LEE- Kimya Mühendisliği-Doktora
Bu koleksiyon için kalıcı URI
Gözat
Sustainable Development Goal "Goal 3: Good Health and Well-being" ile LEE- Kimya Mühendisliği-Doktora'a göz atma
Sayfa başına sonuç
Sıralama Seçenekleri
-
Öge5-fluorourasil için polimer/biyoseramik ve grafen oksit içerikli ilaç taşıyıcı malzeme üretimi ve kinetik çalışmaları(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2023-05-04) Kahraman, Ebru ; Saygılı Nasün, Gülhayat ; 506162003 ; Kimya Mühendisliğiİnsan yaşamı için ciddi bir tehdit oluşturan kanser, dünya çapında önde gelen ölüm nedenlerinden biri olmaya devam etmektedir. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından kanserin 183 ülkenin 112'sinde 70 yaş öncesi için birinci veya ikinci ana ölüm faktörü olduğu tahmin edilmektedir. Kanser tedavisi sürecinde karşılaşılan en önemli zorluklardan birisi, uygulanan yüksek toksisiteye sahip ilaçların vücut içerisinde ani ve kontrolsüz salımının, kanser hücreleri dışındaki sağlıklı dokuları da etkileyerek yorgunluk, ateş, saç dökülmesi, deri döküntüsü ve mide bulantısı gibi istenmeyen yan etkilere yol açabilmesidir. Bununla birlikte, biyolojik ortamla ilaç arasında meydana gelen etkileşimler, aktivite ve terapötik etki kaybına neden olarak tedavinin etkinliğini azaltabilmektedir. Bu nedenle, ilaçları uygun terapötik seviyede tutarak yan etkileri azaltmak ve dış etkenlerden koruyarak tedavinin etkinliğini arttırmak amacı ile tasarlanan ilaç taşıyıcı sistem çalışmaları önem taşımaktadır. 5-Fluorourasil (5-FU) ilacı, günümüzde kolon kanseri başta olmak üzere, rektum, göğüs, yumurtalık, pankreas, mide, beyin ve cilt kanseri gibi pek çok kanser türünün tedavisinde yaygın olarak kullanılan bir anti kanser ajanıdır. Bu ilaç, C(Karbon)-5 pozisyonunda hidrojen atomu yerine flor atomu bulunan bir urasil primidini analoğu türüdür. Anti kanser etkinliği oldukça üstün olmasına rağmen, kan plazmasında yarılanma süresi oldukça kısa olan (8-20 dakika) ve kanserli hücreler tarafından seçiciliği olmayan 5-FU ilacı sağlıklı hücreleri de etkileyerek istenmeyen yan etkilere ve tedavi veriminin düşmesine sebep olabilmektedir. Bununla birlikte, düşük molekül ağırlığı ve hidrofilik karakteri, 5-FU ilacının ilaç taşıyıcı sistemlere yüklenme kapasitesinin düşük olmasına neden olmakta ve kontrollü bir salımın sağlanmasına engel oluşturmaktadır. Bu nedenlerden dolayı, 5-FU'nun vücut içerisinde dolaşım süresini arttırabilecek ilaç taşıyıcı malzemelerin geliştirilmesi önem taşımaktadır. Grafen oksit (GO), grafenin oksidasyonu ile elde edilen ve oksijen içeren fonksiyonel gruplara sahip iki boyutlu bir grafen türevidir. Grafene benzer şekilde katmanlı bir yapıya sahip olan grafen oksit; epoksi, hidroksil, karbonil ve karboksilik gruplar gibi oksijen içerikli fonksiyonel gruplar bulundurmaktadır. Bu grupların varlığı, grafen oksite hidrofilik bir karakter kazandırmakta ve biyolojik ortamda çözünürlüğünü arttırarak biyouyumluğunu iyileştirmektedir. Yüksek spesifik yüzey alanı ile birlikte - etkileşimi ve hidrojen bağı oluşumuyla ilaç molekülleri ile etkileşeme geçebilme kapasitesi, grafen oksitin ilaç yükleme ve salım çalışmalarında tercih edilen bir malzeme olarak ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bununla birlikte, grafen oksitin vücut içerisinde yalnız başına uygulanması durumunda hücre canlılığında düşüşe sebep olabileceği raporlanmış olup, biyouyumluluğunu iyileştirmek ve mümkün olabilecek toksik etkileri azaltmak için farklı biyomalzemeler ile birlikte fonksiyonelleştirilerek kullanımı tercih edilmektedir. Hidroksiapatit (HAp, Ca10(PO4)6(OH)2), insan vücudu içerisinde diş ve kemik yapısında bulunan, biyoseramik yapılı kalsiyum fosfat bir malzemedir. Biyoaktif, biyouyumlu, yavaş bozunan, osteokondüktif ve osteoindüktif yapısı nedeni ile diş hekimliği, kemik doku mühendisliği alanları başta olmak üzere, ilaç taşıyıcı sistemler ve hücre görüntüleme gibi biyomedikal alanlarda yaygın olarak kullanılmaktadır. Nanoboyutlu hidroksiapatit parçacıklarının farklı kanser hücreleri üzerinde büyümeyi önleyici etki gösterebilmesi nedeni ile, hidroksiapatit içeren kompozit malzemeler kanser ilaçları için geliştirilen ilaç taşıyıcı sistemlerde tercih edilebilmektedir. Bununla birlikte, sert ve kırılgan bir yapıya sebep olmasından kaynaklanan mekanik dezavantajları, hidroksiapatitin tek başına klinik uygulamalarda kullanımını kısıtlayabilmektedir. Ek olarak, yalnızca hidroksiapatitin taşıyıcı malzeme olarak kullanıldığı ilaç salım çalışmalarında yüksek ilk ani salım oranları görülmüştür. Bu nedenlerle, mekanik özellikleri ve kontrollü salımı iyileştirebilecek çeşitli malzemelerin katkısı ile kompozit halinde kullanımı tercih edilmektedir. Jelatin (GEL), kollajenin kısmi hidrolizi ile elde edilen doğal bir polimerdir. Asidik veya bazik prosesler ile elde edilme şekline göre sırası ile A ve B tipi olarak sınıflandırılmakta olup; hayvan derisi, kemik, kıkırdak ve bağ dokusundan elde edilebilmektedir. Düşük immünojenikliği, toksik olmaması, biyouyumluluğu, biyolojik bozunabilirliği ve düşük maliyeti nedeniyle, biyomedikal alanda yaygın olarak kullanılan doğal polimerlerden biri olarak ortaya çıkmıştır. Poliüretan (PU), termoplastik ve termoset polimer sınıfında yer alan, üretimi ve kullanım alanı açısından pek çok çeşidi bulunan bir polimerdir. Yapısal olarak yumuşak parça ve sert parça olmak üzere iki farklı şekilde sınıflandırılan bloklardan oluşan poliüretanlar, moleküler düzeydeki bu parçalı yapıları nedeni ile elastiklik, aşınma dayanımı, kimyasal stabilite ve işlenebilirlik gibi avantajlı özellikler barınıdırmaktadır. Esneklik ve mekanik dayanımın birlikte sağlanabilmesi, poliüretanların medikal alanda kullanımı avantajlı bir malzeme olarak öne çıkmasına neden olmuştur. Bununla birlikte, biyouyumlu ve pH değişimine duyarlı özellik göstermeleri nedeni ile, kontrollü ilaç salım sistemi çalışmalarında kullanımı tercih edilen malzemeler arasında yer almaktadırlar. Yapılan çalışmanın amacı; 5-FU kanser ilacının in vitro ortamda kontrollü salımını sağlayabilecek polimer/biyoseramik ve grafen oksit içerikli ilaç taşıyıcı malzemelerin geliştirilmesi, bu malzemelerin ilaç yükleme ve salım performanslarının araştırılması, deneysel tasarım ve kinetik modelleme çalışmaları ile optimizasyonun yapılmasıdır. Polimer malzemeler olarak jelatin ve poliüretan seçilirken, biyoseramik malzeme olarak hidroksiapatit tercih edilmiştir. İlk olarak, değişen jelatin konsantrasyonları içeren grafen oksit/jelatin (GO/GEL) kompozitleri üretilmiş ve bu kompozitlere adsorpsiyon yolu ile 5-FU ilacı yüklenmiştir. Deneysel tasarım çalışmaları sonucunda, düşük jelatin konsantrasyonu ve pH 8 değerinde 5-FU adsorpsiyonun maksimum olduğu görülmüştür. Adsorpsiyon izotermi çalışmaları sonucunda, 5-FU adsorpsiyonu için en uygun modelin Freundlich modeli olduğu görülmüştür. In vitro salım çalışmaları sonucunda, düşük jelatin konsantrasyonlarında birinci derece kinetik modele ve yüksek jelatin konsantrasyonlarında Higuchi kinetik modeline uygunluk görülmüştür. MCF-7 göğüs kanseri hücre hattına karşılık yapılan MTT testinde 5-FU yüklü GO/GEL kompoziti %22.8'lik bir hücre canlılığı göstermiş, 5-FU ilacının salımını ve etkisini doğrulamıştır. L-929 fibroblast hücre hattına karşılık yapılan MTT testi sonucu,15 μg/ml 5-FU yüklü GO/GEL konsantrasyonlarına kadar %80 hücre canlılığı elde edilmiş ve kompozitlerin biyouyumluluğu doğrulanmıştır. İkinci aşamada, değişen grafen oksit (GO) miktarları içeren grafen oksit/hidroksiapatit (GO/HAp) kompozitleri üretilmiş ve adsorpsiyon yolu ile 5-FU ilacı yüklenmiştir. Deneysel tasarım çalışmaları sonucunda, düşük pH (pH 2) ve düşük başlangıç 5-FU konsantrasyonlarında 5-FU adsorpsiyonu oranının maksimum olduğu görülürken, grafen oksitin hafif bir artışa sebep olduğu görülmüştür. 5-FU adsorpsiyonu için en uygun modelin Freundlich modeli olduğu görülmüş ve maksimum adsorpsiyon kapasitesi (Qm) pH 2.0 koşullarında 36.9 mg/g olarak hesaplanmıştır. In vitro salım çalışmalarında, pH 7.4 koşullarında tüm GO oranlarında salımın sıfır derece kinetik modele uygunluk görülürken, düşük pH değerlerinde ise Higuchi kinetik modele uyum görülmüştür. Üçüncü aşamada, GO/HAp kompozitlerinin 5-FU ilacı için adsorpsiyon yüzdesini iyileştirmek amacı ile, aminlenmiş grafen oksit üretimi yapılmıştır. Aminlenmiş grafen oksit/hidroksiapatit (GO-NH2/HAp) kompoziti sentezlenmiştir ve adsorpsiyon yolu ile 5-FU ilacı yüklenmiştir. GO/HAp kompoziti ile benzer şekilde, GO-NH2/HAp için yüksek GO-NH2, düşük pH ( pH 2) ve düşük başlangıç 5-FU konsantrasyonlarında en yüksek 5-FU adsorpsiyon oranı görülmüştür. Grafen oksitin aminlenmesi işlemi sonrası maksimum adsorplanan ilaç oranında %9.7'lik bir artış belirlenmiştir. 5-FU adsorpsiyonu için en uygun modelin Freundlich modeli olduğu görülmüş ve maksimum adsorpsiyon kapasitesi (Qm) pH 2.0 koşullarında 21.2 mg/g olarak hesaplanmıştır. In vitro salım çalışmalarında, tüm pH koşullarında 5-FU salımı sıfır derece kinetik modele uygunluk göstermiştir. Son aşamada, grafen oksit/poliüretan (GO/PU) kompozit film üretimi yapılmıştır. Poliüretan üretimi aşamasında, biyouyumlu ve ekonomik bir alternatif olan ayçiçek yağı ve hint yağı hidroksil kaynağı olarak kullanılmıştır. 5-FU yükleme işlemi, üretimi aşamasında 5-FU ilacının enkapsülasyonu ile gerçekleştirilmiştir. Deneysel tasarım çalışmaları sonucunda, 5-FU'nun GO/PU kompoziti içerisinden salım yüzdesinin, yüksek pH (pH 10), yüksek GO miktarı ve düşük başlangıç 5-FU konsantrasyonlarında arttığı görülmüştür. Kompozitlerde pH'a duyarlı ilaç salımı gerçekleştiği görülmekle birlikte, yüksek GO içeren kompozit için tüm pH koşullarında, Higuchi kinetik modeline uygunluk sağlanmıştır. Azalan GO miktarlarında ise, salım profilinin sıfır derece kinetik modele uyum gösterdiği belirlenmiştir. Bu tezin bulguları, sentezlenen GO/GEL, GO/HAP, GO-NH2/HAp ve GO/PU malzemelerinin 5-FU kanser ilacı için kontrollü salımı sağlayabilecek biyoyumlu ve ekonomik ilaç taşıyıcı malzemeler olarak potansiyele sahip olduğunu göstermiştir.
-
ÖgeBiopolyester / natural polymer blends for biomedical applications(Graduate School, 2022-05-22) Turan, Cansu Ülker ; Güvenilir, Yüksel ; 506152001 ; Chemical EngineeringIn this thesis, it is aimed to fabricate an antibiotic delivery system with optimal release kinetics that will overcome this problem. In recent years, fabrication of biocompatible electrospun nanofibers for drug delivery applications is the subject of increased interest, since they mimic the extracellular matrix, provide high surface area, and controlled drug release. In the present study, natural polymers (gelatin or both gelatin and chitosan) were blended with enzymatically synthesized biopolyester, poly(ω-pentadecalactone-co-ε-caprolactone) copolymer (PDL-CL), in order to obtain a synergetic effect. By the use of synthetic and natural polymers together, it was aimed to combine well-defined degradation and mechanical properties of a synthetic polymer with biocompatibility, cell adhesivity, and ability of site-specific delivery due to their functional groups of natural polymers. In this way, PDL-CL/gelatin and PDL-CL/gelatin/chitosan nanofibrous membranes were fabricated for controlled delivery of tetracycline hydrochloride (TCH) which is a commonly preferred antibiotic for treatment of skin infections resulted from a cut, burn or surgical operation. PDL-CL copolymer was synthesized by the catalysis of a home-made immobilized enzyme, Candida antarctica lipase B (CALB) immobilized onto rice husk ashes (RHA) via physical adsorption. Lipase-catalyzed copolymerization studies are limited and there is an increasing interest to improve material features by this way. Moreover, utilization of an enzymatically synthesized polymer rather than a polymer synthesized by organometallic catalysts in a formulation that will be used for a biomedical application may be advantageous, since the resulting product will be metal-free. Electrospinning of an enzymatically synthesized polymer is a challenging issue due to their low molecular weights, therefore studies that cover fabrication of electrospun nanofibrous drug delivery systems using an enzymatically synthesized polymer are limited in literature.
-
ÖgeControlled delivery of chalcone via biopolyester nanohybrid(Graduate School, 2022-11-17) Kaptan, Yasemin ; Güvenilir, Yüksel F ; 506162010 ; Chemical EngineeringIn recent years, biodegradable, biodegradable polymers have received great attention especially in medical applications and have begun to replace traditional petroleum-based synthetic polymers. Durable polymeric materials with superior physical, mechanical and chemical properties are highly demanded for medical applications. It is crucial that these materials can survive and perform in the harsh conditions of the human body, such as very low or very high pH environments and mechanical stress. One approach to manufacturing such advanced medical devices is the use of hybrid polymeric materials. In simple terms, a hybrid polymer is material consisting of two compartments, one of which is a natural or synthetic polymer, interacting with each other at the molecular level. The formation of an organic/inorganic hybrid system allows us to take advantage of the advantageous properties of each component or to create enhanced properties, sometimes synergistically. Especially in drug delivery and controlled release applications, several inorganic materials such as iron oxide nanoparticles, gold nanoparticles, silver nanoparticles, mesoporous silica and various types of clay are widely used either individually or in combination with polymers. These inorganic materials are preferred because of their small particle sizes and improved optical, electrical and mechanical properties. Despite the superior properties of inorganic materials, the use of such inorganic particles as drug carriers has some drawbacks. The main disadvantage is that they require surface modifications to ensure stability and good dispersion. Generally, these inorganic particles are used in drug delivery applications by coating or grafting with biodegradable and biocompatible polymers or forming composites. This approach also increases the biocompatibility of particles, which is one of the key features in the development of successful drug delivery system. These polymers can be synthetic or natural, and the most commonly used polymers in organic/inorganic hybrid systems for medical applications are polycaprolactone, polyvinyl alcohol, poly(d,l-lactide-co-glycolide), polyethylene glycol. Organic/inorganic hybrid systems developed with a polymer and inorganic particles can be classified under two main groups depending on the interactions between the two components. In Class 1 hybrid systems, inorganic particles are trapped or encapsulated in the polymer matrix by weak intermolecular forces such as Van der Waals, electrostatic interactions, and hydrogen bonding. Class 2 organic/inorganic hybrid system is formed by covalent or ionic bonding between organic and inorganic components. This covalent bonding can be formed by two different approaches: polymer in situ synthesis in the presence of inorganic particles, in situ formation of inorganic material, or a combination of polymer and inorganic material, both of which are produced ex situ. Interface characteristic is an important factor that changes the characteristics of the developed hybrid system. PCL has high biocompatibility as its degradation products can be metabolized in the body or excreted directly from the body. Because of its biodegradability and biocompatibility, PCL has been approved by the US Food and Drug Administration for use in medical applications. PCL-based materials have been successfully used in bone tissue regeneration, skin tissue engineering and vascular tissue engineering applications. In addition, several drug release studies using PCL-based drug delivery systems have been reported. PCL can be synthesized both chemically and enzymatically via ring-opening polymerization (ROP). Industrially, tin octoate is used as a metallic catalyst. Metallic catalysts operate at high temperature and pressure. Also, the end product may be toxic due to unremoved metallic residue, thus reducing the chances of PCL's medical applications. On the other hand, enzymes are non-toxic and can catalyze reactions in milder conditions. Lipase enzymes catalyze the polymerization of ε-caprolactone (CL). Drug delivery system (DDS) designs improve drug pharmacokinetics and biodistribution and provide a sustained release profile. DDS provides some exceptional properties compared to conventional drug formulations. The major disadvantage of active substances used in the treatment of diseases is that some molecules agglomerate in body fluids due to their hydrophobic character. Conventional drug formulations provide a solution to this complexity by using appropriate additives. However, these additives can have adverse effects on their intended site of action. The drug carrier used in such designs also protects the targeted area from the toxic effects of active molecules by controlling the dosage and keeping it below the toxic limit. Another function of the carrier material is to protect active molecules from premature degradation and rapid degradation by body metabolism. Smart drug delivery systems (SDDS) are systems designed and developed to deliver active substances to the desired site of action and to release them when stimulated by a physical or chemical change. The main purpose of using SDDS is to control the release kinetics so that the active material can be delivered to the desired site of action without causing any side effects to the non-targeted sites. Controlled release of the active ingredient is usually provided by stimuli-responsive polymers. Such polymers can undergo structural changes when exposed to different physical conditions that facilitate drug release. These changes in the physical environment, or 'stimulants', can be light radiation, temperature, pH, and magnetic stimuli. Chalcones are open-chain molecules naturally found in plants. Their chemical structure consists of two aromatic rings with a three-carbon α,β-unsaturated carbonyl system between them. The chemical structure of chalcones can be varied by adding functional groups to aromatic rings. Trans-chalcone (TC) has attracted attention in recent years in terms of its biological activities, due to its abundance in nature, its preparation and its simple structure. TC has been proven to have anticancer activity against several types. The anti-leishmania activity of trans-chalcone has been widely studied. TC is also anti-inflammatory and acts by reducing oxidative stress caused by various inflammatory diseases. However, there are limitations to the clinical use of TC, mainly due to its water-insoluble and thus low bioavailability. TC is a plant-based chemical, so its toxicity in the body is relatively low compared to synthetic drug molecules. However, one extremely risky aspect of TC accumulation in the body is that TC is a proestrogen. TC is metabolically activated to many other chemicals. These compounds have been shown to have estrogenic activity. Many adverse health effects may occur in mammals due to this estrogenic activity of xenobiotic compounds, such as precocious puberty in females, obesity, decreased sperm count, changes in reproductive organs and sexual behavior, and an increase in certain types of cancer. Therefore, it is very important to control the dosage of TC therapy and prevent the accumulation of TC molecules in the body. This study aimed to synthesize a new hybrid polymer based on PCL and silica particles with low crystallinity and hydrophilic character. The synthesis reaction was in situ ring-opening polymerization of ε-caprolactone catalyzed by immobilized Candida antarctica Lipase B. In this study, the free form of Candida antarctica Lipase B was immobilized on rice husk ash by physical adsorption. The specificity and stability of CALB were increased by providing enzyme immobilization. The support material on which the enzyme was immobilized was first prepared by burning rice husks in an oven at 650 °C for 6 hours. The produced RHA is a material with a high silica content, which plays a very important role in the formation of the nanohybrid system in the next steps. In order to add functional groups that will facilitate enzyme adsorption to the RHA surface, the surface was modified using four different organosilane compounds, 3-APTES, 3-APTMS, 3-GPTMS and 3-TMSPDA, before enzyme immobilization. Results from the analysis of TGA curves found that different organosilane compounds behave differently. Surface modification percentages were calculated as 1.2%, 0.8%, 3.7% and 10.1% for 3-APTES, 3-APTMS, 3-GPTMS and 3-TMSPDA, respectively. This reaction took place through the –OH groups of RHA and the methoxy or ethoxy groups of the silanization agents used, and Si-O-Si bonds were formed. After CALB immobilization on surface modified RHA, the resulting catalytic systems were used to catalyze the ROP of ε-caprolactone and to synthesize PKL-based nanohybrid systems in situ. During this reaction, short PCL chains were grafted from the free –OH groups of surface-modified RHA as well as the long, aliphatic chains of pure PCL. Therefore, it is very important to keep the surface modification at an optimum level in order to achieve PCL grafting from silica. Evidence from this analysis shows that increasing the percentage of silanization by a given amount increases the grafting efficiency. Previous studies suggest an inverse relationship between PCL chain length and the number of surface Si-OH groups. The findings of this study are in line with those of previous studies that suggested the role of silanol groups as co-initiators for the polymerization reaction resulting in a high number of growing chains. A significant decrease in the percentage of crystallinity was observed for all nanohybrid samples, which was associated with low molecular weight and inhibition of crystal formation by silica in the nanohybrids. Also increased glass transition temperature due to restricted mobility caused by grafted PCL. PCL-based nanohybrids were hydrophilic. The hydrophilic character of nanohybrids can markedly increase the bioavailability of poorly water-soluble drug molecules. The second aim of this study is to develop TC-loaded microspheres with O/W emulsion and nanospheres with interfacial polymer deposition method and to investigate the loading efficiency and in vitro release behavior.PCL-based nanohybrids synthesized in the first part of this study were used as polymeric carriers in these drug delivery systems. The result of this research showed that there are optimum microsphere formulations with 60-75% encapsulation efficiency. One of the more important findings from this study is that TC release was prolonged in a controlled manner to 22-57 days. It is an important property of our hydrophilic microspheres as it can increase the bioavailability of poorly water-soluble TC. Similar results were obtained with TC-loaded nanospheres produced by interfacial polymer deposition or nano-deposition method. Higher encapsulation efficiency (80-83%) was obtained with nanospheres. TC release from the nanosphere formulation was increased relative to the microsphere formulations; cumulative emissions reached 83-90%. The nanospheres showed pH-dependent release behavior; the acidity of the release medium increased the release. The TC release has been extended to 28 days under neutral conditions. Water contact angle measurements also revealed the hydrophilic character of the nanospheres.
-
ÖgeYara örtücü ve benzeri uygulamalarda kullanılmak üzere biyopolimerik filmler geliştirilmesi(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2022-08-19) Yıldırımlı Akkaya, Nil Erge ; Giz, Hatice Hüceste ; 509142011 ; KimyaGünümüzde denizlerde ve karalarda kirlilik tehlikeli boyutlara ulaşmıştır. Bu kirliliğin önemli bir kısmı hayatımıza girmiş olan sentetik polimerik malzemelerden kaynaklanmaktadır. Doğada bozunmaları yüzyıllar mertebesinde olan bu sentetik polimerler deniz ve kara hayvanlarının ve hatta insanların da besin zincirine girmiş durumdadır. Bu hal, sentetik polimerlerin kullanıldığı her alan için doğada çözünebilen, bozunabilen alternatiflerinin bulunmasını gerektirmektedir. Çalışmamızda sağlık ve gıda alanındaki ihtiyaca bir ölçü de olsa katkı sağlayabilmek amacı ile biyobozunur olmanın ötesinde insan, hayvan, tüm canlıların rahatça tüketebileceği, doğrudan besin zincirinde yer alan polisakkarit yenilebilir filmlerin elde edilmesi ve özelliklerinin incelenmesi amaçlanmıştır. Biyouyumlu filmlerin sağlık alanında çeşitli kullanım yerleri vardır. Bunlar arasında yara örtücüler ve ilaç salım sistemleri sayılabilir. Pamuk ve selüloz bazlı sargıların yaraya yapışması, değiştirilmesindeki zorluk, yarayı dış etkilerden korumada yetersizlikleri yeni arayışlara yol açmıştır. Biyouyumlu polisakkarit bazlı filmler, yara iyileşmesi için gereken nem ve oksijen miktarını sağlamaları, yarayı mikroplardan korumaları ve yara iyileşmesini hızlandırmaları sebebiyle tercih edilmektedirler. Vücuda uzun süre yapıştırılması gereken ilaç salım sistemlerinde ve uzun iyileşme süresi gerektiren kronik yaralarda iyileşme süresini kısaltmaları ve hasta konforunu arttırmaları dolayısı ile biyopolimerik filmler tercih edilmektedir. Yara örtücülerin yüksek katma değerli malzemeler olması yeni yeni piyasaya girmekte olan polisakkarit filmlerin uygulanma şansını da arttırmaktadır. Yenilebilir gıda ambalajı ise bu filmlerin diğer önemli bir kullanım yeri olacaktır. Günümüzde her dakika 15 ton plastik atık okyanuslara dökülmektedir ve bunun %40 kadarı tek kullanımlık ambalaj malzemeleridir. Bu malzemelerin bozulmaları da yüzyıllar aldığından denizler çöplük halini almaktadır. Avrupa Birliğinin aldığı bir karar gereğince 2030 itibarı ile tüm gıda ambalajlarının biyobozunur olması gerekmektedir. Gıda ambalajlarının biyobozunur ve yenilebilir olması elbette günümüzde alışılmış teknolojilerin terk edilerek yeni teknolojilerin geliştirilmesini gerektirdiğinden ek maliyet anlamına gelmektedir ve rekabetçi pazarın da buna tahammülü yoktur. Ancak tüketicilerin bilinçlenmesi ve doğru tercihler kullanması ile yakın zamanda hayatımıza gireceği kesindir. Çalışmamızda potansiyel yara örtücü ve yenilebilir gıda ambalajı olarak agar, keçiboynuzu zamkı ve salep temelli filmler üretildi. Agar kırmızı deniz yosunundan üretilen bir hidrokolloittir. Agaroz ve agaropektin adı verilen iki ayrı birimden oluşur. Agaroz jelleşebilen yapıdadır, agaropektin ise sülfat grubu taşıyan, yüklü, jel oluşturmayan birimdir. Agar oda ve vücut sıcaklığında suda çözünmez ancak 90oC sıcaklıkta suda çözünür, soğuduğu zaman tekrar heliks yapısını alarak suda çözünmez forma geri döner. Agarın jelleşebilen yapısı ve yüksek sıcaklık çözünürlüğü oda sıcaklığında veya en fazla vücut sıcaklığı olarak 36 - 40oC'lerde güvenle kullanılabilmesine olanak sağlar. Jelleşmesi için sentetik bir çapraz bağlayıcı gerektirmemesi de ayrı bir üstünlüğüdür. Agar filmlerinin mukavemetleri ve yüksek yüzde uzama değerleri bu amaçlar için uygundur fakat antimikrobiyal özellikleri yoktur. Bu sebeple antimikrobiyal özellik gösteren diğer polisakkaritlerle katkılanarak kullanılması yoluna gidilmiştir. Seçilen ikincil malzemelerden biri keçiboynuzu zamkıdır (locust bean gum; LBG). Keçiboynuzu zamkı, keçiboynuzu ağacının tohumlarından elde edilen bir polisakkarittir. Ana zinciri mannan, yan grupları ise galaktoz gruplarından oluşur. Bu yapı jelleşen bir yapı değildir fakat uzun agar zincirleri ile etkileşerek suda çözünmeyen filmler oluşturur. Mekanik özellikleri ve su buharı geçirgenliği de uygun değerdedir. Diğer polisakkarit olarak ülkemize özel bir ürün olan salep seçildi. Salep ülkemizde de yetişen orchid genus orchis adlı yabani bir orkide türünün kök yumrularından elde edilir. Çok bileşenli bir polisakkarittir. Yapısında nişasta, kalsiyum, potasyum, demir klorürleri ve zengin miktarda glukomannan bulunur. Çalışmamızın ilk bölümünde agar-LBG ve agar-Salep filmleri elde edilerek fiziksel, antimikrobiyal özellikleri ve hücre yaşamasına etkileri incelendi. LBG ilavesi filmlerin su buharı geçirgenliğini arttırdı, suda ve fosfat tamponunda çözünmeyen, antimikrobiyal özellikleri saf agar filmlerinden çok daha güçlü, hücre yaşam yüzdeleri saf filmlerden daha yüksek, UV geçirgenliği daha düşük filmler elde edildi. Salep katkısı ise (agar-salep) suda çözünür, su buharı geçirgenliği ve UV geçirgenliği daha düşük, antimikrobiyal özellikleri ve hücre yaşam yüzdeleri daha yüksek filmler elde edilmesini sağladı. Hem LBG hem de salebin antimikrobiyal özellikleri yüksek olduğundan ikili filmlerinin daha yüksek antimikrobiyal özellik taşıyabileceği, yumuşak yapılarının da gerek yara örtücü gerekse yenilebilir film olarak daha uygun olabileceği düşünülerek LBG-Salep filmleri yapıldı. Çalışmanın sonunda, LBG-Salep filmleri agar içeren filmlerden çok daha iyi antimikrobiyal özellik göstermiştir. Tek tek gıdaların ambalajlanmasında veya suda çözünebilen filmler gerektiği durumlarda LBG-Salep filmleri iyi bir alternatif olacaktır. Suda çözünmeyen filmlerin uygulama alanı daha geniştir. Su içeren veya içermeyen gıdalar, hazır yemekler vb. ürünler bu tür filmlerden yapılan ambalajlarda saklanabilir. İlk bölümde üretilen agar-LBG filmleri suda çözünmez yapıdadır. Antimikrobiyal değerleri de saf agar filmlerinden oldukça iyi olmasına rağmen biraz daha arttırabilmek amacıyla agar-LBG filmlerine uçucu yağlar katıldı. Uçucu yağ olarak, antimikrobiyal özellikleri bilinen çörek otu, kantaron ve biberiye yağları seçildi. Çalışma sonucunda transparan, kopma mukavemeti ve kopma uzaması daha düşük filmler elde edilmiş ise de antimikrobiyal sonuçlar beklenen aşırı artışı göstermemiştir. Yağların antimikrobiyal özelliğinin çok artmaması, filmin besin değerini de arttırmış oldukları sebebine bağlanabilir. Bu çalışma sonunda her biri farklı özelliklerde biyouyumlu, biyobozunur, yenilebilir agar, LBG, salep ikili kompozit filmleri ilk defa üretilmiş ve özellikleri incelenmiştir, böylelikle yara örtücü ve gıda ambalajı konusunda yeni ve faydalı alternatifler oluşturduğumuza inanıyoruz.