yaklaşımları tarihsel bir kronoloji içinde bir araya getirerek yapay zekanın sınırlarını Gödel'in teoremleri çerçevesinde yeniden değerlendirmeyi amaçlamaktadır. Penrose'un düşünce çizgisinin tarihsel önemi, Searle, Nagel, Jackson ve Chalmers'ın katkılarıyla genişletilmiş; tartışmalar daha bütüncül bir kavramsal derinliğe taşınmıştır. Çalışma, tarihsel-kavramsal analiz yöntemiyle düşünce tarihindeki kırılma noktalarını ve bunların kavramsal yansımalarını takip ederken mantık, matematik, felsefe ve bilişsel bilim literatürlerini karşılaştırmalı biçimde değerlendirerek disiplinlerarası bir perspektif geliştirmektedir. Tezin özgün katkısı, insan zihninin algoritmik modellere indirgenemezliğini savunan yaklaşımları hem mantıksal hem de fenomenolojik temelleriyle birlikte ele alarak, bunları matematiksel mantık, felsefe ve yapay zeka araştırmaları arasında kurulan disiplinlerarası bir bağlamda bütüncül biçimde analiz etmesidir. Tüm bu tarihsel ve kuramsal tartışmalar, yapay zekanın sınırlarını anlamaya yönelik çağdaş yaklaşımlar için zengin bir düşünsel zemin hazırlamaktadır. Sonuç bölümünde ise güncel yapay zeka tartışmalarında öne çıkan bazı kuramsal yaklaşımlara kısaca değinilmiş, ufuk açıcı sorular gündeme getirilmiştir. Özellikle Global Workspace Theory (GWT), bilincin sistem genelinde bilgi paylaşımı ve dikkat mekanizmaları yoluyla ortaya çıktığını öne sürerek yapay bilinç tartışmalarına önemli bir kuramsal çerçeve sunmaktadır. Ayrıca, dijital ikiz (digital twin) teknolojisinin bir gün yalnızca fiziksel süreçleri değil, öznel deneyimleri de modelleyip modelleyemeyeceği sorusu, yapay bilinç ve benlik kavramlarına yönelik düşündürücü bir perspektif sağlamaktadır. Bu yaklaşımlar, tezin ana tartışma hattıyla bağlantılı biçimde bilincin algoritmik temsilinin sınırlarını genişletici bir şekilde ele alınmıştır. Bununla birlikte, bu teorilerin ve teknolojilerin gelecekteki gelişim seyri, yapay zekanın yalnızca işlevsel değil, fenomenolojik boyutlarının da incelenmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Dolayısıyla, tezde sunulan tartışmalar, bilinç ve algoritmik temsil arasındaki ilişkiyi merkeze alarak, gelecekte yürütülecek disiplinlerarası araştırmalar için kavramsal bir temel sunmayı amaçlamaktadır. Felsefi sorgulamalar ile teknik modeller arasındaki etkileşimin güçlendirilmesi, yapay zeka ve bilinç tartışmalarının daha bütüncül biçimde ele alınmasına katkı sağlayacaktır. Tarihsel perspektif ile güncel teknolojik gelişmeleri bir araya getiren bu yaklaşım, tezin sunduğu argümanların çağdaş bilim ve düşünce ortamındaki önemini de pekiştirmektedir.