LEE- İşletme Lisansüstü Programı
Bu topluluk için Kalıcı Uri
Gözat
Çıkarma tarihi ile LEE- İşletme Lisansüstü Programı'a göz atma
Sayfa başına sonuç
Sıralama Seçenekleri
-
ÖgeThe impact of framing on donation behavior(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2021) Demirel, Sibel ; Burnaz, Şebnem ; 689625 ; İşletmeNonprofit organizations were not used to focus on marketing but as time passed, rising competition has forced these organizations to introduce marketing to achieve the organizations' objectives. Donor and donation related factors affecting donation behavior is extensively studied by previous research. The focal point of this study is how the nonprofit organization should frame its donation request as a tool for communication. This study offers an analysis of nonprofit organization's framing of the donation request by conducting two experimental studies in which donation type is manipulated to analyse its effects on donation behavior. It further analyses what impact framing may have on mindset and how this relation is influenced by the donors' religious orientation. Study 1 establishes effects by manipulating donation type (monetary vs. nonmonetary) and observes how this relation is influenced by the donors' religious orientation (intrinsic vs extrinsic) and how it affects donation behavior. Study 2 attempts to investigate what impact donation type manipulation (monetary vs. nonmonetary) may have on mindset (rational vs. emotional) and thus on both religious orientation groups' donation behavior. Findings of the Study 1 supported that intrinsically religious donors are more likely to donate compared to extrinsically religious donors when they receive nonmonetary donation requests. However, regarding monetary donation requests there is no significant difference between intrinsic and extrinsic religious groups. Study 2 suppported the same argument but added some new insight. The second study was designed to measure situation specific thinking styles when the respondents face a monetary and a nonmonetary donation request. Monetary offer triggers rational mindset significantly higher than the nonmonetary offer and nonmonetary offer triggers emotional mindset significantly higher than the monetary offer. In monetary group, respondents with extrinsic religious orientation have significantly higher rational mindset than intrinsic. However, intrinsicly religious people become more rational when they face a monetary donation request compared to nonmonetary. Therefore, we can conclude that a monetary donation request makes both religious orientation groups think rational and avoid donation.
-
ÖgeEnerji depolama üniteli trijenerasyon mikro şebeke sisteminde çizelgeleme optimizasyonu: Hastane uygulaması(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2021-05-28) Doğan, Anıl ; Kayalıca, M. Özgür ; 403181001 ; İşletme ; ManagementTeknolojik gelişmeler ve dijitalleşmenin gittikçe hız kazanması ile enerji ihtiyacı artmaya devam etmektedir. Dünya Enerji Görünümü raporlarındaki olağan durum senaryolarına göre talep edilen enerjinin sağlanması amacıyla fosil yakıtların kullanılmaya devam edilmesi ile hava kirliliği giderek artarak küresel ısınmaya sebep olacağı belirtilmiştir. Fosil yakıtların sınırlı olması nedeniyle ülkeler arasında enerji rekabeti ortamı oluşmaktadır. Bu enerji rekabeti sayesinde karbonsuzlaşma, enerji tasarrufu, verimlilik ve sürdürülebilirlik kavramları değer kazanmaya başlamıştır. Karbondioksit salınımın azaltılması ve küresel ısınmanın önüne geçilebilmesi için yenilenebilir enerji kaynakları en iyi çözüm olarak gösterilmektedir. Yenilenebilir enerji sistemlerinin giderek azalan enerji üretim maliyetleri ve teşvik edici politikalar sayesinde hızla büyümeye devam etmektedir. Böylece karar vericilerin yenilenebilir enerji sistemlerine yatırım yapmasının önü açılmaktadır. Yenilenebilir enerji sistemlerinin aralıklı üretiminden dolayı belirsizlikler ve dengesizlikler bulunmaktadır. Aralıklı üretimden kaynaklı belirsizliklerin giderilmesi, enerji yönetimi, enerji arz güvenliği ve enerji kalitesinin sağlanması problemlerini ortaya çıkarmaktadır. Bu nedenle yenilenebilir enerji sistemleri, konvansiyonel enerji üretim sistemlerinin tam ikamesi olamamaktadır. Bu problemlerin çözümü olarak enerji depolama sistemleri gösterilmektedir. Çoğu güç uygulamaları ile entegre çalışabilen enerji depolama sistemlerinin sağladığı faydalar göz önünde bulundurulduğunda enerji depolama sistemleri teknolojik olarak gelişmekte ve giderek düşmekte olan maliyetleri ile yaygınlaşmaya devam etmektedir. Sürdürülebilir enerji yönetimi ve arz güvenliğinin sağlanması amacıyla dünya çapındaki güç uygulamalarında merkezsizleştirme, karbondan arındırma ve demokratikleşme eğilimleri ortaya çıkmıştır. Böylece ana şebekeye bağlı veya bağımsız olarak çalışabilen, enerji depolama, yenilenebilir ve konvansiyonel enerji üretim sistemlerinin entegre edilebildiği mikro şebeke uygulamalarının sayısı giderek artmaktadır. Mikro şebeke sistemi, dağıtılmış enerji kaynakları olarak güneş panelleri, rüzgâr türbinleri, kombine ısı ve güç santralleri, küçük doğal gaz yakıtlı jeneratörler, dizel jeneratörler, elektrikli araçlar, iklimlendirme sistemleri ve enerji depolama sistemleri gibi yük kontrolünün sağlanabildiği sistemlerle entegre bir şekilde çalışabilmektedir. Böylelikle son kullanıcının talep ettiği elektrik, ısıtma ve soğutma yükü talepleri ana şebekeden bağımsız bir şekilde kontrol edilebilmektedir. Enerji depolama sistemlerinin entegre edildiği mikro şebekeler sayesinde elektrik kesintilerine karşı enerji güvenliği sağlanmakta, çevre dostu enerji üretimi yapılmakta, yakıt tasarrufu, altyapı maliyet tasarrufu ve yardımcı enerji hizmetleri ile ekonomik fayda sağlanmaktadır. Mikro şebekelerde istenilen güç uygulamasının karakteristiğine göre kullanılabilecek birçok enerji depolama sistemi mevcuttur, fakat güç uygulamalarındaki hizmetlerin hepsinin karşılandığı bir enerji depolama sistemi bulunmamaktadır. Her enerji depolama sisteminin birbirleri ile karşılaştırıldığında teknik performans, ekonomik çerçeve ve çevresel etkiler kapsamında avantajlı ve dezavantajlı olduğu durumlar söz konusudur. Bu nedenle kurulması planlanan güç uygulamalarında seçilecek olan enerji depolama sistemleri, uygulamanın ihtiyaçlarını ve gerekli kısıtlarını karşılaması gerekmektedir. Dünya genelinde fosil yakıtların tükenmeye başlaması ve küresel ısınmadan kaynaklı iklim değişiklikleri nedeniyle karayolu taşımacılığında alternatif olarak elektrikli araçlar gösterilmektedir. Sürdürülebilir kalkınma senaryolarında 2030 yılına gelindiğinde elektrikli araçların pazar payı yüzde 30 ve araç stoğu 250 milyon adet olacağı tahmin edilmektedir. Elektrikli araç pazarının büyümesindeki en önemli etkenlerden biri olarak gittikçe maliyetleri azalan Lityum-iyon bataryalar gösterilmektedir. Lityum-iyon bataryalar yüksek enerji yoğunluğu, düşük oranda kendi kendine deşarj olma ve düşük bakım maliyetleri sayesinde elektrikli araçlarda en fazla kullanılan batarya sistemleridir. Diğer yandan yapılan araştırmalara göre Li-iyon bataryaların kullanım ömürleri elektrikli aracın özelliklerine ve sürücüye bağlı olarak 8-15 yıl arasında olmakta ve yüzde 80 kapasiteye ulaştığında elektrikli araçlardaki kullanımı sonlandırılmaktadır. Elektrikli araçlardan çıkarılan bataryaların bertaraf edilmesi büyük bir ekonomik kayıp oluşturmaktadır. Ayrıca batarya sistemleri, ikamesi az olan materyaller içerdiği için geri dönüştürme maliyetleri oldukça yüksektir. Bu nedenle elektrikli araçlarda kullanım ömrünü tamamlamış bataryaların ekonomik değerinin en üst düzeye çıkarılması için ikinci yaşam döngüsünde sabit depolama sistemi olarak kullanılması önerilmektedir. Bu tezin amacı, insan hayatı üzerinde kritik öneme sahip hastanelerin elektrik kesintileri ve enerji kalitesi problemlerine karşı enerji arz güvenliğinin sağlanmasıdır. Bununla birlikte hastanenin talep ettiği kritik elektrik, ısıtma ve soğutma yüklerinin güvenliği için trijenerasyon mikro şebeke sistemi tasarlamaktır. Sistemde enerji depolama sistemi olarak termal enerji ve ikinci yaşam döngüsündeki Lityum-iyon elektrikli araç bataryalarından oluşan depolama sistemleri dahil edilmiştir. Enerji üretim sistemi olarak güneş paneli, mikro türbin ve gaz kazanı kullanılmıştır. Soğutma yüklerinin sağlanması için ise absorpsiyonlu soğutucu ve elektrikli çiller sistemleri entegre edilmiştir. Diğer yandan güç ve ısı kontrol üniteleri ile sistemler arasındaki enerji yönlendirilerek hastanenin talep ettiği elektrik, ısı ve soğutma talepleri karşılanmaktadır. Tasarlanan trijenerasyon hastane mikro şebeke sisteminin en ekonomik şekilde çalışması ve kritik enerji yüklerinin her zaman karşılanabilmesi için çizelgeleme optimizasyon modeli geliştirilmiştir. Çizelgeleme optimizasyonu ile sistem bileşenlerinden alınan ve yönlendirilen enerji yüklerinin kontrolü sağlanacaktır. Önerilen çizelgeleme optimizasyon modeli ile elektrik kesintisi ve enerji kalitesi problemlerine karşı hastanenin enerji güvenliğininin sağlanmasının yanı sıra yenilenebilir enerji ve depolama sistemlerinin entegre edilmesi ile enerji tasarrufu elde edilerek hem ekonomik hemde çevreci bir sistem tasarlanması hedeflenmiştir. Hastanenin çizelgeleme optimizasyonu için bir yıldaki saatlik elektrik tüketimi ve sıcaklık verileri kullanılmıştır. Optimizasyon probleminin çözdürülmesi amacıyla karma tamsayılı doğrusal programlama kullanılarak Excell Solver programında kodlanmıştır. Yapılan araştırma ile hastane birimleri arasında kesintisiz enerji talebinin en yüksek olduğu ameliyathane, resüsitasyon birimi ve yoğun bakım ünitelerinin kritik enerji yükü talepleri modele dâhil edilmiştir. Oluşturulan modelin uygulanması için 197 yataklı, 4 ameliyathaneli, 2 resüsitasyon birimli ve 13 yoğun bakım üniteli hastane seçilmiştir. Hastanenin kat planlarından ve sıcaklık verilerinden yola çıkarak alan soğutma ve ısıtma için enerji ihtiyacı hesabı yapılmış ve bir yıldaki saatlik ısıtma ve soğutma yük talepleri belirlenmiştir. Kurulan model ile doğal gaz, batarya yıpranma, işletme ve bakım, şebeke elektriği ve CO2 salınımından kaynaklı oluşan sosyal maliyetlerden oluşan amaç fonksiyonu optimize edilmiştir. Model çıktısında 8670 saat için yıllık toplam enerji maliyeti, batarya depolama sisteminin deşarj sayısı ve CO2 salımı tasarruf miktarları hesaplanmıştır. Tasarruf edilen CO2 salımının ekonomik değeri yapılan araştırmalar çerçevesinde belirlenmiştir. Bununla birlikte yapılan araştırmaya göre trijenerasyon sistemi için ilk yatırım maliyeti belirlenmiş ve geri ödeme süresi hesabı yapılmıştır. Yıllık net nakit akışı olarak elde edilen tasarruf miktarı kullanılarak sistemin ne kadar sürede amorti edeceği hesaplanmıştır. Tez çalışmasının sonucunda, insan hayatını tehlikeye atabilecek elektrik kesintilerine karşı batarya ve termal enerji depolama sistemleri sayesinde hastanenin kritik enerji yüklerini sürekli olarak karşıladığı gösterilmiştir. Diğer yandan şebekeden çekilen yüksek elektrik fiyatına karşı batarya sistemi deşarj edilerek yüksek miktarda elektrik maliyeti tasarrufu elde edilmiştir. Bunun yanı sıra mikro türbinden çıkan ısı enerjisi ise ısı kazanım cihazı ile tekrardan değerlendirilmiştir. Gaz kazanı ve mikro türbinden yönlendirilen ısı enerjisi, termal depolama sisteminde depolanmış ve gerekli durumlarda depolama sistemi deşarj edilerek kritik ısıtma ve soğutma yük talepleri karşılanmıştır. Böylece yüksek miktarda CO2 emisyon tasarrufu elde edilmiştir. Elde edilen bu sonuçlar ile birlikte sağlık sektörü haricindeki diğer kamu, hizmet ve endüstri sektöründeki tesislerde de enerji güvenliği ve tasarrufunun sağlanması konusunda enerji depolamalı trijenerasyon mikro şebekesinin önemi gösterilmiştir. Elektrikli araçlarda kullanımı sonlandırılmış yüzde 80 kapasitesini koruyan Lityum-iyon bataryaların yüksek geri dönüşüm ücretlerine karşı tekrardan sabit depolama sistemi olarak kullanılması ile önemli bir tasarruf kalemi elde edilmektedir. Bununla birlikte yakın gelecekte elektrikli araç sayısının artmasına bağlı olarak ikinci yaşam döngüsündeki bataryaların sabit depolama sistemi olarak kullanıldığı güç uygulamalarının sayısı artarak ülke ekonomisine fayda sağlayacaktır. Gelecekte yapılacak çalışmalarda hastanenin ilk kurulumundan itibaren kurulum yapılacak bölgenin özelliklerine göre enerji kaynağının seçilmesi, sistem boyutlandırılması ve tasarımının optimizasyonu çalışmaları yapılabilir. İlerleyen zamanlarda atık batarya pazarı oluşması ile yaşam döngüsü maliyet analizi yapılabilir; sistem boyutlandırma optimizasyonu ve enerji arbitrajı hizmetinin modele dâhil edildiği yatırım fizibilitesi çalışmaları yapılabilir. Ülkemizde karbon vergilendirme sistemi ve karbon piyasasının oluşması ve optimizasyon modeline eklenmesi ile birlikte elde edilen tasarrufun ekonomik değeri daha güncel olabilecektir.
-
Ögeİş sağlığı ve güvenliği bağlamında örgütsel güven ve güvensizliğin öncülleri: Örgütsel ve kurumsal etkiler(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2021-06-01) Gümüştaş, Cihangir ; Akdoğan, Fatma Küskü ; 403162006 ; İşletmeKısa vadede şirketler için zaman ve maliyet baskısı yaratan iş güvenliği önlemlerinin alınmaması ya da yüzeysel olarak uygulanması, uzun vadede hem şirketler için hem de çalışanları için çok daha büyük maddi ve manevi kayıplara yol açabilmektedir. Her ne kadar devlet tarafından zorlayıcı ve bağlayıcı iş güvenliği yasaları çıkartılsa da Türkiye'de iş kazalarına bağlı ölüm sayıları her yıl artış göstermektedir. Buradan hareketle, bazı önemli sorular ortaya çıkmaktadır. Devlet tarafından iş sağlığı ve güvenliğini artırmak için birçok zorlayıcı yasa çıkartılıp yaptırımlar oluşturulurken, şirketler bu önlemleri almakta neden bu kadar isteksiz davranmaktadırlar? Şirketler kazaların olacağını ön görme konusunda sorunlar mı yaşamaktadır? Yoksa şirketler aslında ileriyi öngörebilmekte, ancak gerekli önlemleri alma konusunda isteksiz mi davranmaktadırlar? Diğer yandan, yasal düzenlemelere rağmen, örgütlerin ileride oluşabilecek kazalara yeterince önem vermeyip gerekli önlemleri almamaları, çalışanların örgütlerine güvensizlikleri açısından ne tür sonuçlar doğurmaktadır? Bu sorulara yanıt verebilmek amacıyla, bu tezin ilk aşamasında örgütsel güvensizlik kavramı keşifsel bir yaklaşımla ele alınmış ve kavramın Türkiye'de iş güvenliği alanındaki öncülleri incelenmiştir. Yönetim alanındaki birçok kavram, refah toplumunu temsil eden batılı ülkelerde (özellikle Kuzey Amerika bağlamında) geliştirilmiştir ve genellikle Kuzey Amerika merkezli varsayımlar (bireycilik, düşük güç mesafesi ve refah toplumu gibi) üzerine temellendirilmektedir (Tsui, 2007; Wasti ve diğ., 2011). Bu sebepten ötürü, kavramların diğer bağlamlara aktarılmasında anlam ve ölçüm açısından zorluklar ortaya çıkmaktadır. Bu amaç doğrultusunda, örgütsel güvensizlik kavramı kendine özgü dinamikleri olan bir çevre ülke olan (Üsdiken, 2014) Türkiye'de keşfedici bir bakış açısıyla ele alınmıştır. Ayrıca, güven ve güvensizlik kavramlarının iki farklı kavram olup olmadığı tartışmalarından ötürü, son zamanlarda ilgili yazında güvensizlik kavramının öncüllerinin ayrıca incelenmesi gerekliliği vurgulanmaktadır (Guo ve diğ., 2017). Bu amaç doğrultusunda, konu ile ilgili en fazla ve güvenilir bilgiye sahip olduğu düşünülen iş sağlığı ve güvenliği (İSG) uzmanları ile iş sağlığı ve güvenliği ön lisans programlarında ders veren akademisyenlerden online soru formu aracılığıyla toplanmıştır. Linkedin sosyal ağ platformu kullanılarak 212 kişiye ulaşılmış (189 İSG uzmanı, 23 Akademisyen) ve veri toplanmıştır. Katılımcılara açık uçlu sorular şeklinde; (1) kazalarının önlenmesinde çalışanların kurumlarına duydukları güvenin rolü olup olmadığı ve nedenleri, (2) iş kazalarının önlenmesinde çalışanların amirlerine duydukları güvenin bir rolü olup olmadığı ve nedenleri, (3) Türkiye'de yüksek güvenlik gerektiren sektörlerde çalışanların örgütlerine duydukları güvensizliğin nedenleri ve (4) bu güvensizliği gidermek için neler yapılabileceği sorulmuştur. Elde edilen sonuçlara Hsieh ve Shannon'ın (2005) önerdiği şekilde içerik analizi uygulanmıştır. Özetle, tüm yanıtlar çevrimiçi (online) olarak kaydedilmiştir ve yazılı hale getirilmiştir. Akabinde, transkriptler ve ilgili yazın okunmuş ve akabinde verileri sistematik olarak özetlemek için kodlama kılavuzu tasarlanmıştır. Kodlama kılavuzu oluşturulurken hem ilgili yazın hem de elde edilen veri setinden yararlanılmıştır. İki bağımsız kodlayıcı, kodlama kılavuzuna uygun olarak 204 katılımcının geçerli yanıtından toplam 632 ifade kaydetmiştir. Devamında, kaydedilen ifadeler, kodlayıcılar tarafından kodlama kılavuzuna göre ilgili sınıflandırmayla eşleştirilmiştir. Her iki kodlayacının aralarındaki uyumu görebilmek adına, kodlayıcılar arası tutarlılığı ölçen Krippendorff katsayısı hesaplanmış ve 0.768 olarak bulunmuştur. Bu oran keşifsel nitelikte çalışmalar için kabul edilebilir en düşük güvenirlik değerinin (0.667) üzerindedir (bkz: Krippendorf, 2018). İçerik analizi sonuçlarına göre, Mayer ve diğ. (1995) tarafından güven öncüllerini belirlemek için oluşturulan yetenek, iyi niyet ve dürüstlük modelinin zıttı olan yeteneksizlik, kötü niyet ve aldatma boyutları Türkiye'de iş güvenliği alanında örgüte duyulan güvensizliğin öncülleri olarak bulunmuştur. Ayrıca, bu üçlüye ilave olarak, çevresel etkenler isimli bir dördüncü boyut da elde edilmiştir. Araştırma bulguları her ne kadar Mayer ve diğ. (1995) modeliyle örtüşse de, araştırma sonuçlarında bağlamın etkisinin hissedilir olduğu görülmüştür. Örneğin, kötü niyet öncülünün güvensizlik gelişimindeki en önemli etken olarak ortaya çıkması (%56.8), Türkiye'de yerleşik olan toplulukçu normların etkisiyle açıklanabilir. Ayrıca, yazında duygu odaklı güven (affect-based-trust) tanımı ve ölçümünde işyerindeki ilişkilere odaklanılırken (McAllister, 1995), hijyen faktörlerinin çok önceden çözüldüğü varsayılmaktadır. Bununla birlikte, çalışmamızın en önemli bulgularından biri, hijyen faktörlerinin örgütsel güvensizlik oluşumu üzerinde göze çarpan etkisinin bulunmasıdır. Ayrıca, çalışmamız yazındaki daha önceki çalışmalarla kıyaslandığında (ör. Gunningham ve Sinclair, 2011) devletin iş güvenliği önlemlerini uygulamadaki yetersizliği, aile işletmesi olma ve örgütlerin kendilerini paydaşlarına iş güvenliği önlemlerini alıyormuş gibi göstermeleri gibi bağlama özgü etkenler öne çıkmaktadır. Diğer yandan, analiz sonuçlarına göre, güvensizliğin giderilmesi için bulunan stratejiler devlet denetimi ve teşvikleri, şirket güvenliği liderliği, temel haklar ve çalışma ortamındaki gelişmeler, organizasyonel yapıdaki iyileştirmeler ve çalışanlara değer vermek şeklindedir. Araştırmamıza göre, en önemli ve araştırma bağlamına özgü unsur, devletin rolünün ve öneminin öne çıkmasıdır (%36,5). Daha önce de tartışıldığı gibi, Türkiye'de ücretler ve sosyal güvenlik gibi konular, kuruluşların takdirine bırakılmıştır ve devlet halen Türkiye'deki iş ortamını şekillendirmede baskın aktördür (Buğra, 2017). Bu nedenle, katılımcılar, kuruluşların güvenli bir ortam oluşturmak için harekete geçmesini beklemek yerine, devletin işyeri güvenliği konusunda harekete geçmesinin daha temel ve olumlu çözümlere yol açabileceğini düşünüyor olabilirler. Birinci çalışmada elde edilen sonuçlar doğrultusunda nicel bir araştırma modeli oluşturulmuş ve test edilmiştir. Çalışma 1'de elde edilen sonuçlara göre, örgütsel güvensizliğin oluşumunda örgüte dair özelliklerin yanı sıra, dış çevreden kaynaklanan unsurların da rolü olduğu görülmüştür. Bu bulgular ışığında, Çalışma 1'de elde edilen sonuçları daha iyi anlayabilmek amacıyla Kurumsal Kuram, Yönetsel Miyopluk ve Güvenlik İklimi kavramlarından yararlanılmıştır. Güvenlik iklimi, "güvenlik politikaları, uygulamaları ve süreçlerine dair örgüt çalışanları tarafından paylaşılan algılar" olarak tanımlanmaktadır (Zohar, 2011, s. 318). Geçmiş çalışmalar yüksek güvenlik gerektiren örgütlerde güvenlik ikliminin oluşumunda ağırlıklı olarak bireysel (Fang ve diğ., 2006) ve örgütsel etkenlerin (Lingard ve diğ, 2010) rol oynadığını belirtmektedir. Diğer yandan, son zamanlarda dışsal faktörlerin de örgüt içerisinde oluşturulacak olan güvenlik iklimi üzerinde etkili olabileceğine dair araştırmalar bulunmaktadır. Örneğin, Zhou ve diğ. (2011), devlet ve piyasa mekanizmalarının örgüt içerisinde güvenlik iklimi inşa edilmesinde önemli etkenler olduğunu belirtmektedir. Zorlayıcı kurumsal baskılar, DiMaggio ve Powell (1983) tarafından, örgütlere bağımlı oldukları diğer örgütler tarafından dayatılan resmi ve gayri-resmi baskılar olarak tanımlanmıştır. Türkiye'de yürürlükte olan, 20 Haziran 2012 tarihli 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu, işyerlerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması ve mevcut sağlık ve güvenlik şartlarının iyileştirilmesi için işveren ve çalışanların görev, yetki, sorumluluk, hak ve yükümlülüklerini düzenlemektedir ve devlet tarafından örgütlere dayatıldığı için örgütler üzerinde zorlayıcı bir kurumsal baskı aracı olarak ele alınmıştır. Bu çalışmada, zorlayıcı kurumsal baskıların örgüt içerisinde güvenlik iklimi oluşumunu olumlu yönde etkileyeceği ve devamında örgütsel güvensizliği azaltacağı iddia edilmektedir. Ancak, kurumsal baskıların örgütler içerisinde bir güvenlik iklimi yaratmasında örgütlerin kısa dönemci yaklaşımı rol oynayabilir. Kısa dönemli getiriler için uzun dönemli getirileri ötelemek ya da yalnızca kısa dönemli getirilere odaklanmak olarak tanımlanan (Laverty, 2004) yönetsel miyopluğun yüksek olduğu örgütlerde, iş güvenliği uygulamalarının hayata geçirilmesinin bürokratikleşmeyi artıracağı ve bu uygulamaların istenen sonucu veremeyeceği iddia edilmiştir (Rocha, 2010). Hatta örgütler için zarara yol açacağı kaygısı nedeniyle bu uygulamaların görünürde uygulanacağı belirtilmektedir (Nielsen, 2000). Buradan yola çıkarak, yönetsel miyopluğun kurumsal baskılar ve güvenlik arasındaki ilişkiyi düzenleyeceği iddia edilmiştir. Araştırma modelini test etmek için Türkiye'de inşaat, maden ve tersane alanlarında faaliyet gösteren yerli ve uluslararası şirketlerde çalışan, iş güvenliği uzmanı, mühendis ve saha elemanlarına Linkedin aracılığıyla internet üzerinden (online) soru formu linki gönderilerek veri toplanmıştır ve 794 adet geçerli yanıt analize dahil edilmiştir. Analizde kullanılan soru formunun geçerlilik ve güvenilirliğinin sınanması için sırasıyla keşfedici faktör analizi ve doğrulayıcı faktör analizi yapılmıştır. Daha sonra, SPSS istatiksel analiz programı ve Hayes (2018) eklentisi kullanılarak ilgili model test edilmiştir. Araştırma sonuçlarına göre, kurumsal baskıların örgüt iklimini olumlu yönde etkilediği ve örgütsel güvensizliği azalttığı bulunmuştur. Ancak bu ilişkinin yönetsel miyopluğun yüksek olan örgütlerde zayıfladığı ya da terse döndüğü sonucuna da ulaşılmıştır. Yönetsel miyopluğun yüksek olduğu örgütler devlet tarafından dayatılan kurumsal baskıları görünürde uygulayarak kısa dönemli kazanımlara odaklanmakta ve sürdürülebilir bir yaklaşımdan uzaklaşmaktadırlar. Böylelikle de örgüt içerisinde bir güvenlik iklimi söz konusu olamamakta ve çalışanların örgüte olan güvensizlikleri devam etmektedir. Bir zorlayıcı kurumsal baskı olarak mevcut iş güvenliği yasası, içeriği itibariyle uygulayıcı şirketlerden yapısal değişiklik, zaman, çalışan katılımı, maddi kaynak ve yeni iç düzenlemeler talep etmektedir. Kısa dönemdeki bu maliyetler göz önünde bulundurulduğunda, kurumsal baskıların uzun vadede can ve mal kaybını önleme vaatleri, yönetsel miyopluğun hâkim olduğu örgütlerde cazip olmaktan çıkmaktadır. Bu bulgular, son yıllarda artarak önem kazanan sürdürülebilirlik kavramının iddialarıyla ters bir şekilde paralellik göstermektedir. Sürdürülebilirlik yaklaşımı örgütlerin faaliyetlerinin birçok paydaş üzerindeki kısa ve uzun dönemli etkilerini de göz önünde bulundurmaktadır (Ehnert ve Harry, 2012). Ancak gerek birinci çalışmada, gerek ikinci çalışmada örgütlerin kısa dönemli ve ekonomik temelli getirilere odaklandığı ve uzun dönemli sosyal ve çevresel getirileri göz ardı ettikleri gözlemlenmiştir.
-
ÖgeElektrikli araçların şehir içi yük taşımacılığında kullanımı(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2021-07-02) İmre, Şükrü ; Çelebi, Dilay ; 507152005 ; İşletme MühendisliğiTüm dünyada artan çevre kirliliği çevresel endişeleri gündeme getirmektedir. Karbondioksit emisyonu çevre kirliğine neden olan etmenlerin başında gelmektedir. Her ne kadar fosil yakıtlar dünyada tükenmeye başlasa da halihazırda ulaşım sektörünün yoğun kullandığı yakıt türü olarak karbon emisyonuna olan olumsuz etkisi devam etmektedir. Hem azalsa da zarar verici olmaya devam eden fosil kaynaklara olan bağımlılığı azaltmak hem de petrol fiyatlarının artmasının getirdiği maliyet sorunlarını aşmak için ulaşım sektörü yeni arayışlara yönelmektedir. Bu noktada, gelişen teknolojiyle birlikte elektrikli araçların kullanımı bir çözüm olarak görülmektedir. Yük taşımacılığında elektrikli araçların yayılması ve dolayısıyla yaşanan çevresel kirliğinin azaltılması mümkün hale gelmektedir. Bu çalışmada, pilot bölge olarak seçilen İstanbul'da, kent içi yük taşımacılığında elektrikli araçların kullanımı potansiyelinin tahmin edilmesi amaçlanmaktadır. Bu amaca erişebilmek için elektrikli araçların kullanımıyla ilgili seçimler ve ilgili faktörlerin analitik bir analizi yapılmıştır. Bu analitik analiz yardımıyla, İstanbul'daki şehir içi yük taşımacılığında faaliyet gösteren kurumlar için mesafe ve yük bazlı elektrikli yük araç seçim modeli oluşturulmuş ve bu seçim modeli yardımıyla ilk olarak çalışma kapsamına alınan firma için filo içerisinde elektrikli araç ve geleneksel araçların birlikte yönetildiği hibrit filoya ait araç tür yüzdeleri bulunmuştur. Böylelikle, İstanbul kent içi yük ulaşımındaki sektörler ve seçilen firma için elektrikli araç kullanım potansiyeli tahmin edilmiştir. Dolayısıyla, İstanbul kent içi yük taşımacılığında faaliyet gösteren firmalar ve seçilen firmanın kent içi yük taşımacılığı faaliyetlerinde kullandığı araç filosuna, elektrikli araçların eklenmesi için bir karar modeli önerilmiştir. Bu analitik analiz içerisinde ilk olarak elektrikli araçların kullanım potansiyeline etki eden değişkenler ortaya çıkarılmıştır. Bununla birlikte, elektrikli yük araçların karşılaştıkları engelleyicileri ve kolaylaştırıcıları bulmak için elektrikli araç ekosistemde bulunan paydaşlar ile bir araya gelerek bir arama toplantısı düzenlenmiştir. Bu aşamaya kadar elde edilen iç görüler literatür çalışmasının bulgularıyla birleştirilerek seçim modelinde kullanılacak değişkenler seçilmiştir. Çalışma kapsamında seçilen pilot bölgede faaliyet gösteren bir perakende firmasının sefer verilerinden yararlanılarak seçim senaryolarını içeren bir seçim (stated preference) anketi oluşturulmuştur. Anket tasarımında ortogonal deney tasarımından (orthogonal design of experiment) yararlanılmıştır. Çalışmanın bulgularına göre, elektrikli araç kullanım potansiyeli araç türlerine ve sektörlere göre farklılık göstermektedir. Ayrıca, araç tipleri arasındaki sefer süreleri farkına göre senaryolar üretilmiştir ve bu senaryolar kapsamında araç kullanım potansiyeli değişmektedir. Kısaca oluşturulan senaryolar, geleneksel ile elektrikli aracın sefer sürelerinin eşit olmasından başlayarak sonraki her bir senaryoda kademeli %10 arttırılmıştır. Toplamda beş farklı senaryo ile araç kullanım potansiyeli ortaya çıkarılmıştır. İstanbul'da kent içi taşımacılıkta kullanılabilecek elektrikli araç oranları, sektörlere göre ağırlıklandırıldığında ve çalışma kapsamında değerlendirilen iki tür araç arasındaki sefer süresi farkına dayalı senaryolar dikkate alındığında %20,4, %11,6, %6,4, %3,5 ve %2,0 olarak ortaya çıkmıştır. Diğer yandan, çalışma kapsamına alınan firma filosuna ait elektrikli araç kullanma oranı senaryolar baz alınarak %31,7, %25,4, %21,0, %17,5 ve %14,6 olarak belirlenmiştir. Firma ve filo özelliklerine (barındırdığı araç türleri, taşıdığı yük türü vb.) göre bu oranlar değişkenlik göstermektedir. İstanbul geneli ve firmaya ait filo için elde edilen bu oranlar, filoların çoğuna elektrikli araç eklenebileceğini göstermektedir. Ayrıca, elde edilen bu oranlar ve ilgili diğer veriler yardımıyla İstanbul'da yük taşımacılığındaki sektörlerden ve seçilen firmadan kaynaklı karbondioksit emisyon miktarının, elektrikli araçların kullanımı ile sırasıyla %15,0 ve %25,8 oranında azalabileceği tahmin edilmiştir. Böylelikle, yük taşımacılığında kullanılan geleneksel ve elektrikli araçların bir arada olacak şekilde hibrit bir filo yapısına geçilebileceği sonucuna varılmıştır. Bu geçişin ilk olarak perakende, imalat, konaklama ve yiyecek sektörlerinden başlaması diğer sektörlere göre elektrikli araç kullanımının daha olumlu sonuçlar verme potansiyeli olduğu bulgusuna varılmış ve bu sektörlerde ulaşımda elektrikli araçların katılımını hızlandıracak düzenlemelerin yapılması önerilmiştir. Ayrıca, elektrikli araçlarla yapılan seferlerde geleneksel araçlara göre sürenin artması, kullanım potansiyelini düşürdüğünden elektrikli araçlara sefer süresini kısaltacak, özel park alanlarının tahsis edilmesi, şehir içindeki belirli noktalara sadece elektrikli araçların girmesine yönelik düzenlemelerin yapılması önerilmiştir.
-
ÖgeSürdürülebilir insan kaynakları yönetiminin uygulanırlığı: Türkiye örneği(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2021-07-05) Göç, Kubilayhan ; Küskü Akdoğan, Fatma ; 403122014 ; İşletmeSürdürülebilir İKY kavramı, araştırmacılar tarafından, örgütsel uygulamaların olumsuz dışsallıklarını açıklamada, sosyal konuların anlaşılmasını sağlamada ve sürdürülebilir bir toplum hedefine ulaşmada bir araç olarak kullanılmaktadır (bkz. Mariappanadar, 2012). Bu tezin temel amacı, Sürdürülebilir İKY kavramının Türkiye bağlamında uygulanırlığının, söylem ve eylem boyutlarıyla incelenmesidir. Böyle bir incelemeye gidilmesinin arkasındaki temel neden, İKY politikalarını geliştiren ve uygulayan kişilerin, çelişkili/karmaşık baskılar altında faaliyet göstermesidir (Kramar, 1992). Uygulayıcılar; ulusal bağlama ilişkin farklılıklar, uygulamaların maliyeti, kurumsal baskılar, paydaş beklentileri ve bunların firma için arz ettiği önem derecesi gibi bir çok faktörü göz önünde bulundurarak karar verdikleri için, söylem ve eylem arasında farklılıklar olması beklenmektedir. Sürdürülebilir İKY'nin temel boyutlarının neler olduğu ve nasıl ele alınması gerektiğine dair yazında farklı değerlendirmeler bulunmaktadır. Ancak "sürdürülebilirlik" kavramının üç temel ayağı olarak bilinen "ekonomi-çevre-toplum" boyutlarını birleştiren çalışmalar çok azdır. Yazında sıkça vurgulanan (Ehnert ve diğ, 2016) bu eksiklik nedeniyle, bu çalışmada, sürdürülebilirlik kavramının ruhuna uygun olarak, bu üç boyutu da kapsayacak bir kavramsallaştırma anlayışı benimsenmiştir. Ayrıca, ilgili yazında var olan yöntemsel eleştiriler de dikkate alınarak (bkz. Anlesinya ve Susomrith, 2020) hazırlanan bu tezin üç araştırma aşaması bulunmaktadır. Söylemin tespit edilmeye çalışıldığı ilk iki aşamada nitel, eylemin tespit edilmeye çalışıldığı üçüncü aşamada ise nicel araştırma yöntemlerinden yararlanılmıştır. Araştırmanın birinci aşamasının amacı, Türkiye bağlamında, firmaların gerçekleştirdiklerini iddia ettikleri (söylem) Sürdürülebilir İKY uygulamalarını tespit etmektir. Bu aşamanın analizi iki adımda gerçekleştirilmiştir. İlk adımda, firmalar için sürdürülebilirlik standartları getiren, Küresel Raporlama Girişimi GRI-G4 Kılavuzu ve Uygulamalar El Kitabı, İKY açısından incelenmiş ve analiz için "Sürdürülebilir İKY uygulamaları rehberi" oluşturulmuştur. İkinci adımda ise, firmaların sürdürülebilirlik raporları, oluşturulan rehber doğrultusunda içerik analizine tabi tutulmuş ve veriler endeksleme yöntemi ile sayısallaştırılmıştır. Bu aşamada yapılan analiz, Borsa İstanbul (BIST) Sürdürülebilirlik Endeksine dâhil olan firmaların 2014-2015 ve 2015-2016 dönemlerinde yayımladıkları sürdürülebilirlik raporlarını kapsamaktadır. Toplamda 44 sürdürülebilirlik raporu yayımlanmış, ancak 36'sına (%82) erişilebilmiştir. İçerik analizi ile, firmaların seçilen Sürdürülebilir İKY uygulamalarını ne oranda raporladıkları tespit edilmiştir. Raporlar değerlendirildiğinde, firmaların daha çok ekonomik ve sosyal boyut uygulamalarına yer verdiği anlaşılmıştır. Çevresel boyuttaki uygulamalara yer verme oranları daha düşük olsa da, firmaların raporlama düzeyinde bu boyutu da ihmal etmedikleri anlaşılmıştır. Ayrıca firmaların ilk raporlama dönemlerinde raporlarında daha ayrıntılı veriler/değerlendirmeler sundukları, sonraki dönemlerde sundukları bilgide nispeten azalma olduğu görülmüştür. Araştırmanın ikinci aşamasında, Sürdürülebilir İKY kavramının yöneticiler /uygulayıcılar tarafından nasıl algılandığı incelenmiştir. Bunun için, BİST Sürdürülebilirlik Endeksine kote firmaların yönetici/uzmanlarından açık uçlu sorular ile veri toplanmıştır (2016-2017 Sürdürülebilirlik endeksine dâhil olan 43 firmanın 17'sinden, toplam 26 yönetici/uzmandan veri toplanabilmiştir). Toplanan veriler içerik analizine tabi tutularak çeşitli tema ve kategoriler altında kodlanmıştır. Bu aşamada, yöneticilerin/uzmanların Sürdürülebilir İKY hakkında ne düşündükleri, bu kavramı nasıl algıladıkları ve işyerlerindeki uygulama niyetleri tespit edilmeye çalışılmıştır. Böylece, yönetici ve uzmanların bakış açısından Sürdürülebilir İKY'nin öncülleri, uygulamaları ve sonuçlarına ilişkin kavramsal bir çerçeve geliştirilmiştir. Sürdürülebilir İKY'nin gerçekleştirilmesinde sorumluluk sahipleri, önündeki engeller ve çözüm önerileri tespit edilmiştir. Türkiye bağlamında Sürdürülebilir İKY'nin tanımı yapılmış ve bu tanımların mikro, mezo ve makro boyutlarda ele alındığı tespit edilmiştir. Eylem boyutunun saptanmaya çalışıldığı araştırmanın üçüncü aşamasında ise, temel olarak "Türkiye bağlamında firmalarda Sürdürülebilir İKY uygulamaları ne denli uygulanmaktadır" sorusunun yanıtı, örgütlerde çalışanların algıları temelinde belirlenmeye çalışılmıştır. Bunun için daha önceki aşamalarda ortaya çıkan değişkenleri kapsayacak şekilde oluşturulan Sürdürülebilir İKY yapısı ve öncülleri temelinde özgün bir soru formu kullanılmıştır. Bu aşamanın anakütlesini 2014 - 2018 yılları arasında BİST Sürdürülebilirlik Endeksinde yer alan 48 firmanın tüm çalışanları oluşturmaktadır. Daha geniş kitleye ulaşabilmek için online veri toplama yolu tercih edilmiştir. Nihai olarak, 36 farklı firmadan (toplam firmaların %75'i), toplam 414 kişiden gelen yanıtlar örneklem olarak incelemeye dahil edilmiştir. Yapılan analizler sonucunda, raporlarda oluşturulan üç boyutlu (ekonomik, çevresel, sosyal) Sürdürülebilir İKY yapısının uygulamada daha ayrıntılı boyutlara ayrıldığı anlaşılmıştır. Çevresel boyut, diğer Sürdürülebilir İKY boyutlarından değişkenler alarak kavramsal anlamda genişlik kazanmıştır. Buna göre, ekonomik boyuttan "kurum dışına yönelik sosyal sorumluluk harcamaları" ve sosyal boyuttan "toplumsal ilişkiler" değişkenleri çevresel boyutla birleşmişlerdir. Bu durumda çevre ifadesi hem doğal çevreyi hem de toplumsal ögeleri içinde barındıran bir gösterge olarak anlam kazanmıştır. Sonuç olarak, Türkiye bağlamında Sürdürülebilir İKY faaliyetleri 5 boyut altında toplanmıştır: Sunulan ekonomik imkânlar, çalışma koşulları ve insani düzenlemeler, toplumsal duyarlılık ve ekolojik yönelim, sürdürülebilir istihdam ve çalışanların geliştirilmesi. Söylemin saptanmasına yönelik safhalarda (araştırmanın birinci ve ikinci aşaması) elde ettiğimiz bilgi/bulgular ile eylemin saptanmasına yönelik safhada (araştırmanın üçüncü aşaması) elde edilen bilgi/bulguları kıyaslayarak söylem ve eylem arasında fark olup olmadığını anlamaya çalıştık. Söylem boyutu nitel, eylem boyutu nicel araştırma ile incelendiğinden, bulguları istatistiksel yöntemlerle kıyaslama şansımız elbette ki bulunmamaktadır. Bu nedenle, bulguları yorumlayarak kıyaslama yapmaya çalıştık. Söylem ve eylem aşamalarında elde edilen bulguların kıyaslanması sürecinde ortaya çıkan en önemli durumlar şöyle özetlenebilir: Genel olarak değerlendirildiğinde, sürdürülebilir istihdam ve ekonomik imkânlar hariç, diğer boyutların (çalışma koşulları ve insani düzenlemeler, toplumsal duyarlılık ve ekolojik yönelim, çalışanların geliştirilmesi) beyan edilenden (söylemden) daha düşük algılandığı görülmektedir. En yüksek farkın ise, çalışanların geliştirilmesi boyutunda olduğu görülmüştür. Söylem düzeyindeki önemli tespitlerden biri, ikinci aşamada yapılan görüşmelere göre, Türkiye bağlamında, firmaların sürdürülebilirliği gündeme almasında etkili unsurların "üst yönetim, dış paydaşlar, yönetim kurulu üyeleri ve İKY uzmanları" olmasıdır. Sürdürülebilir İKY'nin gerçekleştirilmesinde ise temel sorumluluğun üst yönetime ait olduğu söylemi hâkimdir. Öne çıkan görevler ise, sürdürülebilirliği genel örgüt stratejilerine dahil etme, sürdürülebilirlik faaliyetlerine destek olma, liderlik etme ve sahip çıkma olarak belirtilmektedir. Buradan yola çıkarak, yöneticilerin Sürdürülebilir İKY'nin yürütücüsü olduğu ifade edilebilir. Ancak, eylemin belirlenmeye çalışıldığı araştırma sonuçları incelendiğinde, yöneticilerin sahip oldukları sürdürülebilirlik duyarlılığının firmaların Sürdürülebilir İKY uygulamalarını benimsemesinde etkili olmadığı ortaya çıkmıştır. Bu durum, yöneticilerin, sürdürülebilirliği, duyarlılıktan ziyade, rasyonel amaçlar nedeniyle firmalara entegre etme amacında olduğunu göstermektedir. Genel olarak değerlendirildiğinde, ABD ve Asya ülkelerindekine benzer şekilde (bkz. Taylor ve Lewis, 2014; Debroux, 2014), ekonomik kaygılar ve vadettikleri uygulamalar arasında sıkışan örgütlerin, genellikle klasik örgüt anlayışıyla hareket ederek odak noktasına ekonomik kaygıları aldıkları anlaşılmaktadır. Bu nedenle, sosyal olgulara yönelik birçok araştırmada vurgulandığı gibi (örnek: Kuşat, 2013; Vatansever, Kılıç ve Dinler, 2019; Küskü, Aracı ve Özbilgin, 2020), sürdürülebilirlik kaygısını örgütlerin gündeminde tutabilmek için, ülkemizde, sadece piyasa koşullarının yönlendirmesini beklemek yerine, yasal düzenlemeler yapılarak firmaların sürdürülebilirliğe teşvik edilmesi/itilmesi doğru olacaktır. Bu çalışma, akademik katkıları yanında, örgütler ve örgütlerdeki yöneticiler için de bazı faydalar sunmaktadır. Dönemsel sürdürülebilirlik raporları hazırlanırken, firmaların İKY ve sürdürülebilirlik yöneticileri, çalışmada yer alan rehberlerden yararlanarak, hangi İKY konularına dikkat etmeleri gerektiğine dair fikir edinebilir, dikkatlerini bu uygulamalara yönlendirebilirler. Benzer şekilde, tespit edilen Sürdürülebilir İKY uygulamaları, Sürdürülebilirlik endeksinde olmayan ancak BİST'te işlem gören firmalarda ya da KOBİ'lerde, örnek Sürdürülebilir İKY uygulamaları olarak kullanılabilir. Bu çalışma ile İnsan Kaynakları Yönetimi faaliyetlerinin "sürdürülebilirlik" odaklı gerçekleştirilmesinin önündeki en büyük engeller / eksiklikler / sıkıntılar ve bunların çözümüne yönelik öneriler sıralanmıştır. Bu bilgiler, İKY ve sürdürülebilirlik yöneticileri için önemli bir yol gösterici olabilir. Son olarak şunu da mutlaka belirtmeliyiz. Bu çalışmanın sonuçları BİST sürdürülebilirlik endeksine (ya da benzeri uluslararası endekslere) dâhil firmalar açısından genellenebilir olup, bu endekste olmayan firmalar için genellemeler yapmak hatalı olabilir. Çünkü Türkiye ekonomisinde önemli bir yere sahip olan KOBİ'lerin örgütsel amaçları, hassasiyetleri, zorunlulukları, iç ve dış paydaşlarının oynadıkları roller farklılık gösterebilir.
-
ÖgeEmbedded information content in bonus and rights issue announcements for selected stock exchange markets(Graduate School, 2021-07-14) Işıker, Murat ; Taş, Oktay ; 403132004 ; Management ; İşletmeThe purpose of the dissertation is fourfold: First, to measure market anomaly around the bonus and rights issue announcements for selected stock exchange markets for 2010-2019. Second, to identify the motives behind the market anomaly by using issue characteristics and firm-specific factors. Third, to analyse the long-run operational performance of capital-raising firms via bonus and rights issues. Fourth, to provide policy implications to the regulatory bodies and market participants that will help to reduce the level of market inefficiency. Market reactions are calculated using event study methodology in three aspects. We analyse post and pre-announcement periods to measure event-induced anomaly and possible information leakage, respectively. Moreover, we aim to compute the magnitude of the total market anomaly around the event days by covering both periods. The market model is applied as the primary tool for expected return calculations. Since a daily time frame is preferred, the estimation period covers a trading year return data prior to the event. The main analysis surrounds the period ten days before and after the event. We also use shorter periods to control possible confounding event effects. For the multi-country level analysis, after measuring the market reaction for each country, we perform a multivariate linear regression analysis to explore the possible factors that cause the market anomaly. We use firm-specific variables as well as issue type characteristics for this purpose. Finally, we investigate the long-run operational performance of the issuers, which covers three years before and after the event. For Turkey specific analysis, we use hand-collected data derived from the Public Disclosure Platform of Turkey (PDP) to obtain announcement dates as well as other details specified within the announcement. These details convey embedded information content that is not available on other platforms. Thus, we create sub-groups using these details to reveal if any hidden factor can explain the variations on stock returns during bonus and rights issue announcements. These sub-groups are compared using one-way ANOVA and independent two-sample t-tests. We also use post-hoc tests for further examination. Our findings provide evidence regarding a positive market anomaly around bonus issue announcements in different magnitudes for all sample countries. The information leakage effect, which occurs before the announcement, is detected for all countries except Taiwan. However, the post-announcement market anomaly is valid only for India, Pakistan and Turkey. Regression findings show that issue size is the primary determinant of the abnormal returns, while the firm size and dividend yield are found significant in some cases. Profitability and leverage level indicators cannot explain the variation in abnormal returns. Moreover, long-run performance analysis results indicate that profitability after the event quarter has a downward trend, which means that the signalling assumption does not hold for the sample countries. Investment expenditures are stable generally, while there is a slightly positive trend after the event quarter for Thailand and Turkey. Turkey-specific analysis results show that when internal resources are distributed as bonus shares, the market reaction is higher than those distributed from last year's net income. In addition, internal resources sub-groups also have different characteristics. The market reaction is higher for inflation adjustment on equity group than other in-ternal resource groups. Nonetheless, the largest sized issue group, which contains issues over 75%, cause the highest abnormal returns, while a market anomaly is not detected for the smallest sized issues. Last but not least, the announcement effect regarding the initial bonus issues differs from the subsequent ones. We cannot docu-ment any significant differences among the groups that are formed according to in-dustrial classification, the timing of the issue and market sentiment. Finally, although we observe a liquidity improvement after the bonus issue, the change is not signifi-cant. The fourth chapter includes analyses on the effect of rights issue announcements. Our findings signify the presence of information asymmetry and agency problem for rights issuer firms. Also, the pecking order theory holds for most countries. Unlike the bonus issue case, we show that shareholders do not perceive these announce-ments as favourable in all countries except for Brazil and the UK. The worst perfor-mance is detected in Turkey by -5% within two days. The information leakage effect is weak for the rights issue case, which is found only in the UK. Regression findings indicate that discount rate, idiosyncratic risk level and low-growth indicator are nega-tively, and market sentiment is positively related to abnormal returns for the pooled data. Similarly, the country-specific regressions show that the discount rate is nega-tively associated with abnormal returns in all countries except for Thailand. In addi-tion, Pre-announcement returns affect market reaction positively in Turkey. Finally, the long-run analysis indicates that firms mostly used raised funds to cut their debt burden right after the event quarter. However, the debt level continues to deteriorate afterwards in all countries except France and the UK. In general, the right issues do not improve the firm's profitability, while weak and temporary investment expendi-tures are detected in Germany and Thailand. The fifth chapter provides empirical findings of Turkey-specific analysis. Take-up rate is detected 95% on average, while Turkish firms raised more than 25 billion TRY in ten years via rights issues. We document significant different market reactions for private placement (by 3%) and pure rights issue announcements (by -6%) for the (0,5) event window. We assert that the shareholder approval requirement is the major de-terminant for the difference. Also, when bonus shares are used simultaneously with rights issues, the market reaction becomes positive. On the other hand, market reac-tion is more adverse for higher-sized issues than lower-sized ones. Results fail to show a difference among groups formed according to commitment type, the use of proceeds, issue sequence and industrial classification. The dissertation is novel in examining several emerging markets, particularly regard-ing the short-run announcement effect and long-run operational performance of bo-nus issuing firms. Also, originality can be attributed to the rights issue case, where we compare several developed and developing countries together by using multiple fac-tors, including firm and issue-specific characteristics. Finally, it is the first study for Turkey that examines the detailed information retrieved from bonus and rights issue announcements to identify country-specific determinants of market anomaly by using hand-collected data.
-
ÖgeInternal audit decision support framework using spherical fuzzy electre(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2022) Menekşe, Akın ; Akdağ Camgöz, Hatice ; 719019 ; İşletmeInternal auditing is an independent assurance and consulting activity that improves the operations of a firm. An internal audit helps the business achieve its objectives by systematically and systematically reviewing and enhancing the effectiveness of risk management, control, and governance systems. Internal auditing is done by internal auditors who are hired by businesses. The scope of internal audit in businesses can be quite broad, but the most fundamental internal audit areas are governance, risk management, efficiency and effectiveness of operations and asset protection, financial and management reporting reliability, compliance with laws and regulations, and information technology. Internal audit is becoming increasingly crucial in assisting firms in managing and responding to risks, particularly in an age where markets and sectors rely largely on technology to succeed. Internal auditors evaluate whether the established systems protect the organization's assets and data integrity and are working effectively to achieve the organization's goals or objectives. These audits can be paired with financial statement audits or other kinds of internal auditing. Internal auditors focus on governance factors such as clearly defined roles, authority, and duties; risk appetite alignment; effective communication; values management; and accountability as part of corporate governance. In the field of internal auditing, we are currently confronted with several decision-making problems, and multi-criteria decision-making approaches can be employed as a decision support tool for aiding the solution of these problems. Scholars have been working on a variety of techniques to handle complicated and difficult decision-making problems. These methods, which have wide applications in many fields and are very popular, allow for the inclusion of multiple and complex criteria in the problem, while they can offer rational solutions. ELECTRE is an MCDM approach that compares alternatives in a pairwise manner for each evaluation criterion. This method is based on outranking relationships, i.e., concordance and discordance sets for each criterion, and each alternative is scored over these sets. In this method, the user can define the limits of concordance and discordance degrees according to the problem. Following Zadeh's introduction of fuzzy logic, It's been commonly employed in decision-making problems to model the fuzziness in numerical or linguistic data and human evaluations. Recently, many new extensions of fuzzy sets have been introduced to the literature, such as Pythagorean fuzzy sets, neutrosophic fuzzy sets, and spherical fuzzy sets. Spherical fuzzy sets have a three-dimensional spherical character and have been developed for the purpose of modeling the linguistic expressions of experts in a more comprehensive way. Essentially, spherical fuzzy sets are based on the theories of neutrosophic and Pythagorean fuzzy sets, i.e., intuitionistic fuzzy sets of type two. The concept of spherical fuzzy sets may also be thought of as an extension of picture fuzzy sets, since the geometry of spherical fuzzy sets is derived by taking the squares of each parameter of picture fuzzy sets. In this way, spherical fuzzy sets allow users to define membership, non-membership, and hesitancy degrees independently and in a wide area. On the other hand, interval-valued spherical fuzzy sets provide users an interval type of domain rather than a single point, allowing flexible modeling of membership, non-membership, and hesitancy degrees, and this significantly increases the fuzziness carrying capacity of the model. Within the scope of the thesis, the ELECTRE method is strengthened with single and interval-valued versions of spherical fuzzy sets, and uncertainty modeling capacity is integrated into the models. The models developed in this context are presented as decision support models for the internal audit field and are applied to an internal audit planning problem. In this context, the units to be audited are prioritized by the internal auditors over the components of the COSO international internal control framework. The three models developed within the scope of the framework are summarized below. The first method combines the classical ELECTRE method with single-valued spherical fuzzy sets. In this method, while constructing concordance and discordance sets, single-valued spherical fuzzy numbers are compared based on the comparison of membership, non-membership, and hesitancy parameters of single-valued spherical fuzzy numbers. In this approach, three types of outranking relations are constructed. Strong concordance sets consist of greater or equal membership degrees in pairwise comparison, and small non-membership and hesitancy degrees at the same time. On the other hand, moderate concordance sets, are composed of those with a greater or equal membership degree, a small non-membership degree, and a greater or equal hesitancy degree. Finally, weak concordance sets are composed of those whose membership and non-membership degrees are greater or equal at the same time. Discordance sets are obtained with the same idea in a mutually exclusive, collectively exhaustive manner with concordance sets. In this context, strong discordance sets have the elements with a smaller membership degree and those with greater or equal degrees of non-membership and hesitancy degrees. On the other hand, moderate discordance sets are composed of those with lower membership degrees, greater or equal non-membership degrees, and lower hesitancy at the same time. Finally, the weak discordance sets are composed of those whose membership and non-membership degrees are smaller at the same time. The second model of the framework is created by again extending the ELECTRE method with single-valued spherical fuzzy sets. Unlike the first approach, this model is developed based on single types of concordance and discordance sets rather than three separate sets of outranking relationships. The score and accuracy functions described for single-valued spherical fuzzy sets are utilized to determine these sets. This strategy appears to be pretty logical, given that the score and accuracy functions are already used for ranking fuzzy numbers. The second model, obtained in this way, contains fewer computation steps and, as a result, has a simpler structure than the first model. Unlike the previous two models, the third model in the framework benefited from spherical fuzzy sets with interval-valued characteristics. This feature allows the model to quantify the verbal expressions of decision-makers in a wider range. As in the second model, the proposed interval-valued spherical fuzzy ELECTRE is based on a collective total concordance and discordance set. In future studies, other researchers may focus on the following issues: The methods used can be integrated with other fuzzy set extensions; other multi-criteria decision-making procedures can benefit from different sorts of spherical fuzzy sets; different methods can be hybridized to take advantage of each method; machine learning algorithms can be integrated into decision support models to exploit existing data; with the method called sentiment analysis or opinion mining, criterion set selection can be made and thus a more comprehensive decision support model can be created.
-
ÖgeSanal ve artırılmış gerçeklik teknolojisinin yatırım ve işletme maliyetine etkisi. Talaşlı imalat yatırımı üzerine uygulama örneği(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2022) Murad, İbrahim ; Yıldırım, Nihan ; 723185 ; İşletme Bilim DalıEndüstri 4.0 ve imalatta dijital dönüşüm çerçevelerinde listelenen ve Türkiye için dijital dönüşüm yol haritasında yer alan arttırılmış gerçeklik (AG) ve sanal gerçeklik (SG) teknolojilerinin imalat süreçlerine uyarlanması ve bu yolla imalat maliyeti ve sürdürülebilirlik performansının iyileştirilmesi, imalat işletmeleri açısından birinci öncelik haline gelmiştir. Sanal ve artırılmış gerçeklik teknolojisi ile ilgili literatür taramasında incelenen geçmiş çalışmalardan, sanal teknolojilerinin bir çok sektöre ve sürece belirgin etkilerinin olduğu görülmektedir. Özellikle medya, eğlence ve oyun sektöründe bu teknolojiler yüksek oranda kullanılırken; sanal ve artırılmış gerçeklik teknolojisinin, yarattığı gelir ve istihdam açısından ekonomiye katma değeri yüksek, rekabetin yoğun olduğu ve dijital dönüşümde öncelik arz eden üretim işletmelerinde kullanımı ve bu teknolojinin üretim süreçlerinin adaptasyonunun hala sınırlı düzeyde olduğu, bu teknolojilerinin üretim bağlamında penetrasyonunun henüz gerçekleşmediği görülmektedir. Bir çok geçmiş çalışma Endüstri 4.0 teknolojilerinin uygulamasında en önemli zorluklardan birisinin "Maliyet/Fayda oranın ve yatırım getirisi yetersiz olması veya ölçülememesi" olduğu ortaya konulmuştur. Bu nedenle AG/SG teknolojilerinin imalatta kullanılmasına dair analizler ve örnek uygulamalar, ve özellikle bu teknolojinin fayda/maliyet değerlendirmelerini içeren yatırım analizi yaklaşım ve çözümlerine dair çalışmalar önem kazanmaktadır. Ancak literatürde ve özellikle Türkiye bağlamında yapılan bilimsel araştırma ve yayınlarda, bu konuya teorik çerçeveler kapsamında yürütülmüş örnek uygulamalarla katkı sağlayan çalışmalar sınırlı sayıdadır. Bu bağlamda, bu tez çalışması literatürdeki bu ihtiyaca yönelik bir analiz ve uygulama örneği sunarak, teorik ve uygulamalı alanda katkı sunmayı hedeflemektedir. Çalışmanın kapsamında, özellikle talaşlı imalat sektöründe robotik kurulum projesine dair bir yatırım analizi örnek uygulaması ile, teorik çerçeveden elde edilen tümevarım yaklaşımı ve tasarım araştırma metodolojisi ( Design Research Methodology "DRM") yöntemleri kullanarak, sanal ve artırılmış gerçeklik teknolojisinin yatırım ve işletme maliyetine etkisinin araştırılarak ortaya konulması amaçlanmıştır. Araştırma, sistematik araştırma metodolojisi ile literatür taraması yapılmıştır. Literatür taraması sonucu kalitatif analiz ile üç adet araştırma sorusu belirlenmiş ve bu soruların cevaplarına ulaşmak için vaka çalışması yapılmıştır. Vaka analizine dayanan araştırmamızda önceki projeler referans alınarak, talaşlı imalatta robotlu üretime geçiş projesi üzerine sanal teknolojilerin bu projeye uygulanabilirliği veya projenin tasarımı, modellenmesi, simülasyonu, yerleşim ve maliyet planlaması gibi konular ele alınmıştır. Yapılan simülasyon ve maliyet planlaması sonucu olan dijital ikiz, gerçek saha kurulumunda gerçeğe yakın uygulanmıştır. Yapılan AG/SG teknolojilerinin bir üretim işletmesinin talaşlı imalat sürecine adaptasyonuna dair vaka analizi çalışmasına ek olarak robotlu üretime geçiş yatırım sürecinde sanal teknolojilerin işletmeler üzerinde yatırım ve işletme maliyetlerine olan etkileri araştırılmıştır. Örnek robotlu yatırım vaka çalışması üzerinden bu teknolojilerin kullanımının, yeni yatırım ve işletme maliyetini düşürecek yönde etki ettiği doğrulanmıştır. Bu şekilde yukarıda sözü edilen fayda maliyet analizi ve yatırım getirisi yetersizliğine ilişkin dijitalleşme engelinin aşılmasına yönelik bir sonuç elde edilmiştir.
-
ÖgeCryptocurrency investment portfolio evaluation(Graduate School, 2022) Niyazpour, Nima ; Tokmakçıoğlu, Kaya ; 757148 ; Management Engineering ProgrammeThe emergence of Cryptocurrencies in recent years has attracted the attention of some investors and researchers. Since the number of literature is growing on this subject, new concerns are emerging around this topic. Cryptocurrencies are considered financial products. Therefore, the financial industry includes most of the issues. Investors worldwide are looking for new opportunities and investment areas to make more diversification in their portfolios. Cryptocurrencies seem to have the potential to add advantages to the investment portfolios, such as diversification, acting like safe heaven, and tools for increasing the portfolio's return. Hence this study's hypothesis rises around the impact of Cryptocurrencies on the performance of investment portfolios. This study investigates the performance of four portfolios, three of which include Cryptocurrency indexes among traditional assets, and one consists of only traditional assets. Cryptocurrency indexes used in this study have different characteristics where the first one is unique to this study and constructed on the dynamic Laspeyres model, the second one is an index of the top ten Cryptocurrencies by market capitalization, and the third one is the index of the top ten Cryptocurrencies by market capitalization excluding Bitcoin as the largest Cryptocurrency. Traditional assets included in portfolios cover a vast class of financial asset types such as equity market, commodities, precious metals, real estate, and fixed income. Furthermore, different asset allocation strategies are applied to all four portfolios of this study to compare their performance under different conditions. The data period for this study varies for different assets. Still, to include them in the portfolios, daily data from January 2017 through June 2022 is acquired where all of the assets are dynamic. To follow the literature on this topic, all portfolios are rebalanced on a weekly basis for the data period, and optimal weights for each week of the portfolios are unique. Then moving window with the size of one year is applied to the data from the beginning week until it satisfied the date period. Portfolios are optimized under various asset allocation strategies such as equal-weighted portfolio, maximum Sharpe portfolio, minimum variance, maximum return, risk parity, maximum diversification, and portfolio optimization using higher moments using the SciPy library of python. Results of the optimizations are being evaluated with five performance measurement metrics, including Sharpe ratio, adjusted Sharpe ratio, Certainty Equivalent, Sortino ratio, and Omega ratio. Eventually, for the test on the robustness of the findings, ANOVA analyses are applied to test the consistency of the results. Based on the findings, Cryptocurrencies increase the return and risk of the portfolio. Still, portfolios including Cryptocurrency indexes in their structure give out better performance measurement results suggesting that Cryptocurrencies improve the performance of the investment portfolios for the data period of this study.
-
ÖgeA mobile application design of cancer follow-up care for breast cancer survivors(Graduate School, 2022) Anbardan, Hossein Pourghaemi ; Akdağ Camgöz, Hatice ; 735582 ; Management ProgrammeIn this thesis a mobile application is designed, to help breast cancer survivors with cancer follow-up care. One of important challenges of the breast cancer survivors is to track follow-up appointments; such appointments aim to provide medical and psychological support after the breast cancer treatment. There are few advance digital solutions to document and track follow-up care of breast cancer survivors, but it is worth noting that, such systems are designed for professionals and care providers. To the best of our knowledge, there is no digital solution that can be used by patients at this time. Facilitating the follow-up care and motivating the breast cancer patients to continue their treatment is the main aim of this work. The mobile application designed in this thesis generates a default follow-up care plan based on the latest literature, allows users to set Manuel follow-up appointments, allows to document and share complaints, and helps to track her lifestyle habits and interventions. Presenting push notifications about upcoming appointment helps user to continue the follow-up and make progress as planned. On the other hand, information gathered from users in long term will be reliable data to forecast best possible follow-up care plan of new breast cancer survivors in the future. As this application is designed for non-professionals who usually have very limited knowledge of medical terms, it is tried to use simple questions instead of medical terms. Furthermore, by employing simple design elements like, checkbox and drop-down menus, a simple and easy to use application is provided. In order to evaluate the usability of the application and elicit suggestions and improvement ideas, two semi-structured and independent interviews with medical oncologists were conducted. Interview conducted in two parts: first, a brief explanation about the application, its users and possible benefits for the breast cancer survivors was provided, then interviewees were asked to focus on the information gathered from users and provide their improvement ideas. Each interview lasted approximately 30 minutes.
-
ÖgeMaintaining workforce sustainability during remote working: managing e-work-life balance against work related stressors(Graduate School, 2022) Ulukan, Zeynep ; Akdoğan Küskü, Fatma ; 403191022 ; Business Administration ProgramThe study's main goal is to shed light on the interrelationships between work stressors and work-life balance perceptions for remote working employees. Further, the study aims at displaying how these variables make an impact on the workforce sustainability in terms of employee burnout and productivity. This insight is particularly important because, despite the work stressors associated with remote working, maintaining a work-life balance for remote working employees benefits not only the individuals but also the organizations in terms of workforce sustainability. In an environment where both organizations and employees face radical changes in their work styles, it is important to understand and support such sustainability, in order to contribute to the overall social sustainability. This study was formed as an empirical investigation into the interrelationships between work stressors, work-life balance, and workforce sustainability as experienced by white collar employees working remotely in Turkey. The data was collected by convenience sampling and with survey method from 448 employees working in organizations of different sizes, industries, and remote working conditions, thus enriching the representativeness of the sample. The findings of the survey showed that work-related stressors were positively related to disruption of workforce sustainability for remote working employees. These stressors had a positive relationship with the disruption of work-life balance. Such disruption was also negatively related to workforce sustainability. Last but not least, caretaking responsibility is found as an employee characteristic that makes a difference in these relationships, whereas age and gender were found to be unrelated. These findings shed light onto what could be a new focus area for the literature and practical implications. However, before mentioning them, limitations of this research should be addressed. First, the sample was mainly formed by younger professionals with no caretaking responsibilities. Thus, the representation of various life conditions of elder professionals was limited. Second, although hybrid remote work was included in the survey, the variation of a hybrid style, for example, once a week or one week per month, was not included. Therefore, insight into the preference for remote working style was not included. Last but not least, since the data was collected during Covid-19 pandemic, most companies and individuals were experiencing remote working for the first time. Therefore, there might be a first encounter effect in their perception of e-work-life balance. For further studies, a comparison can be made to understand how individuals' approach to e-work-life balance shifted over time, and there can be an intensified focus on caretaking responsibilities. For companies, an understanding of causes and outcomes of burnout disrupted work-life balance and productivity in the context of remote working, has the potential to offer organizations ways to adapt their workplace culture and HRM strategies to support the needs of employees who might need organizational support during remote working. On the other hand, for society itself, understanding the needs of individuals who struggle with work-life balance and burnout syndrome helps identify ways to create social and economic strategies to support their needs, prevent further cases of burnout, and to create social sustainability. In terms of originality, there are three main inputs that can be addressed. First, this research contributes to the extant literature an understanding of the relationship between the work stressors related to remote working and workforce sustainability. Second, it includes various forms of remote working from different sectors, genders, and age groups. Research is needed by companies and societies with remote working conditions. For this study, survey data were collected from people who work in Turkey that work remotely
-
ÖgeBeyond digitalisation: Designing a roadmap for Block-chain embedded performance management systems(Graduate School, 2022-01) Ayrancı, Furkan ; Bolat, Hür Bersam ; 403181010 ; ManagementWe would be sure of that Internet started building its own reputation many years ago, especially enabling of computers for talking to each other via synchronized protocols. In the meantime, civilizations regarded the security of interactions within the structure. The science or tool of technology was needed in fortification by providing encryption and decryption mechanism so it's not detectable by others. Cryptography was used to make transactions clear and safer by third party institutions. This defective system is wide open to abuse by means of unavoidable frauds. Satoshi Nakamoto who was known as the first-person introducing timestamping based on cryptographic roadmap for two intended aspects while exchanging stuff such as money, information and data (Nakamoto, 2008). In essence, humankind had a very critical impulse which led them invent an alternative way for interaction without centralized intermediaries such as M-Pesa initiative that found in Kenya enabling people trade mobile minutes between each other. They were unbanked, but they had cellular phones. They traded their minutes as a form of currency. This thought comprises the core of Blockchain Technology (BT). Time-stamped and appended data blocks, roots of this opinion have been running since the mid '90s. An auditable database, secured by cryptography, must in hold hash functions for tamper resistance and integrity. Digital signatures which have the public-key to private-key accord, are applied for consent. Another contrivance plays a crucial role called consensus protocol for selecting which data can be admitted to chain by addressing cost of trust. Well-known conflicting information sample of Byzantine Generals Problem, Nakamoto solved in order to prevent misleading information (Lamport et al., 1982). Blockchain Technology compounds both economics of verification and the economics of networking while adding certain costs on the contrary of conventional mediators then it lowers some other costs such as conflict resolution process. Data is registered officially via smart contracts which represents computer codes and algorithms. All of these properties ensure the system have uniqueness and it affects the perception of worthiness. Non-fungible Token (NFT) term was created with the indorsement of virtual money such as Bitcoin and Ethereum. Apart from financial operations, Blockchain has also opportunities to come under performance management world to do some things better in a way of strengthening accountability mechanism, constituting fairness in management methodologies, ameliorating labor performance evaluation criteria etc. In this study, an alternative guideline of BT embedded performance management systems implementation and potential added-value factors that are strengthened by smart contract protocols are debated throughout BT advantages.
-
ÖgeProfessional service conglomerates and jurisdictional competition: Influences of digital technologies and regulations(Graduate School, 2022-05-02) Köktener, Berker ; Tunçalp, Deniz ; 403142013 ; ManagementThis study focuses primarily on phenomena in the broader perspective of the accounting firms' evolution and the role of digitalization and regulations. Accounting firms may grow their size and variety of services over time and evolve from a Professional Service Firm (PSF) into a Professional Service Conglomerate (PSC). Despite their fundamental differences, various professional groups remain in a single organization during this change. How does a PSF transform into a PSC, and what keeps distinct professional groups together? While there is a vast literature on PSFs, the research on PSCs is limited and fragmented. Also the studies are limited in explaining how digitalization plays a role in the transformation of professions and PSCs. The study has identified three research streams emphasizing different themes: the role of the broader institutional environment, the results of the changing market conditions, and the purposeful strategic actions in becoming a PSC. The research has empirically analyzed a major accounting firm's historical transformation to a PSC over 40 years in an emerging country. The results have noted the critical roles of a particular country's business system and institutional changes in the PSC's organizational context. These factors, such as digitalization and regulatory changes, directly affect the demand for various professional services and their supply, leading to changes in the firm's partnership structure and disciplinary characteristics. In this regard, the contributions to the literature are threefold. First, the study provides a model describing how PSFs transform into PSCs, based on a comprehensive account of how the institutional environment has impacted the focal PSC. Secondly, the study outlines what keeps distinct professional groups inside the organizational boundaries instead of establishing independent professional firms, bringing additional insights to the literature on organizational boundaries. Thirdly, the study develops and analyzes a case study of a leading PSF's transformation into a PSC over 40 years in an emerging country. Lastly, the study calls for further research on the growth and internal organizing factors of PSFs, especially in understudied environments. In the following section, the study zooms into inter-professional dynamics between established and new professions under digitalization and regulatory changes. Internal tensions arise from disparities amongst the professions that comprise multidisciplinary professional service firms. Prior work has advanced our understanding of how the institutional context intersects professional boundaries and creates jurisdictional conflicts in multi-occupational settings. However, we know little about how regulatory changes impact inter-professional and intra-organizational dynamics between established and new professions at professional service firms. Besides, multi-professional service firms must deal with external pressures, such as increasing digitalization. Advances in digital technologies affect the content and control of work among professions, reshaping established jurisdictions. The importance of digital technologies is growing for professionals and their organizations. However, there is limited understanding of how this trend affects professions' content and jurisdictional arrangements. The study explored changes in audit work due to digitalization and how auditors responded to jurisdictional conflicts through boundary work. It analyzed data collected from semi-structured interviews, participant observations, and archival data in a Big Four firm. The findings indicate that new regulations have radical impacts on established jurisdictions. The findings also show that digitalization impacts auditors' critical activities and jurisdictions in the diagnosis and treatment phases, increasing the effectiveness and value of audit work. Accounting auditors can respond to jurisdictional conflicts through different boundary work types for each professional practice act. The study advances our understanding of digitalization's implications on professions. It argues that professions can reduce contestation and increase collaboration through boundary work in the diagnosis and treatment phases. In contrast, professionals' ability to abstract helps them maintain favorable conditions in the inference phase. Later, the study zooms out and connects the findings with the ongoing debate about how advances in intelligent technologies affect professions and their work. The central argument is about whether such changes will make humans more productive and professions accessible to society or make them obsolete. Current views have two opposing camps. Technology replaces most jobs resulting in long-term technological unemployment, or some jobs resulting in short-term technological unemployment. It will bring prosperity by reskilling labor and creating new jobs in the long term. The study structures the fragmented contributions of prior work by analyzing the implications of technological change through the theoretical lenses of the literature on professions. By bridging the technology and professions literature, the study organizes the critical dimensions to link the previously unconnected concepts and structure current contributions in a novel way. In this manner, the study introduces a theoretical approach that allows studying the implications of technology on professions. Besides, the study argues that technological change will replace professions, create new professions, improve productivity, or make them obsolete. However, it depends on how it affects specific acts of professional practices. Lastly, the study offers directions for future research based on the propositions developed.
-
ÖgeSipâriş toplama yöntem seçimi: Bir seramik deposunda uygulama(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2022-05-27) Akgül, Ecem ; Baskak, Murat ; 403171006 ; İşletmeGünümüzde, firmaların ürünlerini üretebilmeleri ve müşterilerine ulaştırabilmelerinde tedârik zinciri çok önemli bir rol oynamaktadır. Özellikle son yıllarda küresel çapta yaşanan pandemi, doğal afet gibi olaylar tedârik zinciri önceliklerini değiştirse de, müşteri taleplerine hızlı yanıt verebilmek ve lojistik mâliyetlerde rekabetçi kalabilmek daha da kritik olmuştur. Tedârik zinciri akışı, firmaların tedârikçilerinden satın aldıkları malzemeler ile başlayıp müşterilerine bitmiş ürünü teslim etmelerine kadar sürmektedir. Bu akış içerisinde, depolar birçok noktada önemli rol almaktadır. Tedârik zinciri üzerinde hem üretici ile tedârikçiyi, hem de üretici ile müşteriyi birbirine bağlarlar. Depolar, yalnızca tedârikçilerden gelen malzemelerin ya da üretilen ürünlerin gerektiğinde kullanılmak üzere korunmasını sağlamaz, aynı zamanda müşterilere ürünlerin ulaşması için gerekli olan tüm süreçleri de yürütmektedir. Ek olarak, depoların müşteri hoşnutluğu ve lojistik mâliyetleri üzerinde doğrudan etkisi vardır. Müşterilerin talep ettikleri ürünleri istenen zamanda ve istenen kalitede ulaştırabilmek için depo içerisinde sipâriş toplama, paketleme ve sevkiyat gibi temel süreçler yürütülmektedir. Sipâriş toplama işlemi, doğrudan müşteri sevkiyatlarına yönelik ve işgücünün yoğun olarak kullanıldığı bir işlemdir. Bu da, sipâriş toplama işleminin önemini artırmaktadır. Depoda gerçekleştirilen böylesine önemli bir süreç olduğu için sipâriş toplama problemleri üzerinde, hem literatürde, hem de tedârik zinciri profesyonelleri tarafından sıklıkla çalışılmaktadır. Depolarda gerçekleştirilecek olan etkin bir sipâriş toplama işlemi, hem müşterilere zamanında ürün ulaştırmaya, hem de işgücünün daha verimli kullanılmasına hizmet edecektir. Bu çalışmada ilk olarak depo fonksiyonları açıklanmıştır. Sonrasında çalışmanın ana odağı olan sipâriş toplama sistemleri ayrıntılı olarak incelenmiştir. Sipâriş toplama için önce bir literatür araştırması, ardından şirket uygulaması yapılmıştır. Depolarda iş akışı sırasına göre mal kabul, yerleştirme, transfer, sipâriş toplama, katma değerli işlemler, paketleme ve sevkiyat süreçleri gerçekleştirilmektedir. Depoya gelen ürünlerin akış olarak öncelikle kalite ve miktar gibi kontrolleri yapılmaktadır. Sonrasında mal kabulleri tamamlanmaktadır. Depoya mal kabulü tamamlanmış ürünler, belirlenen adresleme stratejilerine göre ilgili adreslere yerleştirilmekte ve depolanmaktadırlar. Bu süreçte depo yönetim sistemi yazılımı (WMS: Warehouse Management System) ve el terminali gibi araçlar kullanılmaktadır. Adreslere yerleştirilen ürünler, yüksek raflarda paletli ya da büyük miktarlarda olabilmektedir. Daha az adetlerde sevkiyat yapılmasını kolaylaştırmak amacı ile alçak raflara daha az adetlerde ürün yerleştirilmesi transfer işlemini ifâde etmektedir. Sipâriş toplama ise depo adreslerindeki ürünlerin müşteri sipârişi ya da üretim sipârişine yönelik olarak belirli stratejilere göre toplanmasını ifâde etmektedir. Bu süreçte koridorlar arası gezinme, toplanacak ürünleri arama, ürünleri adresten alma ve sipârişlere göre hazırlama işlemleri bulunmaktadır. Gezinme ve ürün arama işlemleri, sipâriş toplama süreci içerisinde en fazla zaman harcanan alt iş adımlarıdır. Sipârişler toplandıktan sonra gerekiyorsa kalite kontrol, etiketleme ve onarım gibi katma değerli işlemler gerçekleştirilebilmektedir. Toplanan ürünlerin, müşteri sipârişlerine uygun olarak kutu ya da paletlere konulması ise paketleme sürecini ifâde etmektedir. Sevkiyat süreci ise müşteri sipârişlerine göre hazırlanan ürünlerin müşterilere gönderilmek üzere, belirlenen araçlara yüklenmesidir. Sipâriş toplama sistemleri, literatürde beş çeşit olarak sınıflandırılmıştır. Bunlar, toplayıcıdan parçalara, parçalardan toplayıcıya, kutuya toplama, topla ve ayrıştır, otomatik ve robotlu toplamadır. Toplayıcının parçalara gittiği sistemde, sipâriş toplayıcı raflar arasında ürünleri toplamak için gezinmektedir. Depolarda kullanılan en yaygın sipâriş toplama yöntemidir. Bu sistem alçak düzey ve yüksek düzey olarak ikiye ayrılmaktadır. Alçak düzey sipâriş toplama işleminde, sipâriş toplayıcı, ürünleri alt katlardaki raflardan gezinerek toplamaktadır ancak yüksek düzey sipâriş toplama işleminde, yüksek raflara ulaşmak için bir araç kullanımı gerekmektedir. Parçaların toplayıcıya gittiği sistemde, toplama işlemini otomatik bir aygıt yapmaktadır. Bu sâyede işgücü ve toplama süresinden kazanç sağlanmaktadır. Aynı zamanda insan hatalarının elimine edilmesine olanak sağlamıştır. Kutuya toplama sistemi ise topla ve geç olarak bilinmektedir. Bu sistemde sipâriş toplama alanı bölgelere ayrılmıştır ve bölgeler birbirine konveyör ile bağlanmıştır. Sipârişler, bölge bölge ilerleyecek şekilde konveyör üzerindeki kutulara toplanmaktadır. Topla ve ayrıştır sisteminde ise sipâriş toplayıcılar topladıkları bir grup sipârişi konveyör üzerine koymaktadırlar. Konveyör üzerinde ürünler müşterilere göre ayrıştırılmaktadır. Otomatik ve robotlu toplama sisteminde ise sipâriş toplama görevini tümüyle robotlar üstlenmektedir. Genellikle küçük ve değerli ürünlerin toplanması amacıyla kurulmaktadır. Toplama hızları çok yüksek olmasına rağmen yatırım mâliyetleri sipâriş toplama sistemleri arasında çok yüksektir. Sipâriş toplama işlemi depo içerisinde en yoğun işgücü kullanımı gerektiren işlem olduğu için bu işlemin performansı, depo mâliyetlerini ve etkin işgücü kullanımını doğrudan etkilemektedir. Sipâriş toplama performansı üzerinde etkisi olan etmenler; deponun yerleşim düzeni, ürünlerin depo içerisindeki yerleşimi, bölgeleme politikası, kümeleme politikası, sipâriş rotalama yöntemidir. Bu çalışmada, sipâriş toplama yöntemlerinden olan bölgeleme ve kümeleme politikalarının kullanılması ile toplama performansı ölçülmüştür. Çalışmanın uygulama bölümünde, seramik sektöründe faaliyet gösteren bir firmanın bitmiş ürün deposunda gerçekleştirilen varolan sipâriş toplama süreci ayrıntılı olarak ele alınmıştır ve belirtilen depo için en uygun sipâriş toplama yönteminin seçilmesi amaçlanmıştır. Depodaki sipâriş toplama işleminde toplayıcı parçalara gitmektedir ve yüksek düzeyde toplama yapılmaktadır. Depoda sipâriş toplama süreci, günlük olarak sipârişlerin sistem üzerinden sipâriş toplayıcıların el terminallerine atanması ile başlamaktadır. Vardiya başında el terminali ile toplanacak sipârişlerin içeriğini kontrol eden sipâriş toplayıcı, başlangıç koridorundan başlayarak toplanacak ürün kodlarına göre ilerlemektedir. Sipâriş toplayıcı, bir grup sipârişi aynı anda toplayarak koridorlar boyunca S-şekilli rotalama yaparak turunu tamamlamaktadır. Sipârişlerin tümü toplandıktan sonra, müşterilere göre ayrıştırılmakta ve sevkiyat alanına taşınmaktadır. Günlük bazda toplanacak sipârişlerin adetsel dağılımı, ay içinde dengesiz olabilmektedir. Bu nedenle bâzı günlerde sipâriş toplayıcının daha fazla adette ürün toplaması gerekmektedir. Problemin çözümü için alternatif yöntemler belirlenmiştir. Firmanın deposunda varolan durumda kullanılmakta olan grup bazlı sipâriş toplama yöntemi ile bu yönteme iki alternatif olarak seçilen, eşzamanlı alan bazlı sipâriş toplama yöntemi ve toplayıcı sayısının değiştirildiği grup bazlı sipâriş toplama yöntemi karşılaştırılmıştır. Depodaki varolan durumda, sipâriş toplayıcı başlangıç noktasından başlayarak ürün kodlarına göre gruplanmış bir sipâriş toplama işlemini yapmaktadır. Sipârişler toplandıktan sonra müşterilere göre ayrıştırılmaktadır. Alternatif yöntemlerden ilki olan alan bazlı sipâriş toplama yönteminde ise, depoda bulunan dört koridorun her biri için farklı birer toplayıcı atandığı varsayılarak kıyaslama yapılmıştır. İkinci alternatifte ise sipâriş toplama yöntemi varolan duruma göre aynı kalmış olup, sadece toplayıcı sayısı bir kişiden iki kişiye çıkartılmıştır. Çalışmanın yapıldığı depoya en uygun sipâriş toplama yönteminin belirlenebilmesi için, el ile benzetim yöntemi kullanılmıştır. El ile benzetim yöntemi, sözedilen tüm yöntemler için bir vardiyalık süre çalışılmıştır. Sonuçların kıyaslanmasında, birim zamanda toplanan palet sayısı gösterge olarak belirlenmiştir ancak işçilik ve ekipman mâliyetleri de kullanılacak yöntemin seçilmesinde önemli rol oynamaktadır.
-
ÖgeHavayolu kargo taşımacılığı modellemesi ve havayolu kargo ağının planlanması: Türkiye uygulaması(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2022-06-22) Aydın, Umut ; Ülengin, Kemal Burç ; 403182011 ; İşletme2019 yılında, COVID-19 pandemisinin küresel etkisinin gözlemlenmeye başlamasından hemen önce, hava kargo sektörü tüm zamanların en yüksek Kargo Ton-Kilometre değerine ulaşmıştı; ancak son dönemde küresel tedarik zincirini etkileyen aksaklıklar, hava kargo sektörünün en büyük itici gücü olan üretim ve ticaret operasyonlarını dalgalanmalara sebep olmaktadır. Ayrıca New York JFK, Los Angeles Uluslararası Havalimanı ve Amsterdam Schiphol Havalimanı gibi dünyaca ünlü havalimanlarında, yetersiz kapasite ve çalışanlarının karantina süresi gibi faktörler nedeniyle daha uzun ulaşım süreleri yaşadı. Hava kargo taşımacılığında pandemi dolayısıyla yaşanan problemler, diğer taşıma modlarında yaşanan problemler sebebiyle ve firmaların hammadde taleplerinin ertelenemez hale gelmesi sonucunda sektör, pandemi krizi öncesi döneminde eriştiği rekor taşınan kargo miktarına 2021 yılı itibariyle yeniden erişmiştir. Dahası, Boeing, pazarın 2039 yılına kadar yıllık %4 büyüyeceğini ve hava kargo pazarının Gelir Ton-Kilometresinin 2039 yılına kadar en az iki katına çıkacağını tahmin ediyor. Türk hava kargo pazarı, dünya çapında taşınan kargo miktarına katkı sağlayan en önemli pazarlar arasında yer almaktadır. Türkiye'nin bayrak taşıyıcı havayolu Türk Hava Yolları, küresel kargo trafiğinde 2020 yılında 6,9 milyon Ton-Kilometre kargo trafiği ile sekizinci sırada yer aldı. Son yıllarda Türk hükümeti ve Türkiye'deki hava kargo paydaşları, Türk hava kargo sektörünün küresel pazardaki payını arttırmak adına sektördeki yatırımlarını hızlandırdı. Örneğin 2018 yılında faaliyete geçen İstanbul Havalimanı, tüm yapım aşamaları tamamlandığında yıllık 5,5 milyon ton kargo elleçleme kapasitesine sahip olmayı planlamaktadır ve tam kapasiteye ulaşıldığında havalimanının küresel hava kargo trafiği için önemli bir merkez haline gelmesi beklenmektedir. Türkiye pazarında havayollarının taşıdığı kargo miktarı son 10 yılda yıllık ortalama %9,9 oranında artmıştır ve bu istatistik paydaşların yatırımlarının karşılığını bulduğunu göstermektedir. Dış hat taşınan kargo istatistikleri incelendiğinde, uluslararası hava kargo trafiği, toplu hava kargo trafik verilerine benzer bir performans göstermektedir; öte yandan, yurt içi hava kargo pazarına yönelik yatırımların hızlanmasında uluslararası hava kargo trafik istatistiklerinin etkisi olmasına rağmen, iç hat hava kargo trafiği son on yıldır yatay seyretmektedir. Türkiye iç hat hava kargo pazarında son yirmi yıldır Türk Hava Yolları ve Pegasus Hava Yolları tarafından yolcu uçaklarıyla kargo kapasitesi arzı kesintisiz olarak karşılanmakta ve 2021 yılı itibarıyla İzmir merkezli Air Anka Havayolları da aralarına katılmıştır. Ayrıca Türk Hava Yolları iştiraki olan Turkish Cargo, 2021 yılından itibaren sadece kargo operasyonları yapan bir şirket olarak pazarda faaliyetlerine devam edecek. Bu gelişmeler sonucunda Devlet Hava Meydanları İşletmesi Genel Müdürlüğü (DHMİ), Türkiye iç hatlarda taşınacak yıllık toplam kargo miktarını 2021 için 59,7 bin ton, 2022 için 74,2 bin ton ve 2023 için 84,6 bin ton olarak tahmin etmektedir. Türkiye hava kargo pazarının potansiyel büyümesi ve geleceğe yönelik olumlu beklentiler, paydaşların yatırımlarını artırmış olsa da bilindiği kadarıyla, akademik anlamda araştırmacılar arasında hava kargo miktarını etkileyen faktörleri belirlemeye çalışan bir çalışma bulunmamaktadır. Bu çalışma, öncelikle Türkiye'nin iç hatlarda havalimanı çiftleri arasında taşınan kargo miktarını etkileyen faktörleri ve ayrıca Türkiye'de bulunan havalimanları ile ülkeler arasında taşınan kargo miktarını analiz ederek bu boşluğu doldurmayı amaçlamaktadır. Ayrıca, sonraki bölümler, son yirmi yılda, çekim modelinin havacılık alanındaki yolcu sayısını ve kargo miktarını tahmin etmek için sıklıkla kullanılan yöntemlerden biri olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte, araştırmacılar, OLS veya PPML gibi sıfır gözlemleri hariç tutan veya içeren farklı veri setlerinin kullanıldığı farklı çalışmalar yapmışlardır. Bu çalışmanın ikinci katkısı, literatürdeki bu farklı yaklaşımları karşılaştırmalı olarak Türk hava kargo verilerine uygulamaktır. Sonuç olarak bu çalışma, modelde kullanılan diğer değişkenlere kıyasla hangi değişkenlerin destinasyon çiftleri arasındaki hava kargo trafiği üzerinde daha fazla etkiye sahip olduğunu rapor etmekle kalmayıp, aynı zamanda veri setine göre hangi tahmincinin çekim modeli tahmininde daha iyi performansa sahip olduğunu ortaya koymayı amaçlamaktadır. Bu tez çalışması, Türk hava kargo pazarı için uygulamalı bir analiz yapmak için dört aşamalı bir strateji kullanmıştır. İlk aşamada temel çekim modeli değişkenleri olan nüfus, kişi başı GSYİH ve mesafe değişkenleri açıklayıcı değişken olarak kullanılmış ve Türkiye'de havalimanı çiftleri arasında taşınan iç hat kargo hacmi de denkleme bağımlı değişken olarak dahil edilmiştir. Böylece, Türkiye'de havalimanı çiftleri arasında taşınan kargo miktarını etkileyen faktörler ve bu faktörlerin etki büyüklükleri, temel çekim modeli kullanılarak değerlendirilmeye çalışılmıştır. Ayrıca literatürdeki çalışmaların çoğunda kargoyu gönderen ve kabul eden şehirlerin makroekonomik özelliklerini gösteren değişkenlerin katsayıları matematiksel dönüşümler ve denklemler şeklinde birleştirilirken, katsayıların eşitliği sınanmadan kullanılmıştır. Bu çalışmada literatürdeki çalışmalardan farklı olarak katsayıların eşitliği her aşamada sınanmıştır. İç hat denklem tahminlerinde, her yıl için yatay kesit verisiyle denklem tahminleri hem OLS hem de PPML tahmincileri kullanılarak 2012 ile 2019 yılları için ayrı ayrı uygulanmıştır. Buradaki amaç, iki tahminci ile elde edilen katsayıların zaman içindeki değişimlerini izlemektir ve hangi tahmincinin daha tutarlı parametre tahminleri sağladığını belirlemektir. Zaman içindeki değişimler açısından, bulgular, PPML tahmincisi ile oluşturulan parametre tahminlerinin, OLS tahmincisi ile elde edilen katsayı tahminlerinden daha tutarlı olduğunu göstermektedir. OLS tahmincisi kullanılarak tahmin edilen katsayılar, değişkenlerin yıllara göre dağılımında o kadar oynaklık göstermektedir ki, bazı değişkenlerin katsayıları bazı yıllarda istatistiksel olarak anlamlı bulunurken, diğer yıllarda bu istatistiksel anlamlılığa ulaşılamamaktadır. Ayrıca denklem tahminleri sonrasında havalimanlarının bulunduğu illerin makroekonomik özellikleri için kullanılan nüfus ve kişi başına düşen GSYİH değişkenlerinin katsayıları arasında anlamlı bir farklılık olmadığı rapor edilmiştir. Başka bir deyişle, kargo gönderen ve kabul eden şehirlerin özelliklerinin, iki şehir arasında taşınan hava kargo hacmine etkisinin olmadığı ortaya çıkmıştır. İç hat hava kargo trafik modelinin oluşturulmasının ikinci aşamasında birim ve/veya zaman etkilerinin modele dahil edilmesini sağlayan panel veri seti kullanılmıştır. Elde edilen model göstermektedir ki, Türkiye'de taşınan hava kargo miktarında zaman etkisi yoktur; yani yıllara göre taşınan yük miktarı 2012 yılında taşınan miktardan istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık göstermemektedir. Bu durum üçüncü bir modelleme aşamasına ihtiyaç olduğunu ortaya koymuştur ve bu nedenle yıllar için dahil edilen gölge değişkenler veri setinden çıkarılmış ve denklem tahminleri havuzlanmış panel verileri kullanılarak tekrarlanmıştır. İç hatlarda meydan çiftleri arasında taşınan kargo miktarı havalimanlarının bulunduğu şehirlerin nüfusu, kişi başına düşen GSYİH değerleri ve havalimanları arası kilometre cinsinden uçuş mesafesi ile açıklanmaktadır. Bu açıklayıcı değişkenler, havaalanı çiftleri arasındaki kargo trafiğinin kabaca %72'sini açıklayabilmektedir. Modeldeki tüm açıklayıcı değişkenlerin bağımlı değişken üzerinde istatistiksel olarak anlamlı bir etkisi vardır, öyle ki şehir nüfusundaki %1'lik bir artış, Türkiye'nin havalimanı çiftleri arasında taşınan yurtiçi kargo miktarını yaklaşık %2,24 artırmaktadır. Şehirlerin kişi başı GSYİH'si %1 büyüdüğünde, taşınan iç hat kargo %2,01 oranında artmaktadır. Türkiye'de iç hatlarda taşınan hava kargo miktarı mesafeye duyarlıdır ve iki havalimanı arasındaki mesafedeki %1'lik artış ve karşılıklı kargo trafiğinde %2,14'lük bir artışa sebep olmaktadır. Türkiye'deki 56 havalimanı ile 127 ülkeden 300 havalimanı arasındaki dış hat hava kargo trafiği, bir sonraki adımda çekim modelinin bağımlı değişkeni olmuştur. Bu aşamada veri seti, Türkiye'deki havalimanı ve ülke olacak biçimde lokasyon çifti şeklinde oluşturulmuştur. Sonuç olarak, veri seti, bağımlı değişken olarak belirli bir yılda Türkiye'deki herhangi bir havalimanı ile ilgili ülkelerdeki tüm havalimanları arasındaki toplam kargo trafiğini içerecek şekilde revize edilmiştir. Dış hat kargo modelleri için yurt içi kargo modeli oluşturma aşamasındaki benzer prosedürler takip edilmiş ve yurt içi kargo modellerinden farklı olarak uluslararası kargo hacminde zaman etkisi olduğu ortaya çıkmıştır. Havuzlanmış panel verileri kullanılarak, uluslararası hava kargo modelleri, 2016 yılında taşınan uluslararası hava kargosunun toplam hacminde 2012 yılına kıyasla istatistiksel olarak anlamlı bir fark olduğunu göstermektedir. PPML tahmincisi sıfır değerli bağımlı değişken gözlemleri içeren veri setleri ile çalışabildiğinden, 40427 gözlemlerini kullanarak 8 yıllık veri seti için parametreleri hesapladı. PPML tahmincisi kullanılarak elde edilen modele göre, nüfus değişkenindeki %1'lik bir artış, lokasyon çiftlerinde taşınan kargo trafiğinde yüzde 0,91'lik bir artışa neden olacaktır. Kişi başına düşen GSYİH değişkenindeki %1'lik bir büyüme, taşınan kargo hacminde yüzde 0,76'lık bir artışa neden olurken, mesafedeki %1'lik bir artış, taşınan kargo miktarında yüzde 0,97'lik bir azalmaya yol açmaktadır. Dış hat çekim modelindeki gölge değişken olan gümrük değişkeni, Türkiye'de tüm gümrük işlemlerinin yapıldığı havalimanlarını temsil etmekte ve A sınıfı gümrüklü havalimanları ortalama yüzde 4,32 daha fazla dış hat kargo elleçlemektedir. Tezin son aşamasında, üç olası senaryo ve elde edilen modeller kullanılarak yurtiçi ve yurtdışı taşınan kargo miktarının sonraki yıllar için tahminleri oluşturulmuştur. En karamsar senaryoda bile, Türkiye'nin toplam hava kargo trafiğinin önümüzdeki yıllarda artması beklenmektedir. Analizlere göre, Türkiye'deki havalimanlarının çoğu, bulundukları şehirlerin makroekonomik koşullarına göre hava kargo trafiği açısından potansiyellerinin altında faaliyet gösterdiği görülmektedir. Sonuç olarak, gelecek yıllarda hava kargo trafiği arttıkça çoğu havalimanının kargo elleçleme kapasitesi arzına ihtiyaç duyması beklenmektedir.
-
ÖgeAssessing the impact of promotions on sales: A quantitative approach for a large-scale retailer's sales performance(Graduate School, 2022-07-05) Zeybek, Ömer ; Ülengin, Kemal Burç ; Kaya, Tolga ; 403162009 ; ManagementAmerican Marketing Association defines marketing as "a system and operational process which includes various interconnected subsystems, harmonising with co-contributor elements to reach maximum efficiency." This thesis seeks to understand and explain the role of the promotional mix, one of the four Ps of the marketing-mix problem. Although sales promotions were acknowledged as a dissolving stock activity by sales management literature until the late 1960s, with increasing competition in the retail sector, it has become a vital instrument to impulse sales both for the long term and short term. However, within three decades, especially after the introduction of the television and online media (proper mediums for transmitting instant offers), the sales promotion activities had become more sophisticated, and their frontiers had outstretched beyond the frontiers of a single chapter to a stand-alone book. In the meantime, technological advances in data storage and computation areas enable scholars to create complex, multi-channel promotion analyses; the literature recognised promotions as an essential element in the marketing system. As a result, the sales promotion domain has become one of the significant divisions of marketing literature. In a modern sense, as a critical element of the marketing mix, the promotion has three main objectives, providing information to consumers and others, increasing demand, differentiating a product or category, stabilising sales, and accentuating a product's value. Therefore, most of the tools used by retailers from the sales promotion toolbox could be taxonomised in the price promotions domain. Price promotions' concrete impulse and response mechanism ease the effort of tracking and understanding effects created by sales trends. However, To accomplish a price promotion task, a company needs a clear understanding of which kind of promotions are working and why? Although current business intelligence applications can reflect the flow of cash and stocks of a company, promotions have complex relationships with various Key Performance Indicators (KPIs) of a business system. This aspect makes distinguishing the next value-added from a promotion a complicated job. This thesis aims to portray a reliable quantitative model to decompose price promotion's effect on sales trends. Most studies in price promotions have only focused on single response mechanisms like category effect, cannibalism, cross-category effects or brand switching. This study aims to contain responses of all courses given above in a single inclusive system of equations. Formulating a complete model system for the pilot category would allow practitioners to replicate results to all product inventory and eases the decision-making process extensively. Regarding the outcome of the studies, managerial relevance can be classified on the timing and nature of the impact created. In modern retailers' daily lives, promotions are critical to sustaining an increase in demand in the long term. On the other hand, retailers expect promotions to act as a balancer on lowering excess stocks in the short term. That promotes current actions and future strategies for sustaining long term increased demand. Therefore, a researcher studying in this field, especially in the business intelligence domain, should be aware that they should provide actionable, essential and meaningful insights for the practitioners. In order to achieve these kinds of outcomes, academic scholars should suggest a decision-making process in which retailers can observe the response of sales trends to their strategic moves, which are mainly classified as exogenous effects. Developing a reliable base for assessing promotions' impact on sales is strongly related to formulating a correctly specified model. Therefore, market response models are beneficial, especially for researchers working on the company's secondary data compiled from the enterprise database. A response model exhibits how one variable depends on other variables. For example, dependent variables could be sales or other KPIs of interest to marketing practitioners. On the other hand, independent variables are assumed to affect the dependent variable. Together these variables constitute a market response model. A response model defined on time series or cross-sectional data as an empirical response model. Accordingly, if a researcher prefers to study the direct and secondary impacts of price promotions on the retail level, market response models extended with exogenous promotion policy variables would be a yielding alternative. On the other hand, it is possible that to solve the true nature of promotions (create academic knowledge) and create insightful managerial relevance (prescriptive analytics), quantitative methods, including econometric response models, are the most efficient way. In this dissertation, I aimed to provide this kind of dual knowledge discovery for academic research and the retail industry. The research is based on three hypotheses which led me to construct two categories /multi-brand promotional effectiveness models. While the first section of the empirical study formulates the variables used in the next part of the study, including volatility modelling to promotion effectiveness has created an alternative approach. The second part of my empirical work was my playground to decompose and analyse net sales effects created by price promotion. The findings concluded that promotional strategy significantly affects the sales quantity of category/brand pairs both in the long and short term. As expected, I concluded that most of the sales bump created through promotions stems from the product's own promotional activity. On the other hand, results provided that promotions applied to competitor brands and categories also cause a significant change in sales trends. This research provides a timely and necessary study of creating pioneering a central promotion effectiveness assessment system for practitioners. By utilising the models produced in this study, the retail executives could organise promotional strategies from a wide-angle.
-
ÖgeRefugee entrepreneurship and the limits of inclusion: A study of Syrian refugee entrepreneurs' embeddedness in Turkey(Graduate School, 2022-08-18) Yetkin, Uğur ; Tunçalp, Deniz ; 403172006 ; ManagementAs a subset of immigrant entrepreneurship, the literature on refugee entrepreneurship argues that entrepreneurship has an emancipatory impact on refugee entrepreneurs. It helps people overcome imposed constraints, act more independently, and potentially transform their lives, making social inclusion easier. Furthermore, their context drastically changes when refugees flee to another country, requiring a dynamic embedding process in the new environment. This study critically examines how refugee entrepreneurs become embedded in their home and host countries and experience inclusion and exclusion in the host country. The researcher conducted a comprehensive study on how refugee entrepreneurs experience their entrepreneurial processes concerning their contextual embeddedness and social inclusion and exclusion dynamics in the host country. The study first laid out the theoretical background by clarifying integration, inclusion, exclusion, and immigrant entrepreneurship theories. Then, it described how embeddedness gained currency in immigrant entrepreneurship research. It outlines how the mixed embeddedness model emerged to understand the inherent complexity of immigrant and refugee entrepreneurship. Empirically, the study qualitatively analyzed Syrian refugee entrepreneurs in Turkey. Turkey has become the largest refugee-receiving country globally, hosting more than 4 million refugees, mainly from Syria. These refugees also become highly active in the Turkish business environment. The author interviewed 39 Syrian refugee entrepreneurs working in 14 sectors across seven Turkish cities and four critical informants. A qualitative analysis of these interviews through MAXQDA software identified three types of refugee entrepreneurship based on refugees' contextual embeddedness and entrepreneurial motivation: survival entrepreneurs, ethnic-targeting entrepreneurs, and integrating entrepreneurs. When refugee entrepreneurs become more embedded in a host country, they experience more differential exclusion and inclusion, depending on the type of their refugee entrepreneurship. Therefore, they constantly negotiate their societal position by developing unique strategies against exclusionary actors and structural barriers. The study analyzed the underlying reasons for the differential exclusion with the critical realist lens. Cultural differences and social status are the primary causal structures for exclusionary activities. Naturalization and forced migration act as generative mechanisms, activating the causal powers of these structures. Thus, entrepreneurship helps refugee entrepreneurs advance their economic integration. However, the deep-seated differential exclusion mechanisms limit the potential emancipatory impact of entrepreneurship for different types of refugee entrepreneurs. In addition to the theoretical implications of exclusion and inclusion, the study also uses the embeddedness perspective for understanding refugee entrepreneurship. It describes refugee entrepreneurs' unique social, institutional, political, and spatial embeddedness. Surprisingly, extant literature neglects political embeddedness and informal (cognitive and normative) aspects of institutional embeddedness. Also, the study argues that entrepreneurs in each category gradually develop embeddedness in multiple contexts (social, political, institutional, and spatial) and locations to varying degrees. Furthermore, it explains how refugee entrepreneurs dynamically get disembedded and re-embedded in the home and host countries to regain, sustain and grow their resources. Considering 86% of the refugees settle in developing countries, this study's empirical setting and results contribute to developing the unique refugee entrepreneurship subdomain. The study also provides practical implications regarding refugee entrepreneurs' integration and inclusion strategies. It stresses that labeling refugee entrepreneurs as "good migrants" and seeing them as "an economic opportunity" cause their problems to be pigeonholed and neglected. Furthermore, the "good refugee" discourse makes empty promises and discriminates against refugee entrepreneurs. When entrepreneurs realize it is not the case, they feel even more excluded from society. As a result, the author believes this dissertation opens new avenues in inclusion, exclusion, integration, and embeddedness research. Furthermore, the research presents some practical implications that could guide the policy-makers.
-
ÖgePortfolio optimization with wavelet analysis and neural fuzzy networks(Graduate School, 2022-12-27) Gürsoy, Ömer Zeki ; Taş, Oktay ; 403142009 ; ManagementRecently, Robo-advisors have come to the fore in the investment management business both in the world and in Turkey. Robo-advisors can be defined as financial algorithms that generate trading signals and optimize financial assets with machine learning. Robo-advisors, who perform asset management by analyzing data without human intervention, have the potential to provide better returns than traditional portfolio management. Assets under management in the Robo-Advisors segment are projected to reach US$3.2 tn in 2027. According to latest surveys, 63% of Americans are open to using a robo-advisor to manage their investments, with millennials being the most open (75%). Financial asset forecasts are of great importance in portfolio management and the performance of forecasts plays a key role in the success of portfolio managers. This situation has led to an increased interest in models. While most of the models were based on statistical techniques in the past, new modeling techniques have been used recently. The most notable of these are artificial intelligence models such as artificial neural networks and fuzzy logic. In this study, the daily values of Borsa İstanbul 30 Index, Gold and USD / TL exchange rate are tried to be estimated by using Wavelet Analysis and Neural Fuzzy Networks method. Buy / Sell signals are generated from the estimates created by the model. The performance of the portfolio was analyzed assuming that the underlying asset was invested on the days when the model predicted an increase and the investment was not made on the days when it predicted a decrease, and it was evaluated in overnight risk-free interest when not invested. In addition, the model has been tested in artificial indices and stock market indices of other developing countries. While the model showed a successful performance in Russia and China, it remained below the index in South Korea stock exchange. Then, the optimal portfolio was created by using wavelet fuzzy network model estimates and the performance of the portfolio was examined. With the return and standard deviation values produced by the model, optimization was made to obtain the largest Sharpe ratio, and the performance of the portfolio of three assets was compared with the assets' own performances and risk-free interest by re-balancing at different time intervals. The results show that the model created by using wavelet analysis and fuzzy neural networks together gives successful results in predicting the future values of financial assets and further research has potential. Wavelet Neural Network method, in which Artificial Neural Networks are used together with wavelet transform, can be used to predict the future price of assets traded in financial markets such as BIST30, Gold and USD/TL exchange rate. In the future, estimates can be made using the model in this study for financial assets other than gold, USD/TRL and BIST-30. The performance of the model in different market conditions can be tested by repeating the study at different time intervals. In the study, wavelet transform is done using Haar wavelet, financial series can be decomposed into its components by using different wavelets.
-
ÖgeManaging strategic reorientation of new ventures in a developing country context(Graduate School, 2023) Şen, Anıl ; Baysal, Ulaş ; 815313 ; Master in Management ProgrammeNew ventures often undergo strategic reorientations while searching for a market fit. They target establishing and maintaining their legitimacy among specific audiences. However, these moves may limit their legitimacy in their further moves. In explaining how actors justify fundamental strategy redirections, the research identified a sequence of stratagems helping actors change their strategies while showing commitment to earlier objectives to maintain legitimacy while positioning strategic changes in an established institutional environment, like the USA. To shed light on how ventures manage strategic reorientations in a less institutionalized environment, such as a developing country, we performed an inductive, comparative case study of ventures in a nascent financial-technology sector similar to the original study that identified the series of stratagems. Our case studies were compared and constructed among themselves and with the original study in the USA to identify the impacts of contextual differences. The comparisons reveal that these ventures also pursued parallel reorientations in a different contextual environment and produced comparable end products. However, their audiences and their audience management approaches have diverged even further. The developing country context offers unique challenges and opportunities for strategic reorientation. The study also has methodological contributions. While this study was not entirely a replication, it contributes to our understanding of qualitative research in comparable and non-comparable environments. It also discusses theoretical limits and practical opportunities for performing qualitative research with a replicative logic across contexts.
-
ÖgeElektrikli araçlar modüler batarya takas sisteminin finansal ve genel performansının satın alma kararı üzerindeki etkisi: AHP ve MOORA yöntemlerine dayalı araç seçimi uygulaması(Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2023) Şenocak, Muhammed Sefa Onur ; Tokmakçıoğlu, Kaya ; 786702 ; İşletme Bilim DalıKarbon emisyonun giderek arttığı ve konunun tüm dünyada ve akademide gündemin önemli bir parçası haline geldiği görülmektedir. Giderek artan emisyon salınımı dünyanın iklimini değiştirmekte ve dünya üzerinde yaşayan tüm canlıları ve ekosistemi tehdit etmektedir. Karbon emisyonunu azaltmak için yapılması gereken en önemli şeylerden biri fosil yakıt kullanımını azaltmaktır. Fosil yakıt kullanımını artıran nedenlerden biri olarak karşımıza çıkan otomobil kullanımı ise her geçen gün artmaktadır. Dünya nüfusunun giderek artması ve mobilite ihtiyacının buna paralel olarak artması otomobil gibi fosil yakıt kullanan mobilite araçlarının sayısının da artmasına sebep olmaktadır. Tüm bu sebepler ve gelişen teknolojilerle beraber fosil yakıt kullanan mobilite araçlarının sayısının azaltılması için birçok çalışma yapılmaktadır. Bu çalışmalardan en önemlisi fosil yakıt kullanan araçlar yerine karbon emisyonu sıfır olan elektrikli araçların üretilmesi ve yaygınlaştırılmasıdır. Özellikle otomobillerde yeni üretilen birçok modelin fosil yakıt kullanan versiyonlarıyla beraber elektrikli olanlarının da satışa çıktığı görülmektedir. Yapılan araştırmalar elektrikli araçların tercih edilmesindeki en büyük engellerden birinin aracın menzili olduğunu göstermektedir. Bununla beraber satın alma maliyeti ve bataryaların yenileme maliyeti de kullanıcıların sorun olarak gördüğü kriterlerdir. Çalışmanın en temel amacı elektrikli araçların yaygınlaşmasına katkı sağlayacak bir model oluşturulmasıdır. Uygulanacak olan batarya takas sisteminin finansal ve genel performansının, geleneksel sistemler ile karşılaştırıldığında kullanıcının satın alma kararını nasıl etkilediği sorgulanmıştır. Sistemin sonuçlarının, kullanıcıların satın alma kararlarına etkisi AHP ve MOORA yöntemleri kullanılarak hesaplanmış, iki farklı yöntemin sonuçlar üzerindeki etkisi sorgulanmıştır. Tasarlanan bu model mevcut teknolojilerin izin verdiği kapsamda, menzilin içten yanmalı motorlu araçlar da olduğu gibi akaryakıt istasyonlarından 10 dakika içerisinde hızla artırılması prensibine dayanarak oluşturulmuştur. Modelde elektrikli araçların bataryalarının %60'lık kısmı modüler olarak tasarlanmış, bu %60'lık kısım için şarj istasyonu ve noktalarında 10 dakika içerisinde boş-dolu batarya takasının yapılarak menzilin içten yanmalı motorlu araçlarda olduğu gibi kısa sürede artırılması hedeflenmiştir. Modelde araçların %60'lık kısmının modüler olması ve takas sistemi ile edinilmesinden dolayı, temel amaca ek olarak modüler bataryalı elektrikli araçların klasik elektrikli araçlara göre bakım maliyetinin ve satın alma maliyetinin de düşmesi amaçlanmıştır. Tasarlanan bu modelin insanların satın alma kararı ve araç seçimi üzerindeki etkisinin ölçümlenebilmesi için uygulama alanı Türkiye seçilmiştir. Çalışma kapsamında zorunlu durumlar dışındaki tüm veriler güncel ve Türkiye'deki fiyatlardan seçilmiş, tüm hesaplamalar buna göre yapılmıştır. Çalışma kapsamında insanların araç satın alma kararını etkileyen dört ana kriter belirlenmiştir. Bu kriterler satın alma maliyeti, yakıt maliyeti, bakım maliyeti ve menzildir. Kapsam olarak kriterlerin seçilmesinde menzil hariç finansal kriterler ön plana çıkarılmıştır. Menzilin istisna olması, tasarlanan batarya takas sisteminin ana amacının menzil problemini çözmeyi hedeflemesidir. Bu kriterlere göre satın alma tercihinin ölçümlenebilmesi için ise üç adet alternatif belirlenmiştir. Bu alternatifler, içten yanmalı motorlu araçlar (Alternatif A), elektrikli araçlar (Alternatif B) ve modüler bataryalı elektrikli araçlar(Alternatif C) olarak sıralanmıştır. Alternatiflerin belirlenen örnek araçların verileri ile satın alma maliyetleri, yakıt maliyetleri, bakım maliyetleri ve menzilleri hesaplanmıştır. Kullanıcıların belirlenen dört ana kriterden hangilerine daha fazla önem verdiğinin ölçülmesi için 52 katılımcıya, belirlenen anket uygulama kriterlerine göre anket uygulanmıştır. Anketin sonuçları ile kriterler arasında önem ağırlıkları oluşturulmuştur. Anket sonuçlarında oluşan ağırlıklar ile beraber alternatiflerin seçimi için AHP ve MOORA yöntemleri uygulanmıştır. AHP yöntem çıktılarına göre içten yanmalı motorlu araçlar 1. sırada, modüler bataryalı elektrikli araçlar 2. sırada, elektrikli araçlar ise 3. sırada yer almıştır. MOORA yöntemi çıktılarına göre de aynı şekilde içten yanmalı motorlu araçlar 1. sırada, modüler bataryalı elektrikli araçlar 2. sırada, elektrikli araçlar ise 3. sırada yer alacak şekilde sıralanmıştır. Tüm sonuçlar değerlendirildiğinde, çalışmanın amacında sorgulanan ilk sorunun cevabı, uygulanan batarya takas sisteminin finansal ve genel performansının, geleneksel sistemler olan içten yanmalı motorlu ve elektrikli araçlar ile karşılaştırılmasının insanların satın alma kararı üzerinde etkisinin pozitif yönde olacağı şeklinde verilebilir. Tasarlanan modüler bataryalı araçların, klasik elektrikli araçlara göre kullanıcılar tarafından daha çok seçileceği görülmüştür. Tasarlanan sistem ana amaç olarak menzil sorununa çözüm alternatifi oluştursa da aynı zamanda ek olarak satın alma maliyetlerini kısmen, bakım maliyetlerini ise önemli ölçüde düşürerek pozitif etki sağlamıştır. Pozitif etkilere rağmen tasarlanan modüler bataryalı elektrikli araçlar, içten yanmalı araçların tercih sırasını değiştirecek ölçüde kullanıcı satın alma kararını etkileyememiştir. AHP ve MOORA yöntemlerinin sonuçları satın alma tercihi sıralamasını değiştirmemiş, sonuçların tutarlı şekilde benzer çıktığı görülmüştür.